2023 Cannes Film Festivali'nden Altın Palmiye ile ayrılan ve 2024'te En İyi Özgün Senaryo Oscar'ını kazanan Justine Triet imzalı 'Bir Düşüşün Anatomisi', bir suç davasının çok ötesinde, modern bir evliliğin soğuk ve gerçekçi bir analizini sunuyor.
Film, dağ evinde yaşayan bir ailenin başına gelen trajik bir olayı ve sonrasını konu ediniyor. Ünlü yazar Sandra ve Samuel, görme engelli oğulları Daniel ve köpekleri Snoop ile hayatlarını sürdürürken Samuel'in şüpheli ölümü her şeyi altüst eder.
Samuel, Sandra’nın bir üniversite öğrencisi ile yaptığı söyleşi sırasında yüksek sesle müzik açarak söyleşiyi sabote eder. Öğrenci ayrıldıktan kısa bir süre sonra, yürüyüşten dönen Daniel, köpeği Snoop'un yönlendirmesiyle babasını evin önünde kanlar içinde ölü bulur.
Sandra'nın ilkyardımı aramasıyla başlayan süreç karmaşıklaşır: Otopsi raporu ölümü şüpheli olarak değerlendirir ve mahkeme soruşturma başlatır. Olay yeri incelemeleri, sorgular, Sandra'nın gözaltına alınıp kefaletle serbest bırakılması ile devam eden dava, bir yıl sürer.
Mahkeme ilerledikçe, süreç artık Daniel'in kör olmasına neden olan kazanın sorumlusu olan Samuel'in vicdani muhasebesine ve karı-koca rollerinin sorgulandığı psikanalitik bir değerlendirmeye dönüşür.
Davayı kamuoyu da yakından takip etmektedir.
Filmde en çok dikkatimi çeken öğeler Daniel ve köpek Snoop oldu.
İlk sahne, merdivenlerden aşağı yuvarlanan ve kimin attığı belli olmayan bir topun peşinde koşan Snoop ile başlıyor.
Sanki film başlarken sonucu da bize ipucu olarak söylüyor.
Çünkü filmin merkezinde Sandra ile Samuel arasındaki ilişki olsa da, aslında asıl süreci belirleyen Daniel ve köpeği Snoop oluyor.
Snoop’un önemsiz ve kendi başına etrafta görünmesi, bende onun aslında olayların görünmez tanığı olduğu hissini uyandırdı.
Daniel’in mahkemede son ifadeyi vermeden önce Snoop üzerinde denediği ilaç, her şeye cevap verecektir.
Yani Snoop belki cinayetin kesin cevabını vermiyor ama bize gerçeğin nerede aranması gerektiğini gösteriyor gibiydi.
Snoop’un İngilizcedeki karşılığı da burada önemli bir detay.
Bu haliyle filmdeki belirsizliğin ve evlilik karmaşasının en saf ve en güvenilir tanığı, konuşamayan bir hayvan ve görme engelli bir çocuk oluyor.
Nitekim filmin sonunda Sandra’nın çaresizce Daniel’e sarılışı, Daniel’in ise onu bir yetişkin gibi bağrına basışı ve Snoop’un Sandra’nın yanına uzanması; tıpkı filmin başındaki merdivenden yuvarlanan top gibi belirsiz kalan ölümün cinayet mi olduğunun cevabını metaforik bir şekilde vermektedir.
Daniel'in durumu, bir çocuğun annesini savunma ve ona sarsılmaz bir inançla bağlanma ihtiyacını çarpıcı bir şekilde gösteriyor.
Samuel’in, baba olarak otorite figürü ve ailenin 'güç merkezi' iken ölümü, Daniel’in hem rehberini kaybetmesine hem de mahkeme sürecinde şahit olduklarıyla ebeveynlerinin kusursuz evlilik algısının yerle bir olmasına neden olur.
Sandra, Daniel için dünyadaki tek sığınak ve rehber olarak kalır; ona duyduğu bağlılık, basit bir anne sevgisinin çok ötesinde, hayatta kalmak için zorunlu bir inanca dönüşür.
Bu kritik noktada, filmin sonlarına doğru gerilim, vereceği son ifade her şeyi belirleyeceği için Daniel’in üzerinde yoğunlaşır.
11 yaşında, görme yetisi kısıtlı bir çocuk için, davanın kaderini belirleme sorumluluğu açısından dayanılmaz derecede ağır bir yüktür.
Etrafındaki dünya annesinin potansiyel bir katil olabileceği yönünde güçlü bir şüphe yaymaktadır.
Bu baskı altında Daniel, mantıktan çok, bir çocuğun duygusal ihtiyacından kaynaklanan, hayatta kalma odaklı bir zorlanım içine girmektedir.
Film, sadece bir cinayet davasını değil, bir çocuğun travma karşısında gerçeği nasıl kurduğunu anlatmaktadır.
Yönetmen, müziği hemen hemen hiç kullanmamıştır.
Bu tercihi Samuel'in ölümüyle ilişkilendirilebilir.
Zira Samuel, hayattayken sürekli müzik dinleyen ve hatta öfkesini dahi müzikle ifade eden bir karakterdir; onun ölümüyle birlikte, müziğin de sustuğu algılanır.
Müzik sadece Daniel piyano çalarken devreye girer, daha önce Samuel’in duygularını ifade aracı iken şimdi Daniel için aynı amacı taşır.
Zira Daniel’in tek başına piyano çalarken kullandığı müziğin temposunun, annesiyle birlikte çalarken dinginliğe dönüşmesinden, onun psikolojik olarak neye ihtiyaç duyduğunu çok iyi anlarız.
Sandra ve Samuel arasındaki ilişki ise toplumsal cinsiyet rollerini yerle bir eden niteliktedir.
Sandra, başarılı bir yazardır; evin geçimini büyük ölçüde o sağlamaktadır ve kariyerinde kocasından daha başarılıdır.
Mahkemede Samuel-Sandra ilişkisinin deşilmesiyle, bu birliktelikteki güçlü ve baskın karakterin Sandra olduğu anlaşılmaktadır.
Samuel, mahkemede kullanılan ses kaydından da anlaşılacağı üzere, yaratıcılık tıkanıklığı, kıskançlık ve duygusal iniş çıkışlarla boğuşan 'naif' bir karakterdir.
Mahkeme ve kamuoyu, Sandra’nın ölen kocası için gözyaşı döken, pasif bir dul olmasını beklerken, Sandra mahkeme sürecinde bile soğukkanlılığını, mantığını ve keskin zekâsını korur.
Kadının güçlü oluşu, onun katil olabileceği düşüncesini uyandırır.
Seyirci olarak katılanların çoğunluğu kadındır ve bu karı-koca ilişkisinin ifşasında yargılayıcı bakışlar Sandra’ya yönelir.
Mahkeme salonunda yüzleri gösterilen kadın seyircilerin ve jüri üyelerinin Sandra'ya yönelttiği bu yargılayıcı bakışlar, sadece erkek egemen bir sistemin değil, aynı zamanda kadınlar arasındaki içselleştirilmiş önyargıların ve geleneksel rollere uyma baskısının bir yansımasıdır.
Seyirci kadınlar, Sandra'nın duygularında dürüst oluşunu ve evlilik dışı ilişkilerini kendi hayatlarında kabul edilebilir görmediklerinden, onu ahlaki olarak 'suçlu' ilan etmeye daha meyilli olmaktadırlar.
Güçlü, başarılı ve duygusal olarak bağımsız bir kadın, geleneksel beklentilere uymadığı için toplumun gözünde daha kolay bir katil adayı haline gelir ve “Bu kadar güçlü bir kadın, kocasını ezmiş, belki de öldürmüştür” gibi bir algı oluşur.
Bu nedenle mahkeme, cinayet davası olmaktan çıkıp, Sandra'nın bir kadın ve eş olarak toplumsal standartlara ne kadar uyduğuyla ilgili ahlaki bir yargılamaya dönüşür.
Bir kadının güçlü, başarılı ve duygusal olarak bağımsız olması, onu otomatik olarak bir şüpheli konumuna itebilir sonucu ortaya çıkar.
Sonuç olarak, 'Bir Düşüşün Anatomisi', bir düşüşün anatomisinden çok, bir evliliğin otopsisidir.
Film, en medeni dediğimiz toplumlarda bile, toplumsal cinsiyet rolleri ve önyargılarla, farkında olmadan bir insanı katil ya da canavar olarak yaftalayabilen bir yapı içinde olduğumuzu bize gösterir.
Çocuk masumiyetinin her şeyden güçlü olduğunu ve nelerle savaşabileceğini, 'engelli' olmak ile yaşamda kalma, ayakta kalabilme ve muhakeme yetisi arasındaki ilişkiyi gözler önüne serer.
Ben filmi izlerken, kendi ülkemdeki şiddete maruz kalan ve yaşam hakkı elinden alınan kadınları düşündüm.
Ardından kendimi düşündüm; toplumsal cinsiyet rollerinin ve önyargıların baskısıyla boğuşurken hayatta neleri kaçırdığımı sorguladım ve ülkemdeki kız çocuklarına üzüldüm…
İşte bu yüzden film, sadece bir cinayeti değil; insanın kendi ahlaki yargılarını, bireysel ve toplumsal vicdanını sorgulamaya davet ediyor.