Günümüz dünyasında insanların çoğu “diglossia” (çift dillilik) olarak adlandırılan aynı dilin yüksek ve alçak varyantlarını kullanırlar. Yani gündelik hayatta insanlar aynı dilin farklı biçimleriyle iletişim kurarlar. İş ortamında, resmi işlerde, yazışmalarda ve örgün eğitimde yüksek varyant kullanılırken; arkadaş ortamında, aile içinde ve sokakta çoğunlukla alçak varyant kullanılır. Herhangi bir dilin resmi olarak kabul edilen yüksek varyantına standart varyant denir ve Türkçe'nin standart varyantı İstanbul Türkçesidir.

Standartlaştırılmış/resmileştirilmiş yüksek varyant dışındaki bölgesel farklılıklar “diyalekt” (ses ve biçim farklılığının düzeyine göre ağız veya şive) olarak adlandırılır; toplumsal cinsiyet (kadın-erkek) varyantına “genderlekt” ve sosyal bir grubun (mahalle/sokak, akran, taraftar, meslek vs.) varyantına ise “sosyolekt” denir. Normal şartlarda prestij, kariyer ve siyasi başarı için standart varyantın kullanılması gerekir. Nitekim Pierre Bourdieu, dil kullanımının ekonomik ve toplumsal sermayeye dönüştürülebilen sembolik bir anlamının olduğunu iddia ediyor. Yani ekonomik ve toplumsal başarı için iyi eğitimin yanı sıra kullanılan dilin de önemli olduğunu vurguluyor. Gerçekten de bir iş görüşmesinde sadece diplomanıza değil konuşma yeteneğinize de bakılır.

Muktedir, konuşmalarında standart varyanttan ziyade alçak varyant kategorisinde yer alan diyalekt (şiveli), genderlekt (cinsiyetçi) ve sosyolekt (sokak dili) varyantlarını kullanmaktadır. Mesela Karadenizli bir kitleye hitap ediyorsa konuşmasının içerisine mutlaka "sesini duyamayrum" ya da “uşaklar başbakanu bir tek çay ile mu uğurlayasunuz, lahananuz nerdedur” gibi şiveli bir iki kelime veya cümle sıkıştırıyor. Ancak Rizeli kimliğinin yanı sıra Kasımpaşalı olduğunu da sık sık hatırlatan muktedir özellikle son yıllarda sosyolekt (Kasımpaşa ile özdeşleşen sokak dili) ve kadınların aşağılandığı eril dil, yani genderlekt varyantlarını daha çok kullanıyor. Muktedir ve onun içişleri bakanının sık sık yüksek tonda ve eril bir dille kendilerine muhalefet eden herkese hakaret ettiklerini ve kullandıkları dilin sadece hakaret olarak değerlendirilemeyeceğini ayrıca bir tür şiddet olduğunu bir önceki yazımda söylemiştim. Peki sosyal bilimciler prestij ve başarı için dilin standart varyantının kullanılması gerektiğini söylerken nasıl oluyor da muktedir, hakaret ve şiddet dilini kullanarak her seferinde seçim kazanıyor? Elbette bunun pek çok nedeni var ama aileden başlayarak sokakta, okulda ve erkekler için askerde devam eden şiddete dayalı eğitimin/terbiyenin bu “başarıda” hatırı sayılır bir yerinin olduğunu düşünüyorum.

Yukarıda söylediğim gibi örgün eğitimde dilin yüksek varyantı kullanılır ancak orada bile cezalandırmalar esnasında fiziksel şiddetin dışında sözel şiddet kullanılırken birdenbire alçak varyanta geçilir. Benim dönemim ve öncesinde okullarda fiziksel ve sözel şiddet en önemli terbiye aracı olarak kullanılmaktaydı. Şimdinin aksine o zamanlar ebeveynler için bu durum asla bir sorun değildi, hatta çocuklar öğretmenlere “eti senin kemiği benim” denilerek teslim edilirdi. Çünkü dayağın cennetten çıktığına inanılırdı. Erkeklerde saçların zorla kestirilmesinden hakaret, küfür ve dayağa varıncaya kadar şiddetin her türüne başvurulurdu. Bahsettiğim kuşaklarda yer alıp da bunlardan en az birine maruz kalmadan mezun olmayı başarmış tek bir insan dahi yoktur. Dayak bireysel olarak atıldığı gibi sıra dayağı olarak adlandırılan toplu halde de uygulanırdı. Aynı şekilde toplu azar yemeler de rutinlerimiz arasındaydı. Kendi kuşağımdan biliyorum, sıra dayağından veya toplu azardan kurtulmuşsanız kendinizi şanslı ve seçilmiş hissederdiniz. Hatta sıra dayağından geçenlerin çektiği acıyı haz alarak ve gülerek izlerdiniz. Şiddete maruz kalan öğrenciler bir sonraki dayak sırasına girmemek için ne kadar dikkatli davransalar da korku filmlerinde olduğu üzere korkunç sondan kaçamazlardı, bugün değilse yarın o sırada mutlaka yerlerini alırlardı. Okullarda estirilen bu şiddet ortamı sayesinde “disiplin” sağlanmış olurdu, en azında o zamanlar öyle zannedilirdi. İlginç olan, dayakçı ve azarlayıcı öğretmenler hem çok korkulan hem de genel olarak sayılan ve sevilen karakterlerdi. Öğrencilerin gözünde onlar işini layıkıyla yapan ideal tiplerdi. Hele de zaman zaman sizi azarlamıyor ve dayak yemeyen seçilmişler arasına koyuyorlarsa gözünüzdeki değerleri daha da artardı. Onlardan gelen bir aferin sözü ile koltuklarınız kabarır, sınıftaki havanız tavan yapardı. Dövmeyen, kibar davranan ve yumuşak tonla konuşan öğretmenler sevilse de daha ziyade dalga geçilen öğretmenlerden olurlardı. Lisedeyken “sizi temin ederim ki” diyerek söze başlayan bir öğretmenimiz vardı. O, standart varyantta ve nazik bir dille konuştukça biz kıs kıs gülerdik. Ortaokuldayken de dayakçı ve çok korkulan öğretmenlerimizden birisi nezle olmuştu. Sınıfa geldiğinde ödevlerini yapmayanları tahtaya kaldırdı. Yine sıra dayağı beklerken onlara sarılıp salya sümük öpmeye başladı. “Bugün sizi dövmeyeceğim hepinizi öperek nezlemi bulaştıracağım” demişti, çok gülmüş ve eğlenmiştik. Ödevini yapanlardan bazıları bu “sıra öpüşü” cezasından mahrum kaldıkları için üzülmüşlerdi; öpülenler ise gururlu, mutlu ve virüslü olarak yerlerine oturmuşlardı.

İster ailede, ister okulda isterse askerde olsun eğitim esnasında uygulanan fiziksel şiddet veya yüksek sesle sarf edilen hakaret ve küfürler aslında başarısız olandan ziyade, onun vasıtasıyla grubun tamamına yapılan bir uyarıdır. Bu sayede olası disiplinsizliklerin önüne geçilmiş olunur. Toplumumuz ekseriyetle bu şekilde fiziksel veya sözel şiddetle terbiye edilmiş kuşaklardan müteşekkil. Dolayısıyla muktedirin ağzından çıkan küfür ve hakaretler her ne kadar devlet adabına yakışmasa da pratikte onun siyasi başarısının en önemli araçlarındandır.

Muktedirin kullandığı dil toplumun bir kesiminde mutlaka karşılık buluyor. Çünkü muktedir, toplumun ortalamasıyla aynı alçak varyantta, yani öğrenilmiş olan eril frekansta konuşmakta. Şiddetle terbiye edilmiş kitleyi herhangi bir konuda ikna etmek için lise öğretmenimin yaptığı gibi nazikçe “sizi temin ederim ki” diye söze başlarsanız ciddiye alınmazsınız. Zira söz konusu kitlenin nazarında kibarlık bir kusurdur ve çoğunlukla kendi eril kimliğinin karşında konumlandırdığı kadınlığa özgü bir davranış olarak kodlanmıştır. Mesela ceketinin önünü ilikleyerek yüksek varyanttan konuşan Bülent Ecevit'in bu resmi ve kibar tavrının yabancı liderler karşısında ülkeyi küçük düşürdüğüne dair baskın bir kanaat vardı. Kendisi hakkında “çok iyi ve dürüst bir adam ama ülkeyi yönetecek kadar sert değil” denirdi.

Muktedirin, sürekli olarak bağırması, muhalifleri azarlaması ve hakaret etmesi kendi kitlesine sıra dayağından kurtulmuş öğrenci hazzını ve mutluluğunu yaşatmaktadır. Bu haz almayı, Elias Canetti'nin ünlü eseri “Kitle ve İktidar”da dile getirdiği deşarj olma haline benzetebiliriz. Canetti, kitle içinde meydana gelen en önemli olayın deşarj olduğunu ve deşarj olmayan kitlenin gerçek anlamda var olamayacağını söylüyor. Ona göre, deşarj sayesinde kitleye dahil olan herkes farklılıklarından kurtulmakta ve kendilerini diğerleriyle eşit hissetmektedir. İşte muktedir, yüksek tondan yaptığı her konuşmayla ve ağzından çıkan her hakaretle kendi kitlesine deşarj olma imkanı sunuyor. Bu durum iktidarı destekleyen kitleyi, tıpkı statta takımını desteklerken sınıf ve konum farklılığının önemsizleştiği taraftarlar gibi, birbirine daha da kenetliyor. Öte yandan muktedir ve çevresi sürekli olarak dış güçlerin ve onların ülkedeki uzantılarının saldırısı altında olduğumuzu dillendirmekte. Yüksek tondan konuşmalar ve muhaliflere yönelik kullanılan şiddet dili iktidar kitlesinde oluşturulan ülkenin saldırı altında olduğu algısını daha da güçlendiriyor. Dış güçler, büyük oyun, üst akıl, faiz lobisi vb. söylemlerle bitmeyen/bitirilmeyen bir çatışma ve gerilim politikası sürdürülmekte, bu da iktidar kitlesini sürekli teyakkuz halinde tutmaktadır. Canetti'nin; çatışma sırasında kitlenin giderek daha çok taraftar çektiği ve bu sayede kitlenin her gün yeni savunucular/destekçiler kazandığına dair söyledikleri ile iktidarın mevcut taktiği örtüşmektedir.

Elbette düşman olarak kabul edilen kesimlerle yaşanan çatışmalar insanları bir araya getirir ve onların kimliklerine sıkı sıkıya sarılmalarını sağlar. Bu nedenle muhaliflere yönelik düşmanlaştırma ve çatışma politikası uzun zamandır kullanılıyor ve işe de yarıyordu. Ancak çatışma politikası üzerinden insanları bir arada tutmanın bir sınır/doyum noktası var. İnsanlar inançları, değerleri ve kimlikleri için birlik olurlar ama uzun süreli çatışma hali psikolojik olarak kitleleri yorar ve yıpratır. Hele de bu pandemi döneminde ekonomik olarak zor günlerden geçiyorken.

Muhafazakar çevrede hep anlatılan hamurdan yaptığı “put”unu yiyen adam örneğinde olduğu gibi açlık kapıya dayanınca hiçbir inanç, ideoloji, düşman ve söylem kitleleri bir arada tutmak için yeterli olmaz/olamaz.

Editör: TE Bilisim