Kadın hem korkulan hem de saygı duyulan bir varlık olmuştur tarih boyunca. Yaradılış kitabını Havva yazmış olsaydı eğer, kaburga kemiğinden falan doğmadığını, Tanrı’nın ona acı çekerek doğuracağına ve kocasının ona hükmedeceğine dair bir şey söylemediğini açıklığa kavuşturarak başlardı anlatmaya diyor Galeano. Doğayı kontrol etmeye başlayan, doğadaki mistik güçlere inancı azalan erkek; kadının mistik bir gücü olmadığına kanaat getirmiştir. Ve son… Tanrıça hizmetkârdır artık. Erkeğin bunu yapması çok kolay olmuştur çünkü kadını tanrıça mertebesine koyan da kendisidir zaten. Kadının tanrıçalıktan hizmetkâra dönüşmesi, toplum yapısının anaerkilden ataerkile geçmesine neden olmuştur. Erkeğin tahakkümüdür kadın hayatını belirleyen. Tahakkümün fıtrattan, tanrı buyruğundan ya da doğadan kaynaklandığını söylerler. Tahakküm zamana ve coğrafyaya bağlı olarak farklı şekillerde ortaya çıksa da aslında özü her daim erkek iktidarına dayanmıştır. Kadın artık başkalarının yaşamlarını sürdürmesinde bir tür hizmetkâr, tam olarak insan olmayan bir varlık ama aynı zamanda cenneti ayaklarının altında gizleyen bir tür de tanrıçadır. Bu tanımlamaların tamamı farklı şekillerde kadının ezilmesi anlamına gelir ki, yüzyıllardır da değişmemiştir bu.

Bir zamanlar bir adada bir sultan hüküm sürer: Sultan Şehriyar. Karısı kendisini aldatınca, Sultan Şehriyar onu öldürtür. O günden sonra, veziri, ona her akşam, sabahında idam edilecek bir genç kadın getirecektir. Bu durum, vezirin kızı Şehrazat’ın Sultan’ın cinayetlerine son vermek için babasından kendisini ona götürmesini istemesine kadar böyle sürer. Ve Şehrazat, Sultan’ın devamını merak etmesi için, sabah en heyecanlı yerinde keseceği hikâyesini anlatmaya başlar. … Anlatmaktan keyif alır ama çok dikkatli hareket eder Şehrazat. Bazen, hikâyenin tam ortasında, Sultan’ın boynunu incelediğini hisseder. Eğer Sultan sıkılırsa, onun için her şey bitecektir zira. İşte bu ölüm korkusundan anlatı üstatlığı doğmuştur. Yüzyıllardır değişmeyen acıları çeken kadınların da dili olmuştur bu anlatı sanatı. Şehrazat’ı ölümden kurtaran bu anlatı, kadının çektiği acıyı da, başarıyı da, mücadeleyi de anlatmış ama kadını kurtaramamıştır.

İnternet sitelerinden “Beraberimizde yolculuk boyunca üzerinde birikecek tüm kirlerle birlikte götüreceğimiz tek elbise beyaz gelinlik olacak.” diye paylaşım yaparak başladılar Milano’dan yolculuklarına iki cesur aktivist kadın. Hırvatistan, Bosna, Bulgaristan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin güzergâhından Tel-Aviv’de noktaladıkları barış yolculuğunu bitirdiklerinde ne kadar mutlu olduklarını anlatıyorlardı basın toplantısında gazetecilere. Daha yaşanılır ve güvenilir bir dünya, iki kadın bunu başarmışlardı. Ama gerçekte böyle mi oldu? İki kadın onca yolu gelinlikle bitirip, dünyanın daha yaşanılır bir yer olabileceğine olan umudumuzu tazelediler mi sizce? Kocaman bir hayır. Bu cesur kadınlardan Pippa Bacca, Kocaeli’nin Gebze ilçesine bağlı Tavşanlı köyü yakınlarında tecavüze uğradı ve boğularak öldürüldü. Oysa istediği sadece sevgiyle yaşanacak bir dünyaydı. Dünyanın tüm kötülüğünü silmek istiyordu tıpkı internette yazdığı paylaşımdaki gibi.

Başka bir yerde, evli olan teyzesinin oğlundan hamile kaldı bir kadın. Olay açığa çıkınca kuma olarak verilmek istendi. Fakat teyze oğlu kaçınca günlerce kapalı tutuldu. Doğum yaklaşınca İstanbul’a amcasının yanına gönderildi. Orada oğlu Umut’u dünyaya getirdi. Adı gibi umut olan çocuğu ile kendine yeni bir hayat kurdu. Artık o ayaklarının üzerine basan bir kadındı. Mutlu son ile biten masallardaki gibi değil mi? Ama gerçekler böyle değildi. Bebeğini öldüreceklerinden korktuğu için iki günlükken bir arkadaşına evlatlık verdi. Bir gün kardeşlerinden biri çıkageldi İstanbul’a. Bir ip uzatıp “as kendini’’ dedi. Ne kadar kolaydı. As kendini demek. Kaçıp polise sığındı, ama polis öldürmeyeceği sözünü aldığı amca ve abiye teslim etti onu. Sonra bir başka kardeşi İstanbul’a geldi, pusuya yattı ve onu vurdu. Ama ölmedi. Hastaneye kaldırıldı. Ölüm hastane odasında buldu onu. Kardeşlerden biri refakatçi gibi hastane odasına girdi ve başına iki el ateş etti. Namus temizlenmişti işe. (Cenaze namazı öldürüldükten 9 yıl sonra kılındı.)Kadının adı Güldünya’ydı ama dünya gülen yüzünü ona hiç göstermedi.

Üç çocuk annesiydi. Eşinden boşanmak için dava açtı. Ama araya aile büyükleri girdi, boşanmaktan vazgeçti. Kocası, bir akraba düğününe giden eşinin dayısının oğluyla dans etmesine çok kızdı. Eşini öldüresiye dövdü, yetmedi kanlar içinde kalan karısına bir de tecavüz etti! Cinsel saldırı suçuyla çıktığı mahkemede “eşimi çok seviyorum’’ deyince tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Çift, Haziran 2010’da boşandı. Ancak eski eş, bıçak zoruyla kadını kaçırıp ıssız bir yere götürdü, öldürmekle tehdit etti onu. Yetmedi, kapısına dayandı. Savcılığa başvurdu, “Hayatım tehlikede’’ dedi kadın. Savcılık kocayı gözaltına almadı, onu polis otosuyla evine gönderdi. Bu kez mahkemeye başvurdu, koruma talep etti. Mahkeme uygun bulmadı. Çok geçmeden kaçınılmaz son gerçekleşti. Eski eşi tarafından on yerinden bıçaklanarak öldürüldü.

Polisin, jandarmanın, savcıların, hâkimlerin, daha doğrusu devletin koruyamadığı kadınlardı onlar… Kimi boşanmak istediği için, kimi gördüğü şiddete dayanamayıp “yeter’’ dediği için, kimi çalışıp para kazanmak için kocası ya da sevgilisi tarafından sokak ortasında, evinde, pazarda; bıçakla, pompalı tüfekle, tabancayla öldürülen kadınlar. Ya cinayeti işleyenler? Onların gerekçeleri ağız birliği etmişçesine hep aynıydı: “Çalışacağım dedi, gururuma yediremedim’’; “Boşanacağım dedi, gururuma yediremedim…’’ Mazeret listesi böyle uzayıp gidiyor. (ve gitmeye de devam ediyor.)

Gelelim Galeano’ya… O da tanıdığımız, tanımadığımız, hikâyesini bildiğimiz, bilmediğimiz yüzlerce kadını anlatıyor Kadınlaradlı kitabında. Her sayfada bambaşka bir kadınla tanıştırıyor ve bu kadınların yaşadıklarına, acılarına, kimi zaman zaferlerine kimi zaman yenilgilerine ortak ediyor bizi. İsimleri, dilleri, dinleri, kültürleri, ırkları, meslekleri farklı kadınları… Oysa her birinin sancısı aynı: Kadın olmak. Yukarıdaki kadınlar gibi, hikâyesini bildiğimiz bilmediğimiz kadınlar gibi.

Farklı coğrafyalardan, yakın geçmişten, her yaştan, her sınıftan kadınlar… Kleopatra, Marie Curie, kadın gazetecilerin anası Nellie Bly, Emma Goldman, Frida Kahlo, Emily Dickinson, Bronte kız kardeşler, Marilyn Monroe ve belki adını daha önce duymadığımız önüne her zaman engeller konan nice kadın var kitabın sayfaları arasında. Eduardo Galeano Kadınlar kitabıyla dünyanın bütün köşelerini dolaşarak, kadınlar şahsında bir insanlık tarihine davet ediyor okuru. Yalnızca tekerrürden ibaret olmayan, çomak da sokulabilen bir insanlık tarihine… Ama gerçekte çomak sokulabilmiş midir? Son günlerde yaşanılan kadın vahşeti düşünülünce tarih tekerrür etmiyor mu? Değişen hiçbir şey yok kadının tarihinde. Galeano kitabında, kimi büyük kimi küçük eylemlerle, kimi konuşarak kimi yalnızca susarak, yaparak ya da yapmayarak tarihin akışını değiştirmiş kadınlara yer vermiş. Senatoya, kiliseye, sömürgecilere, faşizme direnen kadınlar… Dans eden, seven, sevişen, ağlayan ve gülen kadınlar… Bunlar tıpkı bugünkü kadınlar gibi. Geçmişe ışık tutan bu hikâyeleri okuyunca kimi zaman kadınların cesareti karşısında kimi zaman çektikleri acı karşısında hiç mi değişmez bu dünya diyesiniz geliyor. Kitapta o kadar şaşıracağınız ve kızacağınız şeyler var ki dönüp bugünün dünyasına baktığınızda ve aynı manzarayla karşılaştığınızda kendinize sormadan edemiyorsunuz: Erkekler neden kadınları rahat bırakmıyor?

 1847 yılında yayınlanan üç roman İngiliz okurlarını derinden etkiledi. İlki Ellis Bell’in Uğultulu Tepeler adlı tutkulu bir aşk ve intikam romanıydı. Diğeri Acton Bell’in aile kurumunun ikiyüzlülüğünü gözler önüne seren Agnes Grey adlı romanı. Ve sonuncusu Currer Bell, Jane Eyre adlı bağımsız bir kadının cesaretini göklere çıkaran romanıydı. Bu yazarlar aslında kadındı. Bell erkek kardeşler, aslında Bronte kız kardeşlerdi. Kadınlıklarını saklayan, erkek kimliğiyle var olan kadınlardı onlar. Tarihte kadının adı hiç olmadı.

Kadın fikir üretmek için değil, süt ve gözyaşı üretmek için doğuyor; hayatı yaşamak için değil, yarı kapalı pencerelerin ardından seyretmek için doğuyor. Alfonsina Storni’ye bunu bin kere anlattılar ama o inanmadı. En çok bilinen dizeleriyle kadını kafese kapatan erkekleri protesto etti hep. Erkek egemen dünyada var olmaya çalıştı birçok kadın gibi.

“Kadın doğulmaz, kadın olunur!” diyen Simone de Beauvoir. İkinci Cins’te kadınların içkinlik hapishanelerinden çıkmalarını, çalışmalarını ve erkeklerle eşitliği hedeflemelerini, kendilerine biçilen radikal başkalığı reddetmelerini, öz bilinç için mücadele etmelerini ve bunun için birleşmeleri gerektiğini söylemiştir. Yapmamış mıdır kadınlar bunu? Yapamamışlar mıdır? İşte Galeano bize tarihsel örneklerini gösteriyor kitabında.Bir kadın sabaha erkeğe dönüşmüş olarak uyandığında ne olacaktı? Aile ortamı antrenman sahası olmasa erkek çocuk hükmetmeyi, kız çocuksa boyun eğmeyi nereden öğrenecekti? Ya evin erkeği temizlik ve mutfak işlerini paylaşsaydı? Ya akıl ve duygu kol kola gitseydi? Ya kimse kimsenin sahibi olmasaydı? Charlotte Gilman sayıklıyor bunları. Ev kavramı sosyal olarak yeniden tanımlanmalı. Erkek ve kadının kişisel yaşamını barışçıl ve kalıcı olarak paylaşabileceği bir yere taşınmalıdır diyor Gilman. Tersine dünya ilan ediyor. Alaa Salah’ın ‘Kadının yeri devrimdir’ diye bugün haykırdığı gibi.

Erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü hiç değişmemiştir tarih boyunca anlayacağınız. Erkek zihniyetinin yasaları ile örülü bir dünyada daha ne kadar kadın öldürülecek? Kadınlar ne zaman gereken saygıyı görebilecekler? Kadının adı ne zaman olacak? Don Kişot’un yel değirmenlerine açtığı savaşa benziyor bu. Dünya gelişiyor ama günümüz dünyasının Don kişot’u kadınları için değişen bir şey yok.(bu yazıyı yazarken bile şu an bir kadın ölüyor) Oysa biz, Rosa Luxemburg gibi ne özgürlük adına adaletin, ne de adalet adına özgürlüğün feda edildiği bir dünya istiyoruz.

Tek istediğimiz Güldünya’nın umudu, Pipa’nın barışı.

Havanur Taflan – edebiyathaber.net (11 Eylül 2020)

Editör: TE Bilisim