Yılmaz Güney’in Adana’sı ile Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in ve Muzaffer İzgü’nün Adana’sı aynıdır. Çünkü o yılların Adana’sı mevsimlik işçilerin, demiryolu işçilerinin, pamuğun getirdiği tarıma bağlı sanayi ve makineleşmeyle birlikte Türkiye’nin dört bir tarafından gelen insanların yerleştikleri yerdir. Bir tarafta yoksul işçilerin dünyası ile diğer tarafta toprak ağalarının ve yeni fabrika sahiplerinin dünyası arasında ki mücadele vardır.

Adana, Yılmaz Güney’in babası Hamit Pütün’ün kan davasından dolayı memleketi Siverek’ten kaçarak gelip yerleştiği yerdir. Yoksulluk diz boyudur. Bir taraftan toprağın zenginliğinin var ettiği yerüstü insanları ile yine aynı toprağın yeraltında yaşamaya mahkum ettiği yoksul insanların bir arada yaşadığı yerdir Adana. Bu koşullarda dünyaya gelen Yılmaz Pütün, küçük yaştan itibaren tarlalarda ırgatlara suculuk, simit satıcılığı, gazoz satıcılığı, fayton sürücülüğü, bağ bekçiliği, tarlalarda ırgatlık,  pamuk toplama, traktör sürücülüğü gibi işler yapar. Bu yaşam tarzı ve benzerliği biraz farklılık gösterse de Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Muzaffer İzgü  içinde o dönem bereketli toprakların bereketli sanatçıları açısından ortam aynıdır. Yoksulluk, işsizlik, çok düşük ücretle çalışma, ağaların veya ustabaşıların zulmü… Zorunluluktan kaynaklanan bu yaşam biçimi ise onların bir süre sonra oluşacak sanatlarına ve bereketli toprakların bereketli sanatçıları olarak anılmalarına yol açacaktır. Yılmaz Güney’in filmleri ile Orhan Kemal, Yaşar Kemal ve Muzaffer İzgü’nün konuları ve dikkat çektikleri sorunlar aşağı yukarı aynıdır. Çukurova’yı anlatırlar toplumsal gerçek bağlamında olabildiğince…

Adana 1950’lerden itibaren, çelişkilerin son derece görünür hale geldiği yerdir. Aslında dünyada 1800’lü yılların ortalarında başlayan sanayi devrimi ve onun getirdiği yeni siyasal ve ekonomik düşünceler, yeni yaşam biçimi ve sorunları da beraberinde getirir. Çukurova dünyada ki bu gelişimden en fazla etkilenen bölgedir. Çünkü 1870’lerde Amerikan İç Savaşı yüzünden hammadde sıkıntısı çeken Britanya sanayisine pamuk üretebilecek bölge olarak belirlenir ve pamuk üretimiyle birlikte şehirleşme başlar. Şehirde tarıma dayalı üretim, sanayii ve ticarete yönelik faaliyetler 1940’lardan itibaren olağanüstü büyüme gösterir. Adana bu yıllardan sonra Cumhuriyet döneminin ilk anakentlerinden biri olarak hızlı bir sanayileşme süreci yaşar. Adana Milli Mensucat Fabrikası o dönem için sanayinin lokomotifi konumundadır. Bu dönemde özellikle pamuğu işleyen çırçır fabrikaları, dokuma ve bez fabrikalarının sayıları hem devlet hem de özel sektörde hızla artar. 1948’de Truman Doktrini ve Marshall Planı ve arkasından 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle kapitalist sistemin etkisi ile tarım ve sanayi hamlesi artar. Yeni birçok fabrika kurulurken, finans sektörü yoluyla da şehrin büyük sermayedarlarının girişimiyle Akbank ve Pamukbank Adana’da kurulur. O yıllar henüz bütünüyle makineleşmemiş tarımsal üretim, özellikle de pamuk üretimi nedeniyle tarım işçisi istihdamına talep çoktur. Bu nedenle özellikle Doğu bölgelerinden daha fazla olmak üzere çok sayıda mevsimlik tarım işçileri Adana’ya gelir. Bereketli topraklar toprak sahiplerine ekonomik ve sosyal bereketini sunarken, Adana iş bulma umuduyla akın akın şehre gelen yoksul insanlarla dolar. Çukurova’da tüm o bildiğimiz sanatçılar da bu yoksul insanlar arasından çıkar. Hepsinin bu kadar güçlü olmalarının nedeni bu insanların, bu yoksulluğun ve bu ortamın içinden doğmuş olmalarıdır.

Yılmaz Güney’de Adana’nın bu toplumsal ve kültürel yapısını, şehrin ekonomisini, sosyal yaşamını, sorunlarını bilir ve yaşar. Yılmaz Güney’in bir diğer avantajı ise sinemaya olan aşkıdır. Film dağıtıcılığı ile başladığı sinema hayatı sonunda onu sinemada en üst noktaya, unutulmazlar arasına taşır. Yılmaz Güney aynı zamanda iyi bir edebiyatçıdır. Öykü yazar, senaryo yazar, roman yazar. Bir edebiyatçı olması bölgedeki söylencelerin ve halk efsanelerinin insanlar için ne kadar önemli olduğunu çok erken dönemde fark etmesine ve bir sosyalist olması da toplumsal yapıyı ve bu yapıyı oluşturan öğeleri çözümleyerek yine sinemasında son derece güçlü kullanmasına olanak verir.

Yılmaz Güney’in sinemasında Çukurova gerçekliğindeki sertlik vardır. Çukurova’nın sarı sıcağı, varsılların dünyası ile yoksulların dünyası arasındaki uçurum, bitmeyen çelişkiler; sayılı insanın sahibi olduğu, uçsuz bucaksız verimli tarlalardaki, sayısız insanın ölesiye çalıştırıldığı, ölesiye yoksulluğu, ölesiye çaresizliği… İşte Yılmaz Güney Sineması’nı yaratan Çukurova gerçeği bunlardır. Başrol oyuncular yoksullar, işçiler, ekmek mücadelesi eden insanlardır. “Bir Zamanlar Çukurova” dizisinde ise toprak sahiplerinin kendi içlerindeki acımasız mücadelesi anlatılır. Yoksullar, işçiler, marabalar, kimliksizdir ve dizideki figüranlardır.

Yılmaz Güney’in filmleri sadece dönemin ekonomik, politik, kültürel ya da toplumsal yaşamına değil, şehrin gündelik hayatına dair de olağanüstü izler taşır. Bir yoksul olarak, yoksulların hayatını, yoksullar için sinemasına konu edinir. Bu nedenle o hayatı yaşayan biri olarak hikâyeleri gerçektir. Yılmaz Güney’in sinemasını bunca güçlü kılan çıktığı toplumu çok iyi tanıması ve filmlerinde o karakterlere yer vermesidir. Böylece sineması ile seyircisini bütünleştirmiştir. Toplumun içinden yarattığı bu karakterle ile en sıradan filmlerinde bile toplumsal çelişkilere, Çukurova topraklarının, insanlarının yaşadığı sorunlara değinir. Çünkü bu karakterler ile toplumdaki çelişkileri, çözülmeleri, değişimleri ve dönüşümleri açıklama olanağı bulur. “Bir Zamanlar Çukurova” dizisinde ise karakterler toprak sahiplerinin etrafında döner. Onların kendi içlerindeki suya sabuna dokunmayan konuları, haftalarca süren aynı konuların tekrarı, ana karakterler arasındaki bitmek bilmeyen kadın ve çocuk sorunu, dönemin karakteri, yaşadığı sorunlar ve çelişkileri ile hiç bağdaşmaz, adeta sırıtır. 

Yılmaz Güney’in Adana ile ilgili filmlerinde bir bütünsellik hâkimdir. Şehrin o dönem için önemli olan simgeleri olan Büyük Saat, Taş Köprü gibi mekânları ile filme başlar. Sonra Adana’nın ara sokaklarına dalarak Adana’nın tüm çelişkilerini mekânsal ve zamansal olarak gösterir. Adana’ ya Seyhan’dan değil, Karşıyaka’dan bakar. Çünkü Karşıyaka tutunamayanların, yoksulların,  en alttakilerin mekânıdır. Tüm bunlar güçlü bir biçimde belgesel niteliği taşıyan; şehrin bir dönemini anlamamızı sağlayacak belge niteliğindeki görüntülerdir. Yılmaz Güney’in filmleri sadece sinema değil, halkbilim, kent kültür, kent ve mekân, kent ve zaman, kent ve insan çalışmaları açısından da bize önemli bilgiler verir. “Bir Zamanlar Çukurova” dizisinde ise bütünsellik sadece konaktadır. Konakta yaşayanlar ile şehir içindeki arasında sanki steril bölge vardır. Kamera şehrin içine girdiğinde ise yine sınıfsal bir çelişki hissedilmez. En kötü sınıf esnaflardır. Onlarda kendi sorunlarından çok toprak sahipleri arasındaki kavgaların dedikodularını yaparlar sıklıkla. Konağın topraklarında çalışan işçilerin ise görüntüleri neredeyse hiç yoktur. Konakta çalışanlar ise sürekli hizmet eden konumundadırlar.

Yılmaz Güney sinemasının bir diğer özelliği filmlerinde soruşturmalar yapar. Sermaye sınıfı ile işçi sınıfını sorgular. Filmlerde sınıf farkını, sermaye sınıfının kendi çıkarlarının dışında diğer sınıflarla hiçbir zaman ilişki kurulamayacak tarzda sorgular.  Bazı filmlerinde işçiyi, sendikayı, patronu, sermayeyi, işçi sınıfını ve onun verdiği mücadeleleri sorgular. Sınıfsal eşitsizlikler, işçi sınıfının mücadelesi, sendikalaşma ve toplumsal hareketlere dair, dönemin ruhunu anlatan soruşturmalar yapar. Yılmaz Güney filmlerinde Çukurova’daki yaşamın çelişkilerini, insanlar arasındaki farklı yaşam koşullarındaki dengesizliği,  bu çelişkileri ve dengesizliği göstermeye, sorunları iletmeye ve düzeltmeye çabalar.   “Bir Zamanlar Çukurova” dizisinde ise soruşturma hiç yoktur. Dizinin öyle bir kaygısı da yoktur. Çünkü dizide tek sınıf vardır. O da sermayenin sınıfıdır. Dizide işçi, işçi sınıfı, sendika, mücadele yoktur. Dizi yapımcıları veya senaryosu o dönemin değil de adeta bu dönemin ruhunu yansıtır. Ezilenlerin, yoksulların, işçilerin görülmediği, yok sayıldığı, sendikal mücadelenin iyice vurdurulduğu bir süreci anlatır. Sorun olmadığı için mücadele de yoktur. Sadece toprak sahipleri arasındaki bitmek bilmeyen ahlak ve etik dışı ilişkilerin savaşı vardır.  O nedenle dizinin adı “Bir Zamanlar Çukurova” değil, “Günümüzün Çukurova’sı” veya “Günümüzün Türkiye’si” olmalıdır.

Editör: TE Bilisim