İktidar, kişi ya da kişilerin iradesini başkalarına dayatabilme yeteneği ve yetkisi iken; otorite, iktidarın toplum tarafından onaylanıp, yetkisinin kabul edilmesi halidir. Yani iktidarın sahip olduğu meşru gücün adıdır otorite. Otorite ve otoriterlik kökleri aynı olsa da siyaset ve sosyal bilimler tarafından farklı kavramlar olarak tanımlanırlar. Otorite meşru bir güçken; otoriterlik çoğunlukla meşru olmayan, gasbedilmiş bir güçtür.

İktidar, otoritesini güven, ikna, gönül alma; unvan, imtiyaz ve yetki dağıtma; sahip olduğu servetten pay verme gibi yöntemlerle kurabildiği gibi şiddet, cezalandırma ve baskı gibi araç ve pratiklerle de kurabilir. Modern devletler genelde her iki yöntemi de otorite sağlamak için kullanır. Din ve dil de iktidarların otorite sağlamak için kullandığı önemli araçlardandır. Laik devletler dışında bütün iktidarlar otoritelerini sağlamak/meşrulaştırmak için dinden güç alırlar. Din ve iktidar ilişkisini ayrı bir yazıda ayrıntılı olarak ele alacağım.

Dil ise sadece bir iletişim aracı değil aynı zamanda sınıf, sosyal statü, toplumsal cinsiyet vb. gibi toplumsal konum ve kimlikleri yansıtan önemli bir simgedir. Yani aynı dili konuştuğu varsayılan insanlar, gerçekte ait olduğu toplumsal konum ve kimliğe göre başkalaşmış, türdeş olmayan bir dil konuşurlar. İşçi sınıfı dili, burjuva dili, köylü dili, esnaf dili, plaza dili, entelektüel dil, muhafazakar dil, eril dil, kadın dili vb. gibi. Hatta ulus devletlere kadar, özellikle imparatorluklarda, iktidar ve tebaasının konuştuğu diller birbirinden tamamen farklıydı. Söz gelimi Osmanlı hanedanlığının konuştuğu ve Osmanlıca olarak tanımlanan dil, farklı dinsel ve etnik gruplardan oluşan tebaa tarafından anlaşılmamaktaydı. Ancak saray çevresinde ve devletin işini gören bürokrasi sınıfınca konuşulan ve yazılan bir dildi.

İster doğrudan isterse tercümeyle anlaşılsın iktidar, yani devlet dili daima buyurgan bir tondadır. Günümüzde tebaanın yerine geçen ve eşit haklara sahip olduğu varsayılan yurttaş, vatandaşı olduğu devlet ile aynı dili konuşsa da hala devlete ait özel bir bürokrasi, diplomasi ve hukuk dili vardır. Bu diller yine buyurgandır ve katı kurallara sahiptir. Mesela devlet kurumlarından birisine dilekçe yazan bir yurttaş dilekçe sonunda arz eder, kurum ise rica eder. Yabancı devletlerle sürdürülen ilişkilerde de diplomasi dili denen özel bir dil kullanılmaktadır. Bu dilde gerçek his ve duygularınız rastgele seçilen kelimelerle ifade edilmez. Özetle ister devletle yurttaşı arasında, isterse devletler arasında olsun bürokrasi ve diplomasi dili diye özel ve resmi bir dil vardır. Devletin idaresini üstlenen siyasetçiler de, devleti temsil ettiklerinden kullandıkları dile özen gösterirler. En azından yakın bir zamana kadar özen gösterirlerdi. Geçmişte, siyasetin çok sertleştiği zamanlarda bile devlet vakarı ve nezaketi ile hitap edilirken, günümüzde vakarın ve nezaketin yerine sokak dili hakim olmuş durumda:

“Şerefsiz”, “hain”, “alçak”, “namussuz”, “edepsiz”, “kadın mı kız mı bilemediğim”, “mert değil namertsin”, “artistlik yapma”, “ananı da al git”, “haşhaşiler”, “nebbaşlar” (mezar soyguncusu), “sapıklar”, “niye kaçıyorsun ulan İsrail dölü?”, “Bana Gürcü, affedersin çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyenler oldu”, “haddini bil edepsiz kadın”, “aydın müsveddeleri”, “karanlıksınız”, “yalaka”, “geri zekalı”, “kandan beslenen vampirler”, “ağzından salyalar akıyor”, “hayvanlar”, “zihinsel noktada bir tedaviye ihtiyacı var”, “ulan kendine gel”, “beyni sulanmış”, “be ahmak”, “ahlaksız iftiracı”, “çamur”, “cibilliyetsiz”, “soysuz”, “siyasi sapık”, “fırıldak”, “haysiyetsiz”, “köksüz”, “adi”, “çirkin”, “hasta kafa”, “rezil”, “çakal”, “esfel-i safilin” (sefillerin en sefili), “sürüngen”, “sen ne yüzsüzsün”, “terbiyesiz herif”, “lan bana anayasayı öğretme”…

Bunlar ülkeyi yöneten muktedirin; muhalifler, aydınlar, akademisyenler, köylüler, kadınlar, yabancı siyasetçi ve diplomatlardan kendisi gibi düşünmeyen veya iktidarın politikalarını eleştiren her kesimden insan için kullandığı ifadelerden bazıları. Kullanılan ifadelerde kadınların aşağılandığı cinsiyetçi söylem; sosyal, sınıfsal ve etnik aşağılama ve türcülüğe varıncaya kadar ne ararsanız var.

Bunlar da ülkenin güvenliğinden sorumlu içişleri bakanına ait ifadeler: “Haysiyetsizler”, “alçaklar”, “pislikler”, “ödlekler”, “kalleş”, “ahmak”, “müptezel”, “karısının iç çamaşırına sığınan”, “edepsiz”, “senden tam tecavüzcü olur”, “hastalıklı zihniyet”, “gördüğünüz yerde ayağını kırın sorumluluğu bana ait”.
Aynı içişleri bakanının açıkladığı vaatlerini mutlaka gerçekleştireceğine dair söz verirken veya kendisine yönelik ithamların doğru olmadığını kanıtlamaya çalışırken kullandığı ifadelerden bazıları ise şunlar: “Yüzümüze tükürsünler”, “namussuzum”, “bize haram olsun”, “adam değilim”, “idam dahil her türlü cezaya…”, “aşağılanmaya razıyım”.

Maruz kaldığımız bu dil sadece hakaret değil aynı zamanda bir tür şiddettir. Toplum olarak neredeyse her gün bu dilsel şiddete maruz bırakılıyoruz. Şiddet, otoritesini kabul ettirmek için muktedirlerin sıkça başvurdukları araçların başında gelmektedir. Yalnız yukarıda verdiğim hakaret ve aşağılama içerikli ifadeler, günümüz modern devletlerini yönetenlerin kullanabileceği meşru bir şiddet aracı asla olamaz, zaten böyle bir hak ve yetkileri de yok. Devletli toplumlarda meşru anlamda şiddet kullanma yetkisinin devletin tekelinde olduğu bir gerçektir. Ne var ki devlet, şiddeti kullanırken meşruiyetini oluşturduğu hukuk sisteminden alır. Modern öncesi devlet modellerinde hukuk; töre, yasa, gelenek vb. kavramlarla adlandırılmıştı. Modern devletlerle beraber töreler yerini yazılı hukuka bıraktı. İster töreye dayansın isterse modern hukuka, suç kabul edilen durumlarda izlenecek yollar belli bir kurala göre işler. Suçu kesinleşen bireylere yine töre ya da yasaya göre işlediği suça karşılık gelen ceza verilir. Günümüzde bu cezanın en ağırı bazı devletlerde hala uygulanan idamdır.

Modern öncesi devlet modellerinde ise öldürmenin her tür ve biçimi bir cezalandırma aracı olarak kullanılırdı. Yakmak, suda boğmak, atlara ezdirmek, yırtıcı hayvanlara parçalatmak, çarmıha germek, kazığa oturtmak, etlerini parça parça kesmek vs. Söz konusu ceza kararı ya doğrudan kral, sultan, şah, padişah ve hakan olarak adlandırılan muktedirler tarafından verilirdi ya da otoritenin tek sahibi olan muktedir tarafından yetkilendirilen kurumlar/kişiler tarafından muktedir adına verilirdi. Modern devletlerin hukuk sisteminde ise karar yetkisi yasalarca belirlenen bağımsız kurumlara verilmiştir ve yetkili kurumlar kararlarını herhangi bir muktedir adına değil millet adına verir.

Dolayısıyla meşru cezalandırma biçimleriyle yetkili kişilerin suçlu olarak kabul edilen kişilere yönelik sarf ettikleri sözlerin paralellik göstermesi gerekir. Yani eğer Orta Çağ Avrupa'sında güvenlikten sorumlu bir yetkiliyseniz cadılıkla suçlanan birine, seni yakaladığımda ateşte yaktıracağım ya da 1200'lü yıllarda Moğol bir yetkiliyseniz, seni kollarından ve ayaklarından atlara bağlatıp parçalatacağım veya vücudunu lime lime kestireceğim yahut şeriatla yönetiliyorsanız işlenen suça göre elini kestireceğim, gözünü oyduracağım, taşlatacağım (recm) diyebilirsiniz. Çünkü onların hukuk sisteminde bu cezaların bir karşılığı var. Ancak modern bir devlette, hele de sık sık biz modern bir hukuk devletiyiz deniyorsa, bu tür cezaların bir karşılığı yok, dolayısıyla suçlu kim olursa olsun ve suçu ne olursa olsun; “gördüğünüz yerde ayağını kırın sorumluluğu bana ait” diyemezsiniz. Bu şekildeki bir ifade sadece insani bir mesele değil aynı zamanda güvenliğinden sorumlu olduğunuz devletin hukuk sisteminin de ihlal edilmesi demektir ve bu ifadenin kendisi açıkça bir suçtur. Zaten yine güvenliğinden sorumlu olduğunuz “hukuk devletinde” ceza yetkisi içişleri bakanına ve ona bağlı kolluk güçlerine değil; bağımsız mahkemelere verilmiştir.

İçişleri bakanı yetkisi dışında sadece ayak kırma talimatı vermiyor, aynı zamanda “İmamoğlu'nun el bağlaması bana göre suç ama soruşturma izni vermem” diyerek kendisini suç icat etme görevlisi de ilan etmiş. Düşünün, bir ülkenin içişleri bakanı yasaya göre değil, kendi arzusuna göre bir suç tanımı yapıyor. Sonra da, kendi icadı olan “suç” hakkında soruşturma izni vermeyerek büyük bir “ihsanda” bulunuyor. Nereden bakarsanız bakın, nasıl yorumlarsanız yorumlayın her türlü garip ve sorunlu bir yaklaşım. Peki hem muktedirin hem de onun içişleri bakanının sürekli olarak ve yüksek tonda kullandıkları hakaret ve şiddet dilini sosyolinguistik açıdan nasıl yorumlayabiliriz? Haftaya kaldığım yerden devam edeceğim…

Editör: TE Bilisim