Şiir Hakkında Notlar ve Sözyüzü Dergisine Selam: TAŞIN FAZLASINI ATMAK

Aklın aldığı olgular, gözün gördüğü nesneler dille, sözcüklerle, tanım, isim ve / veya metaforlarla anı bohçasına – bilgi kutusuna konulur? Etimolojik kökene bakılmaksızın otomatiğe bağlamış gibi kaydederiz yeni adları- tanımları? Kimi zaman da asıl anlamlarından soyarız sözcükleri ve değim –vecize- imge- metafor – teşbih diye açıklarız bu edimimizi? Bu edim sadece filozoflara has bir yeti değil aynı zamanda sanatçıların da sahip olduğu bir meziyet? Ama sanat ediminde “Dil” yetmez, “Anlamın” yetmeyeceği gibi.  Üslup bulmak - yaratmak gerekir.

Peki nasıl üslup yaratacağız? Bilindiği gibi sanat biçimlendirmedir. Heykeltıraş taşa form verir, taşı biçimlendirir. Sonra da fazlalıkları atar. Rodin’in dediği gibi geriye “eser” kalır. Bir panelde birlikte konuşmacı olduğum heykeltıraş Mehmet Aksoy, “önce taşı sonra ışığı yontuyorum” demişti. Şair ve yazarlar da dili yontuyorlar. Sözcüklerin fazlasını atıyor, yazdıklarını damıtıyor ve “eser”e varıyorlar. Dili söküp parçaları karıştırıp yeniden inşa ediyorlar. Bu inşada dilin tüm kıvrımları, gizli geçitleri, dilbilgisi kuralları zorlanır. Dağıtılan sözcükler yeniden çatılırken kullanılan harç imgelerle süslenir. Şairin- yazarın fırça darbeleridir imgeler. Tabi bunları bilmek de ustalık için yetmez. Ustalık da sadece doğuştan gelen “yetenek”le oluşmaz. “ilham geldi, yazdım…” modern çağda olmuyor. O “ilham”ı yontmak gerekiyor. Bu nedenle değil mi, Valery’nin saptadığı üzere “ilk dize tanrı vergisidir. Gerisi çalışmaya bağlıdır.” Tristan Tzara’nın dediği gibi: “Şiir hem at hem dizgindir. İlham ve işçilik. Atsız dizgin ya da dizginsiz at değil.”

Neden yazıyorum nasıl yazıyorum

Neden yazıyorum sorusuna ‘nasıl yazmalıyım’ı da ekleyerek soruları ve yanıtları çoğaltabiliriz. Örneğin artık kafiyeye dayanan, retorikle süslenen şiir ile mimetik resim döneminin çoktan kapandığını bilmek gerekir. Eski değersiz anlamına gelmez. Müzeye koyar hayran hayran seyrederiz. Okuruz mest oluruz. İlham alırız. Yararlanırız. Bu gün hâlâ Yunus Emre’den, Karacaoğlan’dan, Pir Sultan Abdal’dan, Ahmet Haşim’den şiirler okurken keyif almamızın nedeni budur. Örneğin ben Victor Hugo’nun Sefillerini, Dostoveski’nin “Kumarbaz”ını ile Ahmet Hamdi tanpınar’ın “Saatleri ayarlama enstitüsü”nü yeniden yeniden okumak isterim. Vivaldi’nin dört mevsim konçertosunu haftada bir kez dinlerim. gât’nın “Balerinleri”nden birinin reprodüksiyonu evimde asılıdır. Artık klasiktir bunlar. Beğeniriz, tekrar tekrar okur- izler- dinleriz. Biliriz ki onları okumadan, izlemeden, dinlemeden yeni’yi yapamaz, kendi zamanımızı göremeyiz. Ama ilk acemilik dönemimiz geçip, belli bir olgunluğa – doygunluğa ulaşınca artık aynısını yapmaz – çizmez- yazmayız.

Sonuç olarak sanatta olmazsa olmazları başardığımız, estetik çıtayı yükselttiğimiz zaman eserlerimiz “eser” olur, ciddiye alınır. İşte o zaman “anlam – mesaj- tema- içerik önemli” dediğimizde sesimiz daha çok insana ulaşır. Diğer yandan postmodern zamanlarda “Sanatın anlam – toplumsallık - umut ya da gelecek tasavvuru, kaygısı olmamalı” diyenler çoğaldı. Bunlara aldırmayalım ama işimizi de ciddiye alalım derim. “Bir yazınsal yapıtı yalnızca dilsel eyleme indirgemek nasıl olanaksızsa, aynı metni yalnızca içeriksel bildiriye indirgemek olanaksız: Bu durumu daha geniş kavramaya çalışacak olursak, bir yazınsal metnin biçim ve içerikten oluşan eytişimsel birliğinden birini ötekine yeğleyenlerin bunlardan birini yaraladıkları görülür. Oysa biçim yoksa yazınsal metin yoktur, içerik yoksa yazınsal metin yoktur.[i] Yani her iki durumda da ortada sanat yoktur. Ya da sacayağından biri kırıktır. Velhasıl postmodern cenahın iddia ettiği gibi “toplumcu sanat” yapmak, halk anlasın diye estetiğin göz ardı edilmesi demek değildir.

Tahir Abacı’nın altını çizdiği gibi, Marx ve Engels İşçiler için kolay anlaşılır, basit edebiyat metinleri üretilmesine karşı çıkmışlar, işçilerin herkes için edebiyata (sanata b.n.) herkesten fazla layık olduklarını savunmuşlardır. (…) işçiler anlasın diye, halk anlasın diye basit metinler üretmeyi önermek, velev ki kapitalizm sayesinde gelişmiş ve burjuva yapılarında kullanılıyor olsun, yüksek mimari ve mühendislik bilgisini reddedip, işçilere kulübeleri layık görmekle eşdeğerdir.”[ii]

Sahte “avant-garde”lara karşı “garde” almak

21. Yüzyılda farklı biçim - biçemlerle sanat yapabiliriz. Biçime- biçeme anlam kadar önem verebiliriz. Vermeliyiz hatta. Buna itirazımız olamaz. Bu yönelim de “toplumculuğumuza” halel getirmez. Lukacs da, her dönemin uğraşmak zorunda olduğu sorunların farklı olduğunu yazmıştır: “Sorunların başkalığı, doğal olarak, teknikte de farklılaşmayı beraberinde getirir. Eski tekniklerle eski sorunların yansıtıldığı 19. Yüzyıl gerçekçiliği kendi zamanında “doğru” ve ‘geçerli’ydi. Ancak 20. Yüzyılda ortaya çıkan yeni toplumsal gerçeklik karşısında, edebiyat ve sanat da, yeni anlatım teknikleri geliştirmeliydi.” Derken Lukacs, belki de bu günlere gönderme yapıyordu.

Ancak yenilik –“deneysellik” adı altında sanatı sulandıran “piyasa”nın da tuzağına düşmemek gerekiyor. Şair piyasaya oynayan sahte “avant-garde”lara karşı da “garde”ını almalıdır. Piyasanın isteklerine değil kendi iç sesine, gerçeğe, güzelliğe ve çirkinliğe, sevince ve üzüntüye, her dilden yakılan ağıtlara, insanın ve tabiatın çığlıklarına kulak vermelidir.  Belki bu seslere kulak veren gerçekçi “avant-garde”lar bu süreçte gölgede kalabilir. Az okunabilir, kitapları satmayabilir. Bunları bilerek, göze alarak yola çıkmak ve yürümek gerekiyor.  Unutmamalı ki “Yazmak; eninde sonunda bir uğraştır. Bunun için de kendini/zi vermek, dahası adamak gerekir. Aslında her uğraşın da bizden istediği bu değil midir? Yazmak, benim için dünyada var olmanın sesidir. Bu bazen çığlığa da dönüşebilir. İşte asıl orada aramalıyız ‘neden yazıyorum’ sorusunun yanıtını. Cehennemse işte geldiğiniz o kıyıdır![iii]

Elbette ne alıntı yaptığım, yararlandığım yazarlar, şairler ne de ben “şiirmetre - otorite” değiliz. Tersine “otoriteler”e karşıyız. Sanatta (evrensel) olmazsa olmazları kendi deneyimlerimden, okumalarımdan yola çıkıp anımsatıyorum. Belki yararlı olur diye. Ben aldığım bir şiir ödülüne (ödüller de tartışmalıdır katılıyorum), birkaç şiirimin bestelenmesine, Arapça, farsça ve Fransızcaya çevrilmesine rağmen şiirden uzaklaştım. Zira şiirde vasatı / kendimi tekrarı geçemedim. Ben şiiri, şiir de beni bıraktı. Sonuçta onun kararına saygı duydum. Ama sanattan, yaratım ediminden uzaklaşmadım. Metin yazmaya başladım. Bildiğiniz gibi son çalışmam bir roman arkasından bir tiyatro oyunu oldu. Şiir yazacağım diye yola çıkıp şiire varamayanlara, “biçim (dil) – içerik (anlam) eytişimsel birliğini” kuramayanlara da (tabi bana sorarlarsa) tavsiyem şu oluyor: Olmuyorsa yırtın, yeniden yazın. Yine de olmuyorsa ısrarla şiir yazmaya çalışmak yerine, mesela deneme veya öykü yazmayı deneyebilirsiniz.

Sonsöz

Ama haklarını yemeyeyim, az da olsa, azınlık da olsa muhalif sanatın ve sanatçının saldırıya uğradığı, yok sayıldığı bu dönemde bile “suya sabuna dokunan”, “ellerini taşın altına koyan” adlarını yeni yeni duymaya başladığımız şair, yazar ve sanatçılar itirazlarını yüksek sesle, biçim ve anlam diyalektiğini ihmal etmeden sözle, yazıyla, notayla, fırçayla, oyunla, kamerayla, mısraıyla dile getirmektedir.

Şimdi onları destekleme zamanıdır.

Yayın hayatına yeni başlayan Sözyüzü Dergisi Gönüllüleri’ni de bu düşlerle, düşüncelerle selamlıyorum. Yolları açık olsun diyorum.

[email protected]


[i] Tabula Rasa, Özdemir İnce, Kültür yayınları, İstanbul, 2002.

[ii] Şiirin değeri nasıl belirlenir, Tahir Abacı, Varlık, Haziran 2018.

[iii] Feridun Andaç, “Yazarın Cehennemi...”, Cumhuriyet Kitap, No:1612, 7 Ocak 2021, s.3.

Editör: TE Bilisim