KARANLIĞIN SOL ELİ** -Sabır Taşı Masalı-

Bu yazı Ursula K. Le Guin, Hannah Arendt ve Anadolu analarından/masallarından aldığım ilhamla yazıldı.

"Otoritenin en büyük düşmanı ve onu zayıflatmanın en kesin yolu kahkahadır."

Hannah Arendt (1)

“Ne de olsa iki insan arasındaki derin bir sevginin derin bir acı da verme gücü ve olasılığı vardı.”

Ursula K. Le Guin(2)

Bazı insanlar gülemez ve güldüremez. Kendisiyle ve dünyayla dalga geçemez. Bu büyük bir sorun olur insan topluluklarında. Çocuklar oynayarak ve eğlenerek öğrenirler ve büyürler. Bazı insanlar masal da anlatamaz. Oysa çocuklar masallarla öğrenirler ve büyürler. “Çocukların en önemli işi de budur zaten: büyümek” (3) der Ursula. Masallar insanlık tarihini, insanlar arasında neler olup bittiğini anlatan en önemli göstergelerden ve öğreticilerdendir. Tekrar tekrar okudukça ne çok şey anlattıklarını anlarız. Cesur ve onurlu kahramanlar, uçan halılar, ifritler, cinler, prensesler, ejderhalar, kötü adamlar, tepegözler, kurt adamlar, kötü kraliçeler, keloğlanlar, cadılar, yuvarlak masa şövalyeleri, zalim krallar, beyaz atlı şehzadeler, içinden cin çıkan sihirli lambalar ve daha neler neler. Masal dünyası metaforlar dünyasıdır. Hangi tarihsel dönemde hangi metaforları kullandığımız dünyaya ilişkin paradigmamızı gösterir ve anlatır. Çocukları büyütmek ve insanları eğlendirmek istiyorsanız, lütfen bol bol oyun ve masal öğrenin. Gülmeyi unutmayın. Hayatta ve sağlıklı kalabilmek için kendinizi ve insanları güldürün ve eğlendirin.

Masallar tarih-zaman içinden süzülür, sıyrılıp gelir. Otorite ve kötülük de öyle. Tarih nedir? “Toplumların tarihi sınıf savaşlarının tarihidir” der Engels ve Marx. Otorite insanlığın varoluşundan bugüne bir insanî bir kötülük ya da zaaf olarak var olmadı. Masallardaki kötü insanlar da öyle. Çok fazla arkeolojik ve antropolojik bulgu olmasa da, iyi-çalışkan-akıllı arkeologlar ve antropologlar diyor ki: Otorite ve erk sınıflı toplumlarla birlikte doğdu. Yani ataerki hüküm sürmeye başlamadan önce anaerki yoktu. İnsanlığın ana-soylu dönemleri oldu ama anaerkil bir dönemi hiç olmadı. En azından olduğuna dair kanıt yok elimizde. İnsanlar varoluşun en başından beri kötü ve otoriter değildi. Sanırım, sınıflı toplumlarla başladı bütün bunlar. Ve masallardaki kötülükler zaman içinde oluştu.

Çok ama çok eskiden, evvel zaman içinde insanlar “farklı ama eşit” ilişkiler kurardı. Çok ama çok eskiden, küçük insan toplulukları için “yönetmek” idare etmek anlamına gelirdi. Mesela şöyle derdi topluluktan biri: “Yahu bugün biraz sinirliyim, köyde kavga çıkarabilirim. Söyle kabileye üstüme gelmesinler. Beni bugünlük idare et”. İdarecilik ve idare etmek, o zamanlar, herkesi anlayabilmek - empati yapmak - ortak iletişimi sürdürmeyi sağlamak manasına gelirdi;  “statü” manasına değil. Kabilenin reisi, avcısı-toplayıcısı ile eşit statüdeydi. İdarecilik (yönetim) koordinasyon becerisi olan kadınlar ve erkekler tarafından yapılırdı. Elbette “yönetmek” doğal-toplumsal işbölümü içindeki önemli vazifelerden biriydi. Ama gereğinde kadınlar idarecilik yapardı, gereğinde erkekler. Vaziyet ve dönem neyi gerektiriyorsa. Yönetme görevi verilecek kişinin cinsiyeti, milliyeti, rengi, dini ve dilinden çok becerisine ve karakter özelliklerine önem verilirdi. İdarecilik vazifesini “kim”in yaptığı önemliydi o günlerde; “kimleri temsil ettiği” değil. Çünkü doğal-toplumsal işbölümü içinde her birey kendini temsil ederdi. O zamanlar, evvel zaman içinde demokrasi beşerîydi, merkezî değil. Doğrudan temsil vardı; dolaylı değil. Kararlar hep birlikte, topyekûn alınırdı. Kimse kimseyi temsil etmek zorunda kalmazdı. Evvel zaman ve kalbur saman içinde iken…

Bugün bir masal anlatmak istiyorum. Çok eski bir masal. En sevdiğim masallardan biridir Anadolu’nun “Sabır Taşı” masalı. Bir sevdayı anlatır. Mutlu bir aşk yaşayan ve birbirini çok seven prens ve prensesi kıskanan İfrit, bu mutluluğu bozmak ister. Çünkü ifrit kaçınılmaz olarak kötüdür ve durdurulamaz bir kötülük yapma isteği taşır masallarda. Kötü kalpli İfrit, halayık-kadın kılığındadır bu masalda. İfrit prense bir büyü yapar. Prens sonsuz uykuya dalar. Prensi ve prensesi güçsüz bırakıp ortalığı ele geçiren halayık, prenses olur; prensesi de halayık yapar. Prenses sonsuz uykuya yatan sevgilinin başından bir an bile ayrılmaz yıllar boyu. Uykudaki sevgilisini besler, temizler, sıcak tutar ve bekler. İfrite gücü yetmiyordur. Büyüyü bozamıyordur. Yapabileceği tek şey vardır: beklemek. Prensin bir gün uyanıp kendisine döneceğine inanıyordur. Yürekten seven ve bekleyen sevgiliye. Yıllarca sabreder, bekler. Bir gün bir şekilde büyü bozulur, prens uyanır. O uzun uykudan kalkınca başucunda bekleyen halayık esvabı içindeki sevgilisini tanıyamaz. Prenses esvabı içinde dolaşan ifriti sevgilisi sanır. Onunla kol kola girer ve gezer. Yıllardır bekleyen vefâlı prenses artık daha fazla dayanamaz. Dolapta duran sabır taşını çıkartır ve taşa hikâyesini anlatır. Hikâyeyi dinleyen sabır taşı çatlar. “Çektiğim çile karşısında sabır taşı çatladı. Ben nasıl dayanayım?” diye düşünür prenses. Masal biraz daha devam eder. Sonunu anlatmayayım. Merak eden bulur, okur. Güzel bir sonu var masalın.

Her masal her insandan bir parça taşır. Her masal hepimizin, herkesin masalıdır. Örneğin Çin masalları sadece Çin’i değil, hepimizi anlatır. Nasıl ki Çin’de ortaya çıkan SARSCOV-2 tüm dünyanın virüsü ise, masallar da öyledir. Masallar, Jungien tarifle, insanlığın kolektif bilinçaltı. Sabır taşı masalı da bize dair. İnsanlığa ve tarihe.

Yaşantımın büyük bir kısmında Türk Tabipleri Birliği (TTB) içinde oldum. TTB içinde tarihsel bir dönem / kesit yaşadık dost-meslektaşlarla, hep birlikte. O kesiti orada yaşadığım için, ülkeme ve toplumuma dair böyle masallar okudum ve böyle şeyler öğrendim. TTB içinde olmasaydım pek çok hekim gibi sadece bireysel geçim ve yaşam gailesi içinde olurdum büyük ihtimalle. TTB’ne “Okul” deyişimiz bundan. Okula başladığım sene 1989. 90’lar ülkemizin karanlık yılları. Toplumu karanlık ellerin sardığı yıllar. Ülkenin yönetiminde iki kadının da olduğu yıllar. 1993–1996 yılları arasında Tansu Çiller; 8 Kasım 1996 - 30 Haziran 1997 yıllarında Meral Akşener. O gün bugündür tüm kadınların iyi, tüm kadınların mağdur ve tüm kadınların masum olduğu masalına inanmam. Özgürlük çağrımı tüm kadınlara yaparım ve yazarım. Ama bilirim ki, bazı kadınlar hep zalim kalacak; çünkü bunu tercih ederler. Ve yine bilirim ki, bazı kadınlar hep mağdur kalacak; çünkü bunu tercih ederler.

TTB Okulu’nda o yılların ve her dönemin önemli ve meşhur isimlerinden ilk tanıştığım kişi Dr. Mahmut Ortakaya. Yeni mezundum, mecburi hizmet yılları, Hatay. Mahmut Ortakaya bir dengbejdi; bir masal anlatıcısı. O zamanlar bile ak saçlıydı. Güleçti ve hayatın komik yanlarını zarif bir dehâ ile göstererek güldürürdü hepimizi. Sene 1990, yer İskenderun. Toplantının amacı fikir alışverişi yapmak. Gençler, yaşlılar, kadınlar ve erkekler, hepimiz bir arada. Türkiye İnsan Hakları Vakfının (TİHV) kuruluş yılları. Ne kadar kışkırtıcı, verimli tartışmalar yapılırdı o yıllarda. Tartışmanın konusu “Günümüzde insan hakları nelerdir? Nasıl ele alınmalıdır?”.

Mahmut abi şöyle konuştu o toplantıda: “Türkiye’de insan haklarını savunmak nedense hep solculara ve TTB’de de solcu tabip odalarına düşmüştür.  Oysa İslam’da insanlar Allah’a “Hak” diyerek seslenir. Hak Allah’ın 99 adından biridir. İslam inancına göre nasıl ki Allah’ın varlığı tartışılmazsa, hak’lar da devletler tarafından tartışmasız kabul görmeli. Mademki bir İslam ülkesinde yaşıyoruz, hakları önce İslam inancına sahip insanlar savunmalı. Vallahi anlamıyorum Müslüman bir ülkede bu kadar yoğun insan hakları ihlalleri olmasını. Eh masaya bakıyorum da, insan haklarını tartışmaya ve savunmaya yine solcular gelmiş. Eskiden solcular sosyalizmi savunurdu. Şimdi yeşiller var, feminizm var. Onlar da solcu. Eh yaşadığım şehirde, Diyarbakır’da hayat nasıl hepiniz biliyorsunuz, yoksulluk var, işsizlik var, faili meçhuller, köy boşaltmalar. Hayat buralardakinden biraz daha farklı bizim oralarda. Şimdi ben bu konuştuklarımızı Diyarbakır’da nasıl anlatayım? Hadi feminizmi anlatırım, kadınların hakları. Benim insanlarımın haklara çok ihtiyacı var. Bu önemli bir mevzu. Ama yeşilleri nasıl anlatayım ormanları, tarlaları yakılan insanlara?”

Mahmut abi tatlı bir gülümsemeyle konuştu ama hiçbirimiz gülmedik anlattıklarına. Uzun uzun sustuk ve dinledik. Dinledik, ilk kez duyduğumuz bir Kürt masalı dinler gibi. Uzun uzun anlattı bizlere insanların çektiği acıları, çatışmalar nedeniyle kapanan köy yollarını, aşısız kalan bebekleri. Kötülüğün yarattığı bu acı hikâyenin gülünecek yanı yoktu. Dinledik ve anladık hep Mahmut abiyi ve anladık acı çeken halkları, insanları. İşte o yıllarda böyle sohbetler yapılırdı Tabip Odalarında. Öğrenirdik. Ülke gerçeklerini öğrenirdik. Bir masal dünyasında yaşar gibiydik. Mahmut abi halkının masalını anlatıyordu bize. Bir kısmımız ilk kez duyuyordu ve hevesle dinliyordu bu masalı.

Masallardan öğreniyorduk hayatı, onlar bizi büyütüyordu. Büyüyorduk. Şimdi büyüdük. Ve orijinali Yunanca olan şarkıda denildiği gibi mi oldu: “Biz büyüdük ve kirlendi dünya”? Hakikat nerede? Hakikaten kirlendi mi dünya? Kim kirletti? Biz mi kirlettik? Sistem mi kirletti? Temizlemek mümkün mü? “Herkes kendi kapısının önünü süpürse şehir pırıl pırıl olur” der bazen belediyeler. Acaba bugünlerde herkes kendi kapısının önünü süpürmeye başlar mı?

Masallarla başladım ve öyle bitireyim. Pek eğlenceli bir son değil ama mutlu bir son. Eğlence bölümüne yapacak bir şey yok. Burası çok eğlenceli bir yer değil. Biraz gamlı ve kasvetli günler. TTB’de merkez seçimi yaklaşıyor. Deprem var. Sınır kapılarında göçmenler, İstanbul Sözleşmesi meselesi var, ekonomi tıkırında değil, pandemi var, kış geliyor, Covid-19 aşısı da yok hâlâ.

Ortadoğu’da masallar “ and they lived happily ever after” (sonsuza dek mutlu yaşadılar) diyerek bitmez. “Gökten 3 elma düştü. Biri anlatanın, biri dinleyenin, biri de filancanın başına” diye biter. Ortadoğu’da halkların başına sonsuz mutluluk düşmez. Düşe düşe 3 elma düşer. O da bölüşmek kaydıyla. Bu topraklarda mutluluk Sloven masallarındaki gibi sonsuza dek sürmez. Hep 5 dakkada değişir bütün işler. “Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine” diye biter bizim masallar. Murâda ermenin neticesi kerevete çıkabilmektir buralarda. O bile mutlu eder insanları. Çünkü mutluluk için insanlara tahtlar ve statüler değil, bir kuru kerevet de yeter. Yeter ki kötülük sıradan ve olağan hale gelmesin. Yeter ki karanlığın sol eli sadece Anarres gezegenini (3) işaret etsin. Çünkü Ursula K. Le Guin Mülksüzler kitabında der ki:

"Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir.

Devrim'i satın alamazsınız.

Devrim'i yapamazsınız.

Devrim olabilirsiniz ancak.

Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiç bir yerde değildir."

* ve (1) : Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı (Orijinal adı: A Report On The Banality Of Evil / Eichmann In Jerusalem), Metis Yayınları, Mart 2012.

** ve (2) : Ursula K. Le Guin, Karanlığın Sol Eli (Orijinal adı: The Left Hand of Darkness), Ayrıntı Yayınları, Haziran 2018.

(3) : Ursula K. Le Guin, Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar (Orijinal adı: Women, Dreams, Dragons), Metis Yayınları, 20.05.2020.

(4) : Ursula K. Le Guin, Mülksüzler (Orijinal adı: The Dispossessed), Metis Yayınları, 03.04.2020.

Editör: TE Bilisim