“Düşünülemez olanın düşünülür hâle geldiği ve imkânsız olanın gerçekleştiği zamandı.”[1] Devasa boyutlu küresel bir ekolojik yıkım ile yüz yüzeyiz…

‘Uluslararası Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Bilim-Politika Platformu’nun (IPBES) raporuna göre, “Doğanın büyük bir kısmı zaten kayboldu, kalanı ise gerilemekte… Karasal çevrenin yüzde 75’i, deniz çevresinin yüzde 40’ı ve akarsuların yüzde 50’si önemli bozulma işaretleri veriyor.”

Evet yeryüzünün yüzde 40’ından fazlası artık tarımsal veya kentsel alanlara dönüştü.

Okyanusların sadece yüzde 13’ü ve karanın sadece yüzde 23’ü hâlen “doğal” olarak sınıflandırılabiliyor.

Topraktaki bozulma, yeryüzündeki tarımsal üretimi yüzde 20 oranında azaltarak, 3 milyarı aşkın kişiyi etkiledi. 1990 ile 2015 arasında küresel ormanlık alanlar yüzde 6 oranında azalarak, 4.28 milyar hektardan 3.99 milyar hektara geriledi.

Dünya nüfusunun yüzde 60’a yakınının kentlerde yaşadığı koşullarda, kentsel alanlar 1992’den beri ikiye katlandı. Kirlilik düzeyini belirlemek daha zor, ancak gübre kullanımı arttı.

Gezegende kullanılmış ve kirletilmiş suyun yüzde 80’i çevreye dökülüyor ve aynı zamanda 300 ila 400 milyon ton ağır metal, çözücü, kimyasal çamur ve diğer atıklar her yıl sulara bırakılıyor. Böylece, dünya nüfusunun yüzde 40’ından fazlası temiz suya erişemiyor.

Her yıl milyonlarca ton plastiğin döküldüğü okyanusların sağlığı da iyi durumda değil. Balık avı endüstrisine bağlı 70 bin gemi, denizlerin en az yüzde 55’ini kullanıyor. Temel balık stoklarının yüzde 75’ine yakını bugün tüketilmiş veya aşırı işlenmiş durumda.

Bilim insanları gezegende 8 milyon dolayında hayvan ve bitki türü olduğunu tahmin ediyor. Ancak bunların 1 milyonu tarım, balık avı veya küresel ısınmanın baskısı altında yok olma tehlikesi yaşıyor.

Uzmanlar, türlerin yok olma oranının her an ani bir hız kazanabileceği uyarısını yapıyor. 3 bin dolayında omurgalı ve 40 bini aşkın bitki, yaşam alanlarına verilen zararlardan dolayı daha şimdiden yok olmaya mahkûm edilmiş durumda.

Rapor her ne kadar omurgalılar üzerine yoğunlaşsa da, karada ve denizde hayvan nüfusunda genel bir azalmaya dikkat çekiliyor.[2]

‘IPBES raporuna göre, dünyadaki bitki ve hayvan türlerinin yüzde 12’si tükenme tehlikesiyle karşı karşıya”yken[3] ve de ‘Dünya Doğayı Koruma Vakfı’ (WWF) ile ‘Küresel Ayak İzi Ağı’nın ‘Dünya İnliyor’ raporuna göre de, “Avrupalılar, kıtanın doğal ekosisteminin sunduğundan iki kat daha fazla kaynağı tüketiyor”ken;[4] bu kadar da değil!

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) açıkladığı rapora göre, dünya genelinde biyoçeşitliliğin azaldığına dair kanıtlar artmakta ve bu durum, gıda arzı ve çevre için “büyük bir tehdit” oluşturuyor.

“Gıdalarımız için kritik önemde olan bitki, hayvan ve mikroorganizmalar yok olduğunda, bunun geri dönüşü yok,” denilen rapora göre, biyoçeşitliliğin azalma nedenleri ise çok fazla. Orman varlığının azalması, dağların ve yaylaların imar, maden ve enerji amaçlı yağmalanması, akarsuların, denizlerin ve yeraltı sularının hızla kirlenmesi, küresel iklim değişimi gibi birçok neden biyoçeşitlilik üzerinde adeta soykırıma yol açıyor.

Biyoçeşitlilik azalırken aynı zamanda tarımsal üretimde de ciddi düşüşler yaşanıyor. Tarım arazilerinin amaç dışı kullanımı, biyoçeşitliliği katleden tarım ilaçları, arazilerin sınaî ve kentsel atıklarla kirletilmesi vb. nedenler, gıda üretiminin tehlikeli biçimde azalmasına yol açıyor.

Durum o denli vahim ki doğa tahribatı ve iklim değişikliğinin türlerin yok oluş hızını arttırdığı ve altıncı büyük yok oluşa neden olabileceği belirtiliyor.

Galiba şimdilerde Sait Faik Abasıyanık’ın, “Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.

Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz.

Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük.

Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi,”[5] denilen vahşet dengesi(zliği)yle yüz yüzeyiz…

Yine IPBES’in verilerine göre: 1700’de var olan sulak alanların yüzde 85’i 2000’de kaybedildi…

İnsansal faaliyetler dünyada bulunan kara parçalarının yüzde 75’ini etkiledi…

Ormanların yüzde 50’si tarımsal faaliyetlere açıldı…

İklim değişikliğinden ötürü karada yaşayan memeli hayvanlar yüzde 47 oranında zarara uğradı…

Amfibilerin nesli yüzde 40 oranında tükendi…

2015’ten bu yana balıklarda aşırı avlanmadan ötürü yüzde 33 azalma yaşandı. Deniz memelilerinin türleri yüzde 33 oranında azaldı…[6]

‘Berlin Doğa Tarihi Müzesi’ araştırmacılarından Emrah Çoraman, “Doğa tahribatı, türlerin yok oluş hızını arttırdı. Soyu tükenen türlerin sayısı o kadar hızlı artıyor ki, bilim insanları bunun altıncı büyük yok oluşa neden olacağını düşünüyor… Yakın gelecekte iklimin daha da ısınması, canlı türlerinin büyük kısmını ortadan kaldırabilir,”[7] diyor.

* * * * *

Sürdürülemez kapitalist yıkımın Max Horkheimer’ın, “İnsan, paranoyakça bir hırsla doğayı kendine ait kılmaya çalışmaktan vazgeçtiği anda doğanın dilinin çözülmeye başladığını görebilecek,” saptamasını tekzip ettiği vahşetin orta yerinde; “Doğa insanın dışında yabancı bir nesne değildir, insan doğanın bir parçasıdır, insan doğayla bütünleşmiştir, insan doğa sayesinde var olmuştur ve doğa sayesinde varlığını sürdürmektedir,”[8] saptamasının artık bir anlamı kalmamıştır.

“Nasıl” mı?

İnsanların ormanları yok edip yerlerine yerleşim alanları açarak biyolojik çeşitliliği azaltmalarının Covid-19 ve benzeri pandemileri yaygınlaştırdığı artık biliniyor. Peki, bu nasıl oluyor? 6 kıtadan yaklaşık 6 bin 800 ekolojik topluluğun incelendiği yeni bir araştırma bunun nedenini açıklığa kavuşturdu:

Kimi canlı türleri yeryüzünden yok olurken, sıçanlar ve yarasalar gibi yaşamlarını sürdürmeyi becerebilen türler bir olasılıkla insanlara da sıçrayabilecek tehlikeli patojenlere ev sahipliği yapıyor. Londra University College’den Kate Jones tarafından yürütülüp; sonuçları 5 Ağustos 2020’de ‘Nature’ dergisinde yayımlanan araştırma; doğanın tahribatı ve biyoçeşitliliğin yitimi ile salgın hastalıklar arasında bağlantıya yeni kanıtlar ekledi.[9]

“Bir mekânın doğanın parçası olması, onun toplumsal üretim ilişkilerine girmesini engeller,”[10] gerçeğine sırt dönen sürdürülemez kapitalizmin doğal yaşamı adeta katleden varlığı son yıllarda büyük felaketleri ortaya çıkarmaya başladı. En son salgın hastalıklarla boğuşan halklar şimdi de çekirge istilaları ile yüz yüze. Tüm bu yaşananların ise iklim değişimlerinin bir sonucu olduğu belirtiliyor

Afrika’da kıtlığa yol açacak olan çekirge istilası Türkiye’nin sınırlarına da dayanmış durumda. İklim değişiminin önemli sonuçlarından biri olan çekirge istilası, sadece Kenya’da bir gün içinde 85 milyon kişiyi besleyebilecek tarımsal üretimi yok etti. İstilanın ana nedeni okyanus akıntılarına bağlı olarak değişen iklim koşulları olarak görünüyor. FAO’ya göre yaklaşık 800 milyon kişinin gıdaya ulaşımı tehdit altında.[11]

Bu tabloda Aristo’nun, “Kimi ister kimi verir, doğa ile insan bir bütündür,” önermesindeki üzere, “natura nos ad majora quaedam genuit/ doğa bizim için daha çok şey yarattı,” yaratmasına da; “lusus naturae/ tabiatın oyunları”nı unutmamak gerekiyor…

Jean-Jacques Rousseau’nun, “Doğa hiçbir zaman bizi aldatmaz, birbirlerini aldatan her zaman insanlardır… Ey, sürekli tabiattan yakınan akılsızlar! Biliniz ki başınıza ne geliyorsa yaptıklarınız yüzünden geliyor,” ve Michel de Montaigne’ın, “Doğanın istediği gibi düşün ve yaşa… Doğanın yasaları bizim yaptıklarımızdan her zaman daha akıllıcadır,” uyarılarındaki üzere…

* * * * *

Ancak bu, sürdürülemez kapitalizm koşullarında mümkün değil!

“Neden” mi?

Sanayi kapitalizminin 250 yıldan az bir geçmişi var ve bu kadarcık zamanda dünyayı yaşanamaz hâle getirmiş bulunuyor…

Neden böyle bir durum ortaya çıktı? Neden bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıktı? Bu “çöküş” hâlinin sebebi ne?

Bizim dilimizdeki karşılığı sermaye sistemi demek olan kapitalizm, insanlık ve uygarlık tarihinde bir sapmaydı…

Öküzün arabanın arkasına koşulmasıydı. Amaçlarla araçların ters-yüz olmasıydı…

Normal olarak bir üretim tarzında, bir uygarlıkta, üretim ihtiyaçları karşılamak için yapılır, yapılması gerekir. Bir kullanım değeri üretmek amacıyla yapılır… Üretimle tüketim arasında bir kopukluk olmaz. Oysa, kapitalizm dahilinde üretimin birincil amacı ihtiyaçları karşılamak değil, pazarda satmak üzere mal üretmek, kâr etmektir. Başka türlü söylersek, kullanım değeri değil, değişim değeri üretmektir…

Dolayısıyla, üretim etkinliğiyle ihtiyaçların karşılanması gereği arasındaki ilişki ters-yüz olmuş durumdadır…

Fakat bir şey daha var: Her bir kapitalist veya kapitalist işletme, her seferinde daha çok üretmek zorundadır…

Üretim çılgın bir rekabet ortamında gerçekleşiyor ve kapitalist işletmeler toplam artı değerden en büyük payı kapmak için kıyasıya bir yarışa giriyorlar…

Zira, büyümek veya yok olmak ikilemiyle karşı karşıyadırlar…

Başka türlü söylersek, kapitalist sistem, sınırsız büyümeye endeksli bir rotada yol alıyor. Oysa, bu dünyanın kaynakları sınırlı, sonlu…

Hem sınırsız büyüme dinamiği geçerli ve hem de kapitalist işletmeler üretimin insanî, toplumsal ve ekolojik sonuçlarını, insana ve doğaya verilen zararları dikkate almıyorlar… Alırlarsa kâr oranı düşer…

Oysa, bir şey üretmek demek, doğadan bir şeyler çekmek, azaltmak, eksiltmek demektir. Aynı şekilde üretirken de, tüketirken de kirletmek demektir. İşte şimdilerde güzel dünyamızın artık yaşanmaz bir yer hâline gelmesinin asıl nedeni bu…

Burjuva iktisatçılar kapitalist üretimin topluma ve doğaya verdiği zararlara “dışsal ekonomiler” diyorlar…

Oysa dışarıda kalan bir şey olmadığı şimdilerde bariz bir şekilde görülüyor ve sonuçlarına da katlanılıyor…

Aslında bu yaklaşım “kârdan başka hiçbir şey bizi ilgilendirmez,” demektir…

Kapitalist gelişmenin her ileri aşaması daha çok üretim ve daha çok tüketim demek, ama aynı zamanda daha çok sosyal kötülük (işsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet, şiddet, terör, savaş, vb.) ve daha çok doğa tahribatı veya aynı anlama gelmek üzere, daha çok ekolojik yıkım demektir…

Günümüzde kapitalizmin kör mantığı insanlığı ve uygarlığı kritik bir kavşağa taşımış durumda. Aslında kapitalizm ölümcül virüsü bünyesinde taşıyan tuhaf bir üretim tarzı…

Şimdilerde kapitalizm ‘yeteri kadar’ değer üretemez durumda. Dolayısıyla “iç sınırına” dayanmış bulunuyor… Sürdürülemezliğin birinci nedeni bu…

Ve ikincisi, doğal kaynaklar stokunun azalması ve doğal çevrenin kirlenmesi kapitalizmin ekolojik sorunla ilgili olarak “dış sınırına” da dayanması demek! Bugün sistemin patinaj yapmasının, “sürdürülemezlik” duvarına dayanmasının nedeni bu…

Kapitalist büyüme kaçınılmaz olarak, ekolojik yıkımı tetikliyor…

Nitekim son 25 yılda 50 bin hayvan türü yok oldu…

Biyolojik çeşitlilik hızlı bir tempoyla yok olmakta. Kapitalizm için vazgeçilmez olan madenler ve enerji kaynakları azalmakta, tükenmekte, tabii pahalılaşmakta…

Tatlı sular kirlendi ve azaldı. Dünya Sağlık Örgütü’nün verdiği rakamlara göre sanayileşmiş ülkelerde kanserin yüzde 62’si sanayi çıkışlı yiyeceklerin ve çevre kirlenmesinin sonucu…

Dünya Bankası’nın raporuna göre, dünyanın en büyük 500 özel şirketi, bankalar da dahil, dünya GSYH’sının (gelirinin) yüzde 52’sine el koyuyor ve bunlar hiçbir denetime tabii değiller. 2017 yılında en zengin 8 milyarderin serveti 3.6 milyar insanın geliri kadardı…

Geride kalan 5 yılda süper zenginlerin (10 milyar dolar ve üstü serveti olanlar) serveti yüzde 21 arttı…

İnsanlığın yoksul öteki yarısının geliri de yüzde 18 azıldı…

Zira, kapitalizm dahilinde yoksulluk yaratmadan zenginlik yaratmak mümkün değildir… Tabii durum böyle olunca her 5 saniyede 10 yaş altında 1 çocuk açlıktan ölüyor…

2 milyar insan uygun ve düzenli içme suyundan mahrum… Oysa, ‘Dünya Gıda ve Tarım Örgütü’, tarımın 12 milyar insanı doyurabilecek potansiyele sahip olduğunu ileri sürüyor. Şimdilerde Güney denilen yeni sömürge statüsündeki ülkelerde salgın hastalıklar almış başını gidiyor…

Bölgesel savaşlar tam bir çöküş tablosu ortaya çıkarmış durumda… Velhasıl kapitalizm öldürüyor… Eğer dünyamızın sınırlı kaynakları bu hızla yok edilmeye devam ederse, çok değil, otuz yıl sonra (2050’lerde), bugünkü gibi 4-5 gezegen gerekecek… Artık, insanların, özellikle de bu sefil süreçten zararlı çıkanların vakitlice ayağa kalkması ve gereğini yapması gerekiyor… Aksi hâlde geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir…[12]

Evet ‘Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) yıllık ‘Ticaret ve Kalkınma Raporu’nda (TKR) vurgulandığı üzere, hiper-küreselleşmenin kuralları değiştirilmedi. Neo-liberalizmin gündemi sürekli olarak “yık, yak ve yok et” biçiminde sürdürülmekte. Sonuç ise eşitsizlik, borçluluk, istikrarsızlık, yetersiz yatırımlar ve sosyal şiddet oldu. Dolayısıyla, aslında finansal çöküşün hazırlayıcıları gezegenimizin ekolojisinin çöküşünün de sorumlusudur. “Finansal sistemin sağlığı” adına atılan adımlar, “çevrenin sağlığını” tehdit etmektedir.

Özel sermaye birikimine dayalı büyüme, kamusal malların üretimini ve sosyal faydanın korunmasını sağlayamamakta; eşitsizlik ve sürdürülmesi olanaksız tüketim kalıpları yaratmaktadır. Gezegenimizin doğal kaynaklarının mevcut kullanım düzeyi ve tüketim deseninin, çok yalın ifadeyle, sürdürülmesi mümkün değildir.[13]

Bunlara bir de “otomobil uygarlığı”nın “karbon ayak izleri”ni eklersek; karbondioksit emisyonunun kapitalizmin özgün bir üretim tarzı olarak şekillenerek, sanayi devrimiyle yaygınlaşmaya başlamasına kadar hiç değişmediğini görürüz. Karbondioksit (CO2) emisyonu kapitalizmle birlikte başlıyor, hızla, özellikle, Fordist, hidrokarbon kapitalizminin yayılmaya başlamasıyla birlikte tırmanıyor.

Küresel ısınmaya ilişkin (küresel ortalama sıcaklık) gözlemler bunu doğruluyor; dahası küresel ısınmanın 1980’lerden bu yana, malların ve insanların küresel dolaşımını, dolayısıyla taşımacılık ve turizm sektörlerinin gelişmesini teşvik eden neo-liberal küreselleşme döneminde hızlandığını gösteriyor.

Nüfus artışına ilişkin veriler de bu grafiklerle uyum içinde. Kapitalist üretim tarzı şekillenene kadar 1 milyarın altında kalan dünya nüfusu, 1800- 1900 arasında ikiye katlanmış. Ondan sonraki yüz yılda da dört kattan fazla artarak 9 milyara ulaşmış. Peki, bu insanların yaşam alanlarındaki gelişmelerle yukarıdaki veriler arasında bir ilişki var mı? Kentleşme hızını gösteren grafiklere baktığımızda kapitalist üretim tarzının gelişmesinin baş döndürücü bir kentleşme hızıyla atbaşı gittiğini görüyoruz.

Özetle, kapitalizmin özgün bir üretim tarzı olarak şekillenmeye başlamasını, sanayileşmeyle, kentleşmeyle, hızlı nüfus artışıyla, CO2 emisyonuyla canlı türlerinin tükenme eğilimini ilişkilendirdiğimizde şu sonuca varmak kaçınılmaz oluyor:

Bu tükenişten, on binlerce yıl, doğa üzerinde yıkıcı bir etki yapmadan yaşamayı başaran “insan” değil, son üç yüz yılda gelişen, kendi insanını yaratan kapitalist üretim tarzının yaşam biçimi sorumludur.[14]

* * * * *

Sürdürülemez kapitalizm yaşama kastediyor; kirletiyor; yıkıyor; yok ediyor!

Hızla sıralıyoruz…

i) ‘Environmental Research’ dergisindeki araştırmaya göre, dünya üzerinde 15 yaş ve üzeri insanlarda her beş ölümden birinin sebebi hava kirliliği.[15] Çalışma, fosil yakıtların yakılmasından kaynaklı ölümlerin 2 kat daha fazla olduğunu gösteriyor…[16]

ii) ABD ‘Sağlık Etkileri Enstitüsü’nün ‘Küresel Hava Durumu 2020’ raporuna göre, 2019’da hava kirliliği yaklaşık yarım milyon bebeğin yaşamlarının ilk ayında ölümlerine yol açtı. Yine 2019’da, dünya genelindeki 6.7 milyon ölüm uzun süre hava kirliliğine maruz kalmaktan kaynaklandı…[17]

iii) Araştırmacılar her yıl dünyada yaklaşık 8.8 milyon, Avrupa’da yaklaşık 800 bin kişinin hava kirliliği yüzünden yaklaşık 2 yıl daha erken öldüğünü açıklandı. ‘European Heart Journal’ bilim dergisindeki araştırmaya göre, bu sayı dünyada tütün tüketiminden ölen insanların sayısından çok daha fazla…[18]

iv) Almanya Mainz Üniversitesi Tıp Merkezi’nden Profesör Thomas Münzel, hava kirliliğinin sigaradan daha fazla ölüme neden olduğunu, sigaradan kaçışın mümkün olduğunu ancak kirli havadan kaçılamadığını söyledi. WHO da hava kirliliğinin “yeni sigara” olduğu açıklamasını yaptı. Araştırmalar, Avrupa’da hava kirliliğinden kaynaklanan ölümlerin, sigaradan ölenlerden daha fazla olduğunu ve önceki tahminlerin iki kat üzerinde olduğunu ortaya çıkardı. ‘The European Heart Journal/ Avrupa Kalp Gazetesi’ndeki haberde, kirli havanın önce akciğeri vurduğunu, bunun da kan dolaşımı ve kalp rahatsızlıklarını tetikleyerek solunum hastalıklarından ölenlerin sayısını ikiye katladığı anlatıldı.[19]

v) Dünya hava kalitesi indeksi verilerine göre her 10 kişiden 9’u her nefes alışında sağlığa zararlı hava soluyor. WHO’ya göre soluduğumuz havanın bir metreküpünde sınır partikül 20 MG iken, Türkiye’de kabul edilen bu sınır ise 4. 1 MG partikül.[20] ‘Temiz Hava Hakkı Platformu’nun, ‘Kara Rapor 2020: Hava Kirliliği ve Sağlık Etkileri’ raporuna göre, 2019’da, Türkiye’de hava kirliliği (PM10) yeterli veri olan 51 ilin yüzde 98’inde Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün sınır değerlerinin üzerinde gerçekleşti…[21]

vi) Birmingham, Leicester ve Harvard Üniversiteleri’nin ortak araştırmalarına göre 2018 yılında fosil yakıt kaynaklı hava kirliliği dünya çapında beş ölümden birine sebep oluyor.[22]

“Hava böyle de ya denizler” mi?

Greenpeace’in gemisi Rainbow Warrior, Filipinler’deki yolculuğunda plastik kirliliğini gözler önüne serdi. Kampanya Sorumlusu Abigail Aguilar “Bu görüntüler, hızlı tüketim ürünleri satan şirketlerin sorumsuz tek kullanımlık plastik üretiminin çevremizi nasıl tehdit ettiğinin inkâr edilemez bir kanıtı. Eğer Nestlé ve Unilever gibi büyük şirketler, tek kullanımlık plastik üretimlerini azaltmazsa Verde Adası Geçidi gibi ‘cennet’ yerler kaybolacak,” derken;[23] ‘İngiltere Ulusal Okyanus Bilimi Merkezi’nin, araştırmasına göre, 21 milyon ton atık okyanusu kaplamış[24] ve ‘Avrupa Çevre Ajansı’nın raporunda, Batı Akdeniz’den alınan balıklardaki cıva yoğunluğu dikkat çekiliyor…[25]

* * * * *

Harvard Üniversitesi’ndeki ‘Chan School of Public Health’ten Joel Schwartz, “CO2 emisyonları bağlamında fosil yakıtların yakılması ve iklim değişikliği tehlikesinden sık sık bahsediyoruz. Potansiyel sağlık etkileri göz ardı ediliyor,” derken; ‘Environmental Research’ bilim dergisindeki araştırmaya göre, 2018’deki 8 milyonu aşkın erken ölümün nedeni kapitalist üretimin yol açtığı fosil enerji kirliliği…[26]

“Sanayi Devrimi”nden beri fosil yakıtların yakılması sonucunda gerçekleşen CO2 ve diğer sera gazı atıklarının atmosferde yoğunlaşmasının gezegenimizin sıcaklığında ortalama 1 derece artışa neden olduğunu; yüzyılın sonuna kadar bu artışın ivmelenerek süreceğini ve gezegenimizin iklim deseninin kalıcı olarak değişime uğrayacağının bilimsel olarak kanıtlandığını bilmeyen var mı?

Ulaşılan kritik eşikte soru(n) “Ne Yapmalı?”da düğümleniyorken unutulmasın: David Harvey’in deyişiyle “İklim değişikliğinin maliyetleri gözeten bir karbon fiyatı gerçekten uygulansaydı, kapitalizm çoktan iflas ederdi.”

Kapitalizmin her ne pahasına da olsa daha çok kâr ve daha fazla tüketim çılgınlığına dayalı toplumsal örgütlenmesi, küresel ısınma tehdidine karşı mücadelenin önündeki en önemli engel olarak gözüküyorken; Karl Marx’ın, “Kuşkunuz olmasın ki, darağacında asacağımız en son kapitalist, kendisini asmak için kullanacağımız ipi bize satıyor olacaktır,” sözünü anımsamak çözümleyicidir.

Kaldı ki ‘Dünya Meteoroloji Örgütü’ (WMO), atmosferdeki iklime zararlı sera gazı oranının en yüksek seviyeye ulaştığını açıklarken; her yıl sıcaklık değerlerinin yeniden rekor kırması, Avustralya sahillerinde mercanların yok olması, Antarktika’daki buzulların erimesi, Akdeniz havzasından ABD’nin batı yakasına uzanan orman yangınları iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini net biçimde ortaya koyuyor…

Örneğin WMO’nun verilerine göre, atmosferdeki CO2 oranı 403.3 ppm’den 405.5 ppm’ye yükseldi. Atmosferdeki CO2 oranı sanayileşmeden önceki döneme, örneğin 1750’ye kıyasla yüzde 46 oranında artmış durumda. Metan gazının oranı ise milyarda 1859 birime yükseldi. Bu da sanayileşme öncesi döneme göre, yüzde 257’lik bir artışa tekabül ediyor. 1750’den beri dünyada ortalama sıcaklık bir derece dolayında yükseldi.[27]

Kimse inkâr edemez! Çekilmez hâle gelen sıcaklığın, yangınların, kuraklığın asıl nedeni atmosferdeki CO2 gazlarının artması. Bu gazların üretimini asıl olarak sanayileşmiş ülkeler; Çin (yüzde 28.03), ABD (yüzde 15.9), Hindistan (yüzde 5.81), Rusya (yüzde 4.79), Japonya (yüzde 3.84), Almanya (yüzde 2.36) gerçekleştiriyor.

Verileri alt alta topladığımızda sanayileşmiş altı ülke tarafından salınan zehirli gaz oranı yüzde 60’a varıyor, ki bu mevcut tablonun asıl sorumlularının kimler olduğunu da gösteriyor.

Mesela Almanya’da CO2 emisyonunun yarısını enerji sektörü, rafineriler ve kömür gibi katı yakıt üreticileri gerçekleştiriliyor. Asıl etkiyi büyük tekeller yapıyor. ‘Der Spiegel’in verilerine göre, Almanya’da toplam zehirli gazların yüzde 34’ünü enerji tekelleri, yüzde 18’ini ulaşım, yüzde 15’ini konut ısınması (kalorifer) oluşturuyor.

CO2 emisyonunun azaltılması bakımından oldukça önemli bir yere sahip olan ulaşım konusunda somut bir ilerleme sağlanabilmiş değil. Sokağa çıkan gençler ısrarla toplu taşımanın yaygınlaştırılması, dolayısıyla ucuzlatılması, hatta ücretsiz hâle getirilmesini talep ederken, yerel ve federal düzeydeki yöneticiler kulaklarını tıkamaya devam ediyor.

Bu yönde atılacak bir adımda en büyük darbeyi otomobil tekelleri alacak. Özellikle de kent merkezlerinde hava kirliliğine neden olan büyük araçları üreten şirketler. Der Spiegel’de yer alan verilere göre, çevreye en fazla zarar veren büyük lüks cipleri üreten tekellerin başında BMW (Toplam araç üretimin yüzde 43’ü), Audi (yüzde 40), Daimler (yüzde 32) ve WV (yüzde 27) geliyor.[28]

* * * * *

Egemen söylemin “insan edimi” olarak açıklamaya kalkıştığı ve her biri bir diğeriyle etkileşim hâlindeki “Küresel Isınma”, “İklim Değişikliği” ya da “Sera Gazı Etkisi” gibi kavramlar, özellikle son 10-15 yıldan beri gündelik tartışmalara daha fazla damga vuruyor ki, bu da sürdürülemez kapitalizm şahsında nedensiz değil!

Bilindiği gibi sera etkisi, özellikle fosil yakıtların tüketilmesi sonucunda ortaya çıkan CO2 ve metan gibi zehirli gazların atmosfere salınması ve giderek atmosferdeki oranlarının yükselmesi sonucunda ortaya çıkan bir durumdur. Atmosferde zehirli gazların oranının artması ise, normal koşullarda yerküreden yeniden uzaya yansıtılan güneş ışınlarının bir kısmının oluşan bu katman yüzünden uzaya dönememesi, yani yerkürede kalmasına yol açmaktadır. Bu süreç, yerkürede ısının giderek artacağı yönündeki tezleri güçlendirmektedir. Küresel ısınma tartışmaları, XIX. yüzyıl sonları ve XX. yüzyıl boyunca gündeme gelse de, esas olarak 1980’li yıllarda başlamıştır.

Kimilerinin “İklim Kapitalizmi” adını verdikleri küresel ısınma ve iklim değişikliğinin tamamen dünya karbon piyasaları tarafından şekillendirildiğine dikkat çekilmeliyken; yerküreyi tehdit eden küresel ısınma ve buna bağlı iklim değişiklikleri artık önlenemez seviyelere ulaştığı da görülmelidir.

Kutuplarda buzulların erimesiyle birlikte kıyı bölgelerde bulunan verimli arazilerin deniz suyu ile dolması an meselesi. İklim mücadelesi ile ilgili öngörülerin hepsi yeniden değerlendirmeye muhtaç olduğunu gösteren gelişmeler dünyayı büyük bir ekolojik felakete sürüklüyor. Küresel ısınma nedeniyle kutuplarda sıcaklıklar 21 dereceye ulaşırken felaketler artık daha yakın.

Küresel ısınma, 1980’lerde belirginleşirken, 1990’larda ise yüksek değerlere ulaştı. Özellikle 1998, güvenilir aletli gözlemlerin başladığı 1860’den beri en sıcak yıl olarak kayıtlara geçti. 1998, en sıcak yıl olarak kayda geçerken, aynı zamanda daha önce hiç görülmemiş sayıda afet yaşandı.[29] 1998’de 240 kuvvetli fırtına, 170 taşkın ve 190 orman yangını, çok sayıda şiddetli kuraklık olayı,[30] sıcak ve soğuk hava dalgaları yaşandı.[31]

İsviçre’nin Zürih kentindeki ETH Üniversitesi araştırmasında, iklim değişikliğinin 2050’ye kadar Kuzey ülkelerindeki sıcaklıkta hissedilir değişiklikleri yaşanacağına dikkat çekildi. Avrupa’da yaz mevsimi ortalama 3.5 derece, kışlar şimdikinden 4.7 derece daha sıcak olacakken; Exeter Üniversitesi’nden James Dyke, “Benim için bu çalışmadaki en etkileyici nokta, Ekvator çizgisine yakın 100 kentin, insanlık tarihinde daha önce görülmemiş iklimleri yaşayacak olmaları,” vurgusuyla ekledi:

“Bu durum da bu şehirlerin hâlâ yaşanılabilir olup olmayacağı sorusunu gündeme getiriyor. Büyük bir yerinden olma ve göç senaryosuyla karşı karşıya kalabiliriz.”[32]

Görüleceği üzere iklim krizi küresel ısınmadan kaynaklanıyor. Küresel ısınma da öncelikle atmosferdeki CO2 gazlarındaki artıştan. Sanayi kapitalizmi öncesinde, atmosferdeki CO2 oranı milyonda 280 idi. Bugün bu oran 410’a ulaştı. 1970’lerde yapılan öngörüler, küresel ısınmada sanayi öncesi düzeye göre 2 derecelik artışa insanlığın uyum sağlayabileceği yönündeydi. Belki Asya ile Amerika arasındaki kuzey geçidi buz kırıcılara gerek kalmadan geçilebilecekti.

Bugünlerde 1 derece artışı geçtik ve uygarlık daha şimdiden büyük bir basınç hissediyor. Kuzey geçidi ise artık her yıl düzenli olarak açılıyor. Dünyadaki suları buz hâlinde tutan kutuplardaki buzlar da eriyor. En son araştırmalar Grönland’ın buz tabakasının erimesinin hızlandığını, bu erimenin kuzey yarım küredeki hava akımlarının düzenini bozmaya başladığını gösteriyor.

BM İklim Paneli’nin bulgularına göre, önümüzdeki birkaç on yıl içinde atmosferdeki, CO2 oranı milyonda 450’ye ulaşacak. O zaman küresel ısınmada 2 derece artışa ulaşmış olacağız. Küresel ısınmadaki ve etkilerindeki artışta bir hızlanma olduğunu düşünen kimi araştırmalar, CO2 oranının milyona 500 oranına doğru gittiğini düşünüyorlar. Yaklaşık 3 milyon yıl önce, atmosferdeki CO2 oranı o düzeye ulaştığında deniz seviyesi bugüne kıyasla yaklaşık 45 metre daha yüksekti. Bu öngörüler, şu iki etkeni esas alıyor. Birincisi donuk topraklar çözünerek metan gazı atmosfere salınıyor. İkincisi yoğun kentleşmenin getirdiği et talebiyle artan hayvancılık da metan gazının atmosfere salınımını artırıyor. Metan gazı, küresel ısınmaya CO2’den 20 kat daha fazla etki yapıyor. Kısacası bu kapitalist uygarlık koşullarında insanlık, genel olarak canlı türlerinin geleceği, büyük ve gittikçe hızlanan bir tehlike ile yüz yüze.[33]

Örneğin fosil yakıt ısrarı, ormansızlaştırma, bilinçsizce madenlerin açılması gibi unsurlar hem biyo çeşitliliği azaltıyor; hem de iklim değişikliğine neden olarak gezegende geri dönüşü olmayan tahribatlara yol açıyor. 2015 tarihli Paris Anlaşması’nın kararlarına rağmen fosil yakıt kaynaklı sera gazı salımı 2018’de 2017’ye göre yüzde 2.7 arttı...[34]

Bunlar böyleyken “iklim değişikliği”, kapitalizmin hakikâtini gözler önüne seriyor. Ve unutulmamalıdır ki, kapitalist uygarlık küresel ısınmayı durdurmak için gereken önlemleri almaya, bunlar kâr, maliyet, verimlilik ilkelerine uymadığı sürece yanaşmaz!

“Neden” mi?

Tekrar pahasına; küresel ısınmanın, iklim değişikliğinin arkasında insan etkinliği, kapitalist üretim tarzının öncelikleri var. Bu üretim tarzının kâr makinesi, atmosfere salınarak küresel ısınmaya yol açan sera gazlarını üretiyor. Küresel ısınma su stoklarının tükenmesine yol açarak, ekosistemleri bozarak yaşam alanlarını yok ediyor. Bu üretimin, nehirlere, denizlere ve toprağa döktüğü kimyasal atıklar, plastikler su kaynaklarını, gıda üretim alanlarını kirletiyor. Bu sırada kapitalizm insanların kentlerde yoğunlaşmasını, bu yoğunlaşmaya bağlı olarak gıda tüketimini, endüstriyel gıda üretimini, su tüketimini hızlandırıyor.

Yaşam alanları yıkılan coğrafyalardan kaçıp gelen nüfus kentlere yığışırken toplumsal çelişkiler, yabancı düşmanlığı, milliyetçilik, ırkçılık yeniden güçleniyor. Bu sırada, kıt kaynaklar, sınır aşan nehirlerin suları, kutuplarda buzlar eridikçe erişilebilen mineral kaynakları ve yeni açılan denizyolları üzerinde, rekabet ve gerginlikler, çatışma olasılıkları artıyor.[35]

Kriz içinde kârlılık ve rekabet basıncı altında sermaye, özellikle egemen sermaye, özellikle ABD, Çin, Rusya, Brezilya gibi kritik ülkelerde küresel ısınmaya, iklim krizine karşı alınması gereken önlemlerin maliyetini üstlenmek istemiyor.[36]

* * * * *

Kapitalist sermayenin satın aldıkları aksini “iddia” etseler de;[37] tekrar pahasına bir kez daha altını çizelim: “İklim Krizi” gerçeği tam da bunlardan kaynaklanıyor yani “İklim krizinin nedeni, kapitalist üretim ilişkileridir”![38]

İklim krizine bağlı felaketlerin en kötüsünün henüz yaşanmadığını belirten İstanbul Bilgi Üniversitesi Çevre, Enerji ve Sürdürülebilirlik Uygulama ve Araştırma Merkezi müdürü Doç. Dr. Ayşe Uyduranoğlu’nun, “Gidişat böyle olursa insanlık bu defa çok da şanslı olmayabilir,”[39] sözlerini anımsatarak; birkaç veriyi ardı ardına aktarmak faydalı olacaktır:

i) ‘İklim Değişikliği Çalışmaları’ koordinatörü Dr. Ümit Şahin’in hazırladığı ‘Sıcak Dalgaları: İklim Değişikliğiyle Artan Tehdit ve Sıcak-Sağlık Eylem Planları’ başlıklı rapora göre, “İklim değişikliği XXI. yüzyılın en büyük küresel sağlık tehdidi”...[40]

ii) WHO, aşırı sıcaklıklar, stres, sıtma ve kolera gibi hastalıklarla insan sağlığına doğrudan zarar veren iklim krizinin XXI. yüzyılda en büyük sağlık tehdidi olabileceği uyarısında bulunurken; WHO Genel Direktörü Tedros Adhanom da, “İklim değişikliği sadece gelecek nesillerin ödemesi gereken bir fatura değil, aynı zamanda insanların günümüzde sağlıklarıyla ödedikleri bir bedel,” diyor...[41]

iii) 2019’un ilk yarısında dünya çapında doğal afetlerin verdiği zarar 73 milyar doları aştı…[42]

iv) 2020’nin iklim krizinin sonuçlarını paylaşan Greenpeace, 350 bin kişinin hayatını kaybettiğini, en az 17 milyon kişinin de evlerini terk etmek zorunda kaldığını belirtti…[43]

v) ABD Hükümeti’nin 23 Kasım 2018’de yayımladığı 1600 sayfalık ‘İklim Değişikliği Değerlendirme’ raporu, küresel ısınma ile buzulların, kar tabakalarının erimeye, deniz seviyelerinin yükselmeye, ısınmaya, asit oranlarının artmaya, denizlerde yaşayan canlıların daha serin sulara doğru göçmeye başladığına işaret ederek, “Gezegenin ısınmaya devam ettiğinden hiç şüphe yok,” diyor…[44]

vi) ‘Küresel Adaptasyon Komisyonu’nun rapora göre, dünya iklim krizinin etkilerine vahim düzeyde hazırlıksız ve küresel ısıtmanın en ağır bedelini yoksullar ödeyecek…[45]

* * * * *

Kimileri, “Küresel ısınma… insanlığın karşı karşıya olduğu en önemli doğa sorunları arasında yer almakta,”[46] derken; kimileri de, “İklim değişikliği ise insan medeniyeti için varoluşsal bir tehlike. Yol ayrımındayız,”[47] diye ekliyorlar…

Söz konusu koordinatlarda uygarlığın ve dünyanın soru(n)larına yanıt için ekosistemin (doğa ve iklim) maruz bırakıldığı yıkımı nihayete erdirecek eşitlik, özgürlük, kardeşlik eksenli önlemleri alacak devrimci praksisi, radikal sosyalizmi yaşama geçirmek gerekiyor.

Tabii; Sait Faik Abasıyanık’ın, “Günün birinde dostluklardan, insanlardan ve hayvanlardan ve ağaçlardan ve kuşlardan ve çimenlerden yapılmış vazife hissi ile çarpan yüreklerle dolu bir dünyada yaşayacağımızı düşünelim. Bir ahlâkımız olacak ki hiçbir kitap daha yazmadı. Bir ahlâkımız, bugün yaptıklarımıza, yapacaklarımıza, düşündüklerimize, düşüneceklerimize hayretler içinde bakan bir ahlâkımız...”[48] biçiminde ifade ettiği umudun vazgeçmeyen ısrarıyla…

9 Mart 2021 09:56:11, İstanbul.

N O T L A R

[1] Arundhati Roy.

[2] “Ekosistem Yıkıma Uğratılıyor”, Yeni Yaşam, 5 Mayıs 2018, s.12.

[3] Ana Paula Aguiar-Odirilwe Selomane-Pernilla Malmer, “Gezegeni Yok Etmeden Nasıl Yaşarız?”, Birgün, 27 Mayıs 2019, s.5.

[4] “Doğal Kaynakları Tüketiyoruz”, Yeni Yaşam, 12 Mayıs 2019, s.12.

[5] Sait Faik Abasıyanık, Son Kuşlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2019, s.7.

[6] “Türler Yok Olmakla Yüz Yüze”, Yeni Yaşam, 16 Mayıs 2019, s.12.

[7] “Biyoçeşitlilik Azalıyor, Gıda Üretimi Düşüyor”, Yeni Yaşam, 25 Şubat 2019, s.12.

[8] Örsan K. Öymen, “Eko-Sistem mi, Ego-Sistem mi?”, Cumhuriyet, 12 Ağustos 2019, s.12.

[9] Rita Urgan, “Ormansızlaşma ve Türlerin Yok Oluşları Pandemileri Nasıl Tetikliyor?”, Cumhuriyet, 16 Ağustos 2020, s.16.

[10] Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2014, s.109.

[11] “Dünya Felaketlerin Çağına mı Girdi!”, Yeni Yaşam, 14 Mart 2020, s.12.

[12] Fikret Başkaya, “Dünyamız Neden Yaşanmaz Bir Yer Hâline Geldi?”, Yeni Yaşam, 31 Temmuz 2018, s.10.

[13] Erinç Yeldan, “UNCTAD’ın Yeni Yeşil Düzen Çağrısı”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2019, s.10.

[14] Ergin Yıldızoğlu, “İnsan ve ‘Tükeniş’…”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2020, s.7.

[15] ‘Lancet Planetary Health’ dergisindeki bir çalışmada hava kirliliğini WHO belirlediği güvenli seviyelerde tutarak her yıl kıtadaki 50 binden fazla ölümün önlenebileceğini ortaya koydu. (“Avrupa’da Hava Kirliği Kaynaklı En Çok Ölüm İtalya’da”, 22 Ocak 2021… https://www.avrupademokrat.com/avrupada-hava-kirligi-kaynakli-en-cok-olum-italyada/)

[16] “Beş Ölümden Birinin Sebebi Hava Kirliliği”, 9 Şubat 2021… https://www.avrupademokrat.com/bes-olumden-birinin-sebebi-hava-kirliligi/

[17] “Hava Kirliliği 2019 Yılında ‘Yarım Milyon Bebeğin Ölümüne Yol Açtı’…”, 24 Ekim 2020… https://www.avrupademokrat.com/hava-kirliligi-gecen-yil-yarim-milyon-bebegin-olumune-yol-acti/

[18] “Avrupa Hava Kirliliğinde Dünya Birincisi”, Yeni Yaşam, 15 Mart 2019, s.12.

[19] “Yeni Sigara: Hava Kirliliği”, Birgün, 13 Mart 2019, s.2.

[20] “Her 10 Kişiden 9’u Kirli Hava Soluyor”, Yeni Yaşam, 10 Mart 2019, s.2.

[21] “Kara Rapor 2020: Binlerce Ölüm Engellenebilirdi”, Cumhuriyet, 14 Ağustos 2020, s.16.

[22] “Beş Ölümden Birinin Nedeni Fosil Yakıt Kirliliği”, Birgün, 10 Şubat 2021, s.14.

[23] “Greenpeace: Plastik Cenneti”, Cumhuriyet, 21 Mart 2019, s.16.

[24] “Okyanusta 21 Milyon Ton Plastik Atık”, Birgün, 20 Ağustos 2020, s.2.

[25] Özgür Gürbüz, “Balıkta Cıva Alarmı”, Birgün, 5 Kasım 2018, s.14.

[26] “Fosil Enerji Kirliliği 2018’de 8 Milyon Kişiyi Öldürdü”, Yeni Yaşam, 12 Şubat 2021, s.12.

[27] Demet Sargın, “Duygu Kutluay: Gezegen Alarm Veriyor”, Birgün, 25 Kasım 2018, s.13.

[28] Yücel Özdemir, “Bu Dünya Bizim!”, Evrensel, 20 Eylül 2019, s.9.

[29] Hortum, fırtına, sel... Ve kötü haber: Uzmanlar uyarıyor, artık çok daha sık yaşanacak. Neden mi? Çünkü “küresel ısınma” artık öyle uzak bir tehlike değil. Hemen yanı başımızda, ölümcül nefesi ensemizde... Gelip geçti sanmayın, tarladaki ekinden ormanlara, denizlerden kent yaşamına kadar insanlığı bekleyen en büyük tehlikelerden biri.

Verkhoyansk kasabası dünyanın en soğuk kasabasıdır. Sibirya’nın kuzeydoğusunda... Kış ayları ortalama eksi 50’lerin altında seyreder, yazın ise en yüksek ortama sıcaklık 20 derecedir. Geçen günlerde yapılan ölçümler şaşırtıcıydı. Hava sıcaklığı 38 dereceyi bulmuştu. Bu, Sibirya’da bugüne kadar kaydedilen en yüksek sıcaklık dalgası olarak tarihe geçti. İlk görülür etkisi ise erken orman yangınları oldu. Uzmanlara göre bu yaşananların küresel etkisi hayli fazla olacak.

Ölümcül sıcaklıklar daha sık yaşanıyor, oysa bu sıcaklıkların 2100’lü yıllarda yaşanacağı öngörülüyordu. Tabii doğa, canlı yaşamı ve biz insanlar üzerindeki etkileri de hayli fazla: 1 milyon tür yok olma, tehdidi 1 milyardan fazla insan ise göç tehdidi altında! (Özlem Yüzak, “Tehdit: Virüs, İklim ve Ötesi... Çözüm: Bilim, Sosyal Adalet”, Cumhuriyet, 26 Haziran 2020, s.10.)

[30] BM verilerine göre; çölleşme, arazi tahribatı ve kuraklık nedeniyle dünyada 4 milyar hektar orman ve tarım alanı etkilenirken, bu durum 168 ülkede yaşayan 1.5 milyar insan yaşamı doğrudan tehdit ediyor. Bugün itibarıyla dünyada 2 milyar hektardan fazla verimli tarım arazisinde üretim yapılamaz hâle geldiği ve BM tahminlerine göre 2030’a kadar gerekli olan gıda üretimi için en az 300 milyon hektarlık ek araziye ihtiyaç olduğu belirtiliyor. (Yusuf Gürsucu, “Ama Ekmek Satılmadı Eskisinden Ucuza”, Yeni Yaşam, 3 Şubat 2021, s.8.)

[31] “Hortumların Sayısı ve Etkisi Artacak”, Yeni Yaşam, 25 Haziran 2020, s.12.

[32] “100 Kent Daha Önce Görülmemiş İklim Koşulları Yaşayacak”, 13 Temmuz 2019… https://marksist.org/icerik/Doga/12553/100-kent-daha-once-gorulmemis-iklim-kosullari-yasayacak

[33] Ergin Yıldızoğlu, “Küresel Isınma, Doğa Katliamı, ‘Yeni Faşizm’…”, Cumhuriyet, 15 Ağustos 2019, s.11.

[34] Özlem Yüzak, “Hangi Uygarlık? İnsan mı, Doğa mı?”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2019, s.9.

[35] Hollanda’nın bazı bölgelerinde sıcaklık 40 derecenin üzerine çıkarak son 75 yılın rekorunu kırdı. Ülkenin üçte biri deniz seviyesinin altında, en alçak noktası deniz seviyesinin 7 metre altında en yüksek nokta ise sadece 322 metre. Dünya üzerinde en fazla nüfus yoğunluğuna sahip ülkelerden olan Hollanda’da halkın neredeyse dörtte biri deniz seviyesinin altındaki bölgelerde yaşamına devam ediyor. Ülkenin coğrafi özelliklerini tanımlayan kelimeler polder (sulak, bataklık toprak parçasını kurutarak kazanılmış arazi), dijk (kurutulacak arazinin ilk aşamada etrafına örülen setler), sloot (su kanalları). Dört bir yana yayılmış binlerce su bendi ve kanallardan oluşan sistemi, ülkeyi ayakta tutan iskelete benzetmek mümkün. İskelet çökerse, ülke de çöker.

Avrupa’nın üç büyük ırmağı Ren, Maas ve Schelde’nin oluşturduğu Hollanda gibi delta üzerine kurulmuş bir ülke işini şansa bırakamaz. Kutuplardan eriyen buz kütleleri, Kuzey Denizi su seviyesini yükseltiyor. İklim değişikliği su seviyesindeki artışın yanı sıra kimi zaman kuraklık problemine de neden oluyor. Su setleri çatlıyor, işlevsiz kalıyor. Kuzey Denizi’nin tuzlu sularının, nehirlerde düşen su seviyesini fırsat bilip ülkenin içme ve tarım sulama kanallarına kadar sızması da cabası. Kanallar, ülkenin kılcal damarları gibi. Taşınan suyun kalitesi bozulursa, ülkenin sağlığı da bozuluyor. (Elif Günsel, “Suyun Yönettiği Hayatlar”, Cumhuriyet, 18 Ağustos 2019, s.8.)

[36] Ergin Yıldızoğlu, “İki Ucundan Yanıyor”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2019, s.11.

[37] İklim değişimiyle açlık, göç ve ölümle ilk yüzleşeceklerin yoksul halklar olduğu biliniyor. Kapitalist ülkeler iklim sorunuyla mücadeleyi savsaklarken, sermayenin bazı örgütleri, iklimle mücadeleye karşı harekete geçti. Kampanya, Hollanda merkezli iklim bilimini reddeden İklim İstihbarat Vakfı’nca (Clintel) yürütülüyor. Bu vakıf, kariyerine petrol şirketi Shell’de başlayan ve 80’lerde petrol ve doğalgaz çıkarmanın yeni yöntemleri üzerinde çalışmak için Delphi Consortium’u oluşturan Guus Berkhout tarafından kurulmuştu. İklim değişikliğinin bir mit olduğunu öne süren 400 kişinin imzaladığı ve “İklimle ilgili acil bir durum bulunmuyor,” başlığını taşıyan mektup, AB ve BM kurumlarının liderlerine gönderildi. (“İklim Düşmanları Harekete Geçti”, Yeni Yaşam, 15 Eylül 2019, s.12.)

[38] “İklim Krizinin Nedeni, Kapitalist Üretim İlişkileridir”, Atılım, Yıl:6, No:393, 20 Eylül 2019, s.13.

[39] Sibel Bahçetepe, “Hava Döndü”, Cumhuriyet, 25 Eylül 2019, s.16.

[40] “İklim Değişikliği Hasta Ediyor”, Birgün, 3 Temmuz 2019, s.2.

[41] “Dünya İçin En Büyük Tehdit: İklim Krizi”, Birgün, 5 Aralık 2019, s.13.

[42] “İklim Değişiyor Riskler Büyüyor”, Cumhuriyet, 29 Eylül 2019, s.8.

[43] “İklim Krizinin Maliyeti 145 Milyar”, Birgün, 1 Ocak 2021, s.3.

[44] Ergin Yıldızoğlu, “Üç Rapor Bir Soru”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2018, s.11.

[45] “İklim Apartheid’ı Yoksulları Vuracak”, Birgün, 11 Eylül 2019, s.4.

[46] Örsan K. Öymen, “İnsan ve Doğa Sömürüsü”, Cumhuriyet, 5 Ağustos 2019, s.12.

[47] Natasha Fernández -Silber, “Neden ‘İlerici’ Değil, Sosyalistiz”, Birgün, 8 Temmuz 2019, s.5.

[48] Sait Faik Abasıyanık, Alemdağ’da Var Bir Yılan-Bütün Yapıtları, Öykü, YKY., 2002.

Editör: TE Bilisim