Evrensel Gazetesinde 15.07.2021 tarihli yazısında A. Cihan Soylu ; "Bu kanun bozulabilir, tümüyle işlevsiz bırakılabilir. Bunun için, sömürü çarkında yanmayı reddederek sermaye diktası ve düzenine karşı birleşik bir mücadelede bir araya gelme çabasını daha kararlı, daha bir güçlü istençle sürdürmek gerekir" dedi.

Her şeyin, her oluş, oluşum ve gelişmenin bir sebebi var. Din istismarcılarının “kader-alın yazısı” diyerek emekçileri, kendilerine dayatılan zulmü kader bilip susmalarını sağlamaya çalışmaları da, deprem, su baskını, heyelan, maden kuyu ve kanallarının çöküşü de belirli nedenlere dayanır. Nedensiz hiçbir şey yoktur. Ankara’ya yürüyerek hak arama ve alma kavgasının bir biçimini vermeye çalışan biri sendika yöneticisi iki işçinin ölümünün olağan bir ölüm olmadığını; bu ölüme kaza da denemeyeceğini; faili holding patronlarıyla devlet yöneticileri olan düpedüz bir cinayetle karşı karşıya bulunulduğunu akıl yetisini yitirmemiş herkes, burjuva aldatmasına kanmamışsa, kabul edecektir.

İnsan türü/soyu/her ne denirse, tarihsel süreçte doğa olaylarından mümkün en az zararla kurtulmak için sürekli arayış içinde olmakla kalmadı, bu yolda büyük başarılar da elde etti. ‘Gök olayları’nı izleme araçları geliştirdi, paratöneri icat etti. Elektriği, buharlı motoru, uçak ve okyanus aşan gemi motorunu icat edip geliştirdi. Kar, deprem, rüzgar etkisi ve yüklerini hesapla dayanıklı konutlar yapma olanağına kavuştu. Daha, daha da denerek uzatılabilecek liste yapılabilir.

Sonuç odur ki, maden göçüklerinde, depremlerde, heyelanlarda, yıldırım düşmelerinde, eğer istenir ve gerekli önlemler alınırsa kazalar ve kaza nedenli ölüm ve yaralanmalar en aza, hatta sıfıra düşürülebiliyor. Bunun için sermaye kârından-ki o işçinin yarattığı artı değerin ürünüdür- bir miktar harcama gerekir. Daha kesin ve büyük önlem, bu sömürü sisteminin son bulmasıdır. Sosyalizm, işçi ve emekçilerin yaşamına verdiği önem nedeniyle geliştirdiği önlemlerle kazalarda ölümü en aza indirmeyi somut gerçeklik halinde gösterip kanıtladı.

Ama temel önemde bir gerçek daha var; sermaye sahipleri, burjuvazi ve onun devlet asalakları, karşılarında, onları yapmaya zorunlu bırakacak bir güç bulmadıkça, işçi ve emekçilerin, nedeni şu ya da bu denecek “kaza”larda can vermelerini ve yaralanıp sakat kalmalarını, umursamazlar. SOMA’da 301 madencinin ölümüyle sonuçlanan caniyane olay binlerce kanıttan sadece biridir.

İki ileri işçi, kapitalistleriyle hükümet-devlet yöneticilerinin gaspettikleri işçi tazminatının ödenmesi için çaba gösterirken öldü. Kaç kezdir yürüdükleri ve önlerine dikilen jandarma-polis-bürokrat barikatları kurulduğu biliniyor. Hakları için mücadele etmeselerdi ölmezlerdi denerek kaderci-köleleştirici görüşe boyun eğilebilinir. Ama bu, kapitalist cehennemde köle olarak yanmayı kabullenmek demektir. 301 madenci katledildiğinde ailelerine yakın dövüş tenkitleriyle saldıranlarla onların eteklerinde dört döndükleri Saray erkânı harbi tam da bunu ister. Sermaye kitabı, “Fıtrat”ın emekçiler için olduğunu yazar. Aç ve yoksul sofralarında tabakların fazlalığından dem vuranların firavunlaştıkları bir ülkede, bu boyun eğiş, bu kadercilik reddedilmelidir.

İleri işçilere, mücadeleci sendikacılara düşen

Tahir ve Ali Faik yol kazasında değil, işçi ve halk davasının denebilir ki yalnız bırakıldıkları bir adımında düşürülüp katledildiler. 20 milyon işçinin yüzde doksan sekizinin yoksulluk sınırları altında yaşadığı bir ülkede bu cinayetin bir emekçi infialine yol açmamış olması; gerçek o ki, işçi ve emekçi hareketinin kaybıdır. 4.5 milyon(gerçekte 8 milyon olduğu belirtilmektedir) işsiz, ekmek kavgası veren ve bunun için tekelci kesimleri başta olmak üzere kapitalistlerle değil sadece, hükümet-devlet gücüyle karşı karşıya gelen azınlık ileri emekçi kesimlerin ‘başına gelenleri’ seyrederek iş ve aş sahibi olamaz. Genç işçi Ali Faik’in, “Madencilik hakkı, deri koltuklu, şatafatlı makam odalarında, klimanın karşısında oturarak savunulmaz!!! Yüreğin yetiyorsa meydana çıkacaksın, yollara düşeceksin, betonun üzerinde yatacaksın ki 50 bin TL maaşının hakkını veresin!” diyerek çok haklı ve doğru bir biçimde mahkum ettiği sendika bürokratlarının işbirlikçi saltanatına son verilmeden işçi hakkı doğru dürüst savunulamaz. “Bize 3 defa ‘yol buluyoruz’ dediniz.

Kanundan başka nasıl yol olur? Biz kanun istedik. Çevik kuvvet, asker, jandarma hepsi karşımızda. Neden? Bu nasıl bir adaletsizlik? Yeter artık.” diye feryat eden Tahir Çetin, işçi hakkı için mücadeleci sendikacılık siyasetinde kararlılık gösterdiği için yollara düşmüştü.

Kemal Türkler’in, Remzi Denizer’in, mücadeleci sendikacıların, ileri işçilerin katilleri, onun ölümüne sevinmişlerdir. İleri işçilere, mücadeleci sendikacılara düşen, “bayrağın etrafında toplanıp altında yürüyenler”în çoğalması için çalışmak olmalıdır. Mücadele mirası başka türlü temsil edilemez ve yeni kuşaklara onurlu bir biçimde devredilemez.

Ülkenin limanlarına, fabrikalarına, koyları ve kıyılarına, madenlerine çökenlerle sözcüleri şimdi yine “darbe protestoları”yla arzı endam etmeye koyulacak, sürdürdükleri baskı ve saldırıları “teröre karşı mücadele” ile ilişkilendirme kurnazlığıyla işçilere, emekçilere, gençlere, kadınlara seslenerek desteklenmelerini isteyecek, ülkeyi nasıl da kalkındırdıkları üzerine bol rakamlı -ancak gerçek dışı- refah panoromaları çizeceklerdir.

Genç ve eğitimli nüfusunun %25’i işsiz ve %64’ü bir daha dönmemesine yurt dışına kaçmayı, yaşam ve geçim fırsatı sayan bir ülkenin yöneticilerinin bu rıza dilenciliği manevralarına inanmak, baltayı kendine vurmak olacaktır. Genç milyonlar bu yalanlara kandıkça, ülke karanlıktan çıkamaz.

Karanlığa reddiye, herkesten önce, işçi ve halk gençliğinden; aydın, devrimci ve sosyalist genç kuşaklardan güç ve kuvvet ister. Ülkenin tesisleri, limanları, madenleri, arazileri azınlığın azınlığı bir oligarklar takımıyla holding patronları ve emperyalist haydutlarca gasbedilen mülkiyete geçirilirken, sessiz kalmak, kendi geleceğini, doymak bilmez sermaye çakallarına teslim etmek olacaktır.

“Kader” ya da “fıtrat” denilerek işçiye reva görülen, kapitalist kâr maksimizasyonu için, tersanede çengel ucunda, madende toprak altında, inşaatta iskeleden düşerek ya da elektrik çarpmasıyla, demir-çelik kazanlarında yanarak can vermektir. Sermayenin kendini çoğaltmak için kanunudur bu. Ve bu kanun sadece holdinglerin patronları, tekelciler ve kapitalist tüm sömürücüler için değil, bu sistemin korucu tüm kuvvetleri için de yaşam “teminatı”dır!

Bu kanun bozulabilir, tümüyle işlevsiz bırakılabilir. Bunun için, sömürü çarkında yanmayı reddederek sermaye diktası ve düzenine karşı birleşik bir mücadelede bir araya gelme çabasını daha kararlı, daha bir güçlü istençle sürdürmek gerekir.

Editör: TE Bilisim