Ortaya çıktığı andan itibaren insanlar devletin ideal modeli hakkında kafa yormuşlar ve hala yormaya devam ediyorlar. İdeal devlet denince elbette ilk akla gelen isim Antik Çağ filozofu Platon'dur. “Devlet” adlı kitabında Platon, hocası Sokrates'in devlet üzerine söylediklerini temel alarak yine Sokrates'in dilinden ideal yönetim modelini anlatır. Kitapta, ideal bir devlet için insanlar niteliklerine göre üç gruba ayrılır ve her grup bir metal ile tanımlanır. Yönetici grup altın, savunma gücü gümüş ve iş gücünü oluşturan kesim de demir veya bronz olarak nitelendirilir. Altın niteliğine sahip grubun, yani yöneticilerin aristokratlardan oluşması gerektiğini söyleyen Platon, tanrısal aklın temsilcileri oldukları için bilgili ve erdemli insanlar olarak gördüğü filozofların da devlet yönetiminde mutlaka olması gerektiğine inanıyordu.

Aradan geçen iki bin küsur yıl sonra Platon'un ideal devlet modelinin bir türevi Türkiye'de uygulanıyor desem eminim çoğunuz hadi oradan, hani nerede bizde filozoflar diye düşünebilirsiniz. Ama Platon'un yaşadığı çağın filozof anlayışı ile günümüzün filozof anlayışı birbirinden çok farklı. Platon döneminde filozofların, özellikle de kendisinin, tanrısal bilgiye ulaşma çabaları nedeniyle metafiziğe, dolayısıyla dinsel alana ilgileri çok fazlaydı. Ayrıca Platon demokrasiden nefret ederdi. Platon'a göre demokrasi niteliksiz çoğunluğun devleti yönettiği ve düzensizliğin hakim olduğu bir tür anarşizmdir. Platon için, tek bir kişinin ya da seçkin bir grubun başta olduğu devlet ideal bir yönetime sahiptir.
Yukarıda söylediğim üzere Platon'a göre devlet soylu aileler ve tanrısal bilgiye sahip erdemli insanlar (Filozof Kral) tarafından yönetilmeli. Bu aristokratik, yani seçkinci devlet modeli; kendine dindar diyen ve alnın secdeye değmesini neredeyse en önemli kriter olarak kabul eden İslamcılar tarafından günümüz Türkiye'sinde uygulanıyor. İktidar partisinde siyaset yapanların yanı sıra; üst düzey memurlar, diplomatlar, bakanlar ve devlete iş yapan müteahhitlerin tamamı aynı cenahtan. Bu “seçkin” kesimin dışında kalanlar Platon'un bronz grubu gibi devlet yönetiminden ve güvenliğinden uzak tutuluyor.

Şimdi bir defa daha düşünün, Platon'un seçkinci devlet modeliyle muktedirin “alnı secdeye değenler” rejimi arasında ne fark var? Siz bakmayın Platon'un ideal devlet dediğine, ne onun tarif ettiği model ne de mevcut rejim seçkin bir grup dışında kimse için ideal değil.

Bir önceki yazımda bahsettiğim milliyetçi-mukaddesatçı kesimin kutsallaştırılmış aşkın devlet algısı, mevcut tek adam rejiminin kurulmasındaki önemli dayanaklardan biri olmuştur. Zira bu anlayışa sahip olanlar sadece devleti değil, devleti yönetenlerin bile sorgulanmasına ve eleştirilmesine şiddetle karşı çıkıyor. Mesela bu kesimin magazin dünyasındaki temsilcilerinden biri katıldığı bir televizyon programında iktidara olan desteğini şu sözlerle dile getirmişti: “Ben şu an dibine kadar yandaşım, ben her zaman devletimin yanındayım, devletimin ve bayrağımın dibine kadar hizmetkarıyım; halkı tarafından seçilmiş görevli kim varsa yanındayım…” İfadelerden anlaşılacağı üzere milliyetçi-mukaddesatçılar devletçiliği, iktidarı koşulsuz olarak desteklemekle eş görüyor.

Dünyanın neresinde olursa olsun kutsal devlet algısının arkasına sığınan iktidarlar yolsuzluk, hak gaspı ve insan hakları ihlalleri gibi durumlarda yönetimlerinin sorgulanmasına engel olurlar. Kendilerine yönelik yapılan her türlü muhalefeti hainlik olarak niteleyip muhalifleri devlete ihanet etmekle suçlarlar. Muhalifler sadece polis ve adliye vasıtasıyla sindirilmez, devlet düşmanı olarak gösterildiklerinden zaman zaman galeyana gelmiş iktidar kitlesinin lincine dahi maruz kalırlar. Bu tür iktidarlar gerginlik ve çatışma politikasından beslenirler. Hem içeride çok yoğun bir baskı ortamı kurarlar hem de komşu devletlere karşı agresif politikalar izlerler. Böylesi iktidarlar insanları taraf olmaya zorlar. Eğer iktidarın herhangi bir politikasını eleştiriyorsan düşman olarak kabul edilen bir devlete veya örgüte hizmet ediyorsundur.

Yine bu tarz rejimlerde bakan ve bürokratlar herhangi bir konudaki icraatlarını açıklarken mutlaka liderimizin, başkanımızın veya cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla diyerek söze başlarlar. Sorumlu oldukları alanlarda icra yetkisi kalmayan bakan ve bürokratların faaliyet için mutlaka muktedirden talimat alması gerekir. Zaten muktedir(ler) de, “bakanıma o konuyla ilgili talimat verdim” gibi ifadeleri sıkça kullanarak tüm sistemin sahibinin kendisi olduğunu herkese gösterir(ler). Söz konusu ifadeler, halka/yurttaşa/kamuya hizmet eden sistemden ziyade kişiye, yani muktedire hizmet eden bir rejimin kurulduğunun en net kanıtıdır. Dolayısıyla bu durumda artık devlet denen aygıtın yasalarca belirlenen kamusal otoritesi yerine tek bir kişinin otoritesinin geçerli olduğu bir sistemden bahsediyoruz. Max Weber bu sistemi “patrimonyalizm” kavramıyla ifade etmektedir. Her ne kadar Weber, patrimonyalizmi modernite öncesi kimi devletlerin iktidar ve tebaası arasındaki emir ve itaat ilişkisini açıklamak için kullanmış olsa da günümüzde bazı rejimler için de geçerli bir kavramdır. Günümüz “normal” modern devletlerinde birey, toplum ve devlet arasındaki ilişkiler ve hiyerarşi yasalarla belirlenmişken, patrimonyal devletlerde bu durum lider merkezlidir ve tebaa, muktedirin verdiği emir ve talimatlara göre hareket eder. Yine modern devletin memurları olan ve Weber'in bürokrasi sınıfı olarak adlandırdığı idari görevliler artık birer devlet görevlisi gibi değil, muktedirin kişisel hizmetkarları gibi iş görürler. Bu nedenle atamalarda liyakata değil sadakate bakılır. Atananlar istifa bile edemez ancak muktedirden aflarını isteyebilirler.

Lider merkezli devletlerde kamu adına yapılan binalar da toplum yararı için değil muktedirin kişisel zevkine ve siyasal ihtiyacına göre yapılır. Mesela Ankara'da yapılan ve iktidar çevresince külliye olarak adlandırılan saray hakkında; “kendisi için değil devlet için yaptırdı, devlete prestij sağlıyor” deniyor. Ne denirse densin dünyadaki tüm saraylar muktedirler tarafından kendileri için yaptırılır. Saraylar tıpkı evler gibi kişiseldir. Evlerden tek farkı büyük ve şatafatlı olmalarıdır. Ev gibi saray da sahibinin arzu, istek ve dünya görüşüne göre inşa edilir. Mobilyasından perdesine kadar tüm eşyalar tek bir insanın veya hane halkının zevkine ve ihtiyaçlarına göre seçilir. Öte yandan saray sadece muktedirin kişisel zevkinin bir yansıması değil aynı zamanda iktidarda kalıcılığının da simgesidir.
Kalıcılık demişken bu arzuyla bağlantılı olarak iktidar çevresinde muktedir giderse devlet çöker söylemi çok sık dillendiriliyor. Muktedir giderse devlet çöker düşüncesi bir anlamda doğrudur. 19 yıldır tüm kurumsallaşması mevcut tek adamın arzusuna hatta kişiliğine göre inşa edilen bu rejim, muktedir gidince yıkılmaya mahkumdur. Zira şahsa özel bu rejim, sahibi gidince onun boşluğunu dolduracak aynı kişilikte ikinci bir insan olmadığı için mecburen değişecektir, söz konusu değişim doğal olarak iktidar çevresince yıkım olarak görülmektedir.

Mevcut rejimde tüm sistem tek bir kişiye göre inşa edildiğinden tıpkı padişah/sultan/kral değişimlerinde tüm siyasal sistemin krize girmesi gibi, muktedirin de yokluğu bu yeni rejimde ciddi bir krize yol açacaktır. Düşünsenize neredeyse sahip oldukları tüm yetkileri muktedire borçlu olan yığınla üst düzey memur var. Sistem değişmese ve tek adam rejimi sürdürülse bile muktedirin yerine başka birisi geçtiğinde kendisini eski muktedirin hizmetine adamış bu borçlu kitle yeni muktedire itaat edecek mi? Sistemin sürdürülebilmesi için gelen muktedir eskisinin yerine kendisine sadık yeni bir kadro oluşturmak zorunda kalmayacak mı? Yeni kadronun işi öğrenmesi ve göreve hazır olması zaman almayacak mı? Bu hazırlık süreci devlet için bir yönetim zafiyeti oluşturmayacak mı?

Devlet, insanların mutluluğunu, refahını ve güvenliğini sağlayan siyasal bir araç olarak değil de; kendisine koşulsuz itaat edilen kutsal bir amaç olarak görülürse yurttaş değil tebaa olunur. Böyle bir devlet anlayışı şimdiki tek adam rejiminin önemli müsebbiplerinden biridir. Tek adam rejiminin en büyük sorunu ise devletin kamusal niteliğinin yok edilip, muktedir her kimse onun şahsında devletin kişiselleştirilmesidir. Kişiye özel devletler oturmuş bir sistemden yoksun bırakıldığı için muktedirin kişiliğine ve ruh haline göre değişen bir politikayla ülke yönetilmeye çalışılır, bu da hiç bitmeyecek krizlere neden olur. Ayrıca mevcut muktedirden çok memnun olunsa bile, bir sonraki muktedirin nasıl bir kişiliğe sahip olacağının ön görülemeyeceği ve değişen her muktedirin aslında yeni bir rejim anlamına geleceği de unutulmamalı.

Editör: TE Bilisim