Ekonominin Bireyin Ruh Sağlığı Üzerine Etkileri

Bir ülkenin ekonomik modeli,  o ülkenin rejimini dolayısıyla siyaset, din, eğitim ve aile gibi tüm toplumsal kurumlarını,  bu kurumların işleyişini ve örgütlenmelerini doğrudan etkileyip belirleyen temel faktördür. Türkiye' nin de içinde yer aldığı Kapitalist coğrafyalarda 1920' lerden itibaren uygulanmaya başlayan Fordizm ve 1970' lerden itibaren onun yerini alan Post-Fordizm, ekonomik hayatın her alanında etkisini göstermiş; ayrıca toplumsal yapının, devlet anlayışının, kültürün ve günlük yaşamın içine girerek sosyal yapıyı doğrudan biçimlendirmiştir. Gramsci' ye göre Fordizm yeni ve kitlesel bir meta üretim tarzı olmakla birlikte, kitlelerin ve onu oluşturan bireylerin zihinlerinin içeriklerini belirleyen,  yeni bir insan türü üreten ekonomik bir modeldir. Çünkü Ford, işçilerin ne kadar ücret alacağının yanı sıra bu ücretleri tüketeceklerinden de emin olmak istemiştir. Bunun anlamı, insanların kişiliklerinin tamamen tüketici bir prototipe göre  tasarlanması ve biçimlendirilmesidir.

Kapitalizmin eko-politik kişilik tasarımı, salt tasarım olarak kalmamış, 1920' lerde evlere sosyal görevliler ordusu gönderilerek yeni tüketim insanının (homo-economicus) sistemin beklediği rasyonel  ve sağduyulu  tüketim kapasitesine, düzgün aile hayatına ve ahlaki değerlere  sahip olmasını istemiştir. Böylece Fordizm, bir yaşam tarzı düzenleme biçimine dönüşmüş; İnsanlara önce gelir sağlama, sonra da bu geliri nasıl kullanacaklarını öğreterek onların yaşam biçimlerini doğrudan doğruya belirleme çabası gütmüştür. Radyo ve televizyonun kitleselleşmesiyle birlikte yeni yaşam biçimlerini kitlelere yayma fırsatını çok iyi kullanarak küresel bir tüketim kültürü oluşturmuştur. Ayrıca ekonomik insan hayalini günümüzde diğer kitle iletişim araçlarıyla evrensel boyuta taşımış ve bunda da son derece başarılı olmuştur.

Her bireyin, sosyal ve kültürel bir varlık olması ve içinde bulunduğu kültürü içselleştirmesiyle tüketim kültürünün etkisiyle  çevresindeki canlı-cansız her şeyi metalaştırmış; canlı hayvanlar kafeslere sokularak alınıp satılır olmuş veya havuzlarda, sirklerde gösteri nesnesine dönüştürülerek araçsallaştırılmıştır.

İnsan zihni, doğası gereği gerekli gereksiz doğadaki her elementi soyutlama, genelleme ve sınıflandırma işine yatkın olduğundan, insan da bu sınıflandırma ve genellemeden nasibini almış; insanlar cinsiyetlerine, renklerine,  ırk- kültürlerine ve paralarının miktarına göre sınıflandırılmıştır. Ayrıca, her şeyin meta olarak değerlendirildiği koşullarda bu tikel durumları genelleyerek bizatihi kendi insani ilişkilerini de çıkarlar üzerine kurarak tümevarmıştır.

Bu bağlamda sol ideolojiden sağa, okur-yazar olmayanından akademisyenine kadar tüm bireyler çeşitli düzeylerde tüketim kültüründen payını almış ve homo-economicus spektrum grafiğinin orta noktasına yakın, sağ veya solunda  yığılmış bir durumda konumlanmıştır . Bu durumu, kişilerin soyut teorik fikirlerine aldırış etmeden,  günlük yaşamdaki davranışlarını gözlemlemekle tespit etmek mümkündür. Tüketim kültürüne karşıt olduğunu beyan eden bir kişinin markalı ürünleri tercih etmesi  bir çelişki olmasının yanı sıra, bizlere ancak buzdağının görünen yüzünü ifşa etmektedir.

Bireyler üzerinde tüketim kültürünün etkisi tek başına davranış örüntüleri şeklinde olmayıp aynı zamanda onların kişilikleriyle de bir uyumlanma oluşturmuştur. Bu anlamda bireyler elinde olanlarla kendilerini daha güvenli hisseder hale gelmiş, ötekilere de bu bağlamda anlam yüklemeye başlamıştır. Ayrıca kişinin bindiği arabanın, giydiği kıyafetin, içtiği sigaranın markası  kendisini yine kendisine değerli hissettirir olmuş; özellikle sanayi devriminin yaşanmadığı ülkelerde ''satın almak''  bir maymun iştahına dönüşmüş, kişinin içi boş kendiliğini geçici hazlarla doyurma aracına dönüşmüştür.

Eğer bireyin kendi değer algısını belirleyen satın alma gücü ise, ulusal paranın değerinin düştüğü enflasyon ortamlarında bu bireylerde bir kaygı yükselişinden söz etmek anlamsız olmayacaktır. Paranın değerinin düşmeye devam etmesi, kişileri ve toplumu giderek daha gergin, kaygılı ve değersiz hissettirmeye devam edecektir.

Tüketim toplumunun bir diğer özelliği, metalarla örülmüş ilişkilerin, bireysel anlamı belirsizleştirmesidir.  Tüketebildikçe haz duyan ve kendini oyalayan birey, tüketebilme özgürlüğü elinden alındığında kendini engellenmiş hissederek  eski alışkanlıkları yüzünden hayatına anlam katabilecek yeni bir alternatif bulmakta zorlanır.

Bu sebeplerle, yüksek enflasyon ve devalüasyonun yaşandığı durumlarda ulusal paranın değerinin düşüp, ürünlerin fiyatların artması bireylerin rahat tüketememesi sonucu özdeğerlik algısında da bir indirime gitmesine yol açıyor. Çünkü yapay olarak oluşturulan sahte benlik, değerinin gücünü sırf varolmasından ve insani değerlere sahip olmasından değil sahip olduklarının veya sahip olabilme olasılığından almaktadır. Ayrıca, insanın en hoşlanmadığı durumlardan olan belirsizlik, ekonominin belirsiz olduğu durumlarda kişilerde hali hazırda zaten varolan üzerine ekstra bir kaygı oluşturmakta ve duygularının sebebini anlayamadığı bir anksiyete  ve depresyona yol açmaktadır. Günümüz toplumlarında bu anksiyete sonucu oluşan intihar vakalarında sürekli bir artış yaşanmasının sebeplerinden birisi bu durumdur. Çünkü kişinin sosyal etkileşimi zayıf, sahip olduklarını elinde tutamamakta ve geleceğe de karamsar bakmaktadır. Dahası kendinde bu durumları değiştirebilecek gücü görmemekte, öz-etkinliğinin olmadığına inanmaktadır.

Sonuç olarak günümüz bireyleri varoluşsal yalnızlıklarına ek olarak, tüketici ve araçsallaşmış ilişkilerin yaşandığı toplumda kendilerini daha da yalnız hissetmektedirler. İşsizlik riskinin sürekli mevcut olması ve toplumsal dayanışmanın yok denecek oranda azalması ise kişiyi savunmasız ve güvensiz hissettirmektedir. Ancak unutmamak gerekir ki, insan türünün günümüze kadar varolmasının sebebi onun sosyal bir hayvan olması nedeniyleydi; fakat yalnızca kendi neslini değil maalesef ki diğer canlı türlerini de toptan yok etme pahasına yabancılaşmanın içerisinde boğulmakta ısrar etmektedir.

Editör: TE Bilisim