Köy Enstitüsünün son tanıklarından Kazım Çelikkaya ile yaptığımız söyleşinin ikinci bölümündeyiz. İlk bölümde Kazım öğretmen bize köy yaşamı, enstitüye girişi ve alışma süreci, enstitüde verilen eğitim ve Âşık Veysel ile olan anısını anlatmıştı. Bu bölümde Düziçi Köy Enstitüsü’nün Düziçi İlk Öğretmen Okuluna dönüşme süreciyle mezun olduktan sonraki öğretmenlik yaşantısından bahsedecek.
Keyifli okumalar…
(Hilal Bal): Siz ilk girdiğinizde Köy Enstitüsü olarak girdiniz okula ama diplomanızda “Düziçi İlk Öğretmen Okulu” yazıyor, bu değişim sürecini anlatır mısınız?
Kazım Çelikkaya: 1950'de iktidar değişince, yeni iktidarın niyeti Enstitüleri kapatmaktı. İnönü de zenginlerin, çiftçilerin ve toprak ağalarının etkisinde kaldı. Oy kaybettiğini görünce bir şeyler yapmak istedi. Şimdi İnönü'yü de suçluyorlar ama ben suçlamam. Çünkü Köy Enstitüsü zeminini hazırlayanlar, İnönü ve arkadaşları, hatta Atatürk'tür. Bu çalışmalar 20'li yıllardan itibaren başladı. Mustafa Necati gibi eğitimde ismi geçen önemli şahsiyetler de vardı. Bakıyorlardı ki Anadolu'da savaş bittikten sonra halk cahil ve aç. Atatürk, İnönü'ye hitaben: "Bu halk balık tutmalı... Yemesini değil, balık tutmasını öğretelim" diyor, "Nasıl olur, nasıl olur?" diye düşünülüyordu. Çünkü zamanında Osmanlı'nın aydınları Selanik'teydi, daha sonra İstanbul bir numara oldu. Her yenilik, her şey; matbaa, her türlü yenilik, sanat, müzik… Devamlı İstanbul'dan takip edilir, İstanbul'a gelir ama Anadolu’ya uğramaz, haberi olmaz Anadolu’nun. Ve onun için bu okulları açmaya çalıştılar. Şimdi Finlandiya'yı örnek aldık diyorlar ama o zamanlar medeni âlemden; Amerika'ya, İngiltere'ye, Avrupa'ya varıncaya kadar her yeri örnek almıştık.
(Hilal Bal): Oraya Düziçi İlk Öğretmen Okulu adı verildiğinde siz kaçıncı sınıftaydınız?
Kazım Çelikkaya: Üçüncü sınıftan itibaren adı değişti.
(Hilal Bal): Enstitünün eğitim modeli mi değişti, yoksa sadece adı mı?
Kazım Çelikkaya: Yok. Sadece adı değişti.
(Hilal Bal): Sanat dersleri üçüncü sınıftan sonra azaldı mı? Öğretmenler aynı kaldı mı?
Kazım Çelikkaya: 1950'den sonra azaldı. 14 Mayıs 1950'den sonra 'vidaları gevşettiler'. 48-49 ve 49-50 yılları Köy Enstitüsü olarak geçti. Sonra, sanat dersleri kalktı ve sanat öğretmenleri gitti. Rahmetli demircilik öğretmenimiz Şevket Ülke de gitti mesela. Daha sonra Reşat Türkeş ve Selahattin Sinan gibi hocalarımız da ayrıldı.
(Hilal Bal): Peki, Köy Enstitüsü'ne şehirden gelenler var mıydı?
Kazım Çelikkaya: İlk başta %100 köy çocuğu geliyordu. Hatta Osmaniyeli Arif Keskiner'in bir anısı var: Kitap fuarında bana "Yaşar Kemal'li Yıllar" adlı kitabını hediye ederken, "Hocam, ben de gidecektim ama şehir çocuğu diye almadılar" demişti. 1951’den sonra %25 şehir, %75 ise köy çocuğu… Daha sonra, benim kardeşlerimin okuduğu dönemde ise dışarıdan özel öğrenciler bile gelmiş. Haruniye'de ev tutup okuyanlar olmuş. Gündüzlü öğrenciler de olmuş; bize öyle söylediler. Hatta Âşık Veysel'in oğlu Ahmet Şatıroğlu da... Sivas Yıldızeli'nden mi, yoksa başka bir yerden mi gelmişti, emin değilim. Kardeşimle beraber okudu ve öğretmen oldu.
(Hilal Bal): Başka bir şehirde olduğu halde mi geldi?
Kazım Çelikkaya: Tabii, Sivas'tan bile nakil oluyordu. Köy Enstitüleri arasında nakiller mümkün oldu.
(Hilal Bal): Bu dönüşüm yüzünden diplomanız Düziçi Köy Enstitüsü olarak değil. Düziçi İlk Öğretmen Okulu olarak verildi yani?
Kazım Çelikkaya: Evet. Okulun isminin değişeceği söylendi. Gördüğümüz dersler aynı kaldı ancak sanat dersleri azalmıştı. Hatta ziraat dersi de ikinci planda kaldı. Üç tane ziraat öğretmenimiz vardı; biri profesördü hepsi üzülerek ayrıldı. Daha sonra okulun isminin ne olacağı tartışıldı. Çukurova Öğretmen Okulu olması gibi fikirler ortaya atıldı. Sonra ise devlet, oranın ismini Düziçi olarak belirledi. Ovanın ismi zaten Düziçi'ydi, diğer bitişiğindeki yer ise Haruniye idi. Bitişiğindeki köy Yeniköy'dü ve ikisi birleşti. Sonra Yarbaşı'na kadar aralarında on bir kilometre vardı. Bugün Yarbaşı'na kadar olan mesafenin birleştiğini görüyoruz. Bina bina bina...
(Hilal Bal): Köy Enstitülerinin kuruluşu, köylerdeki çocuklar ile ilgiliydi ama amacı neydi?
Kazım Çelikkaya: Temel amaç, Türkiye'yi genel olarak aydınlatmaktı. O zamanlar sadece İstanbul ve Ankara'da üniversite vardı. Oysa şimdi 81 ilde, hatta ilçelerde dahi üniversite var, değil mi? Eskiden köyde imamlardan başka okuma yazma bilen yoktu. Ben, asker mektuplarını annelere, babalara okur, onlara mektuplar yazardım.
(Hilal Bal): Anadolu topraklarındaki köylüyü aydınlatmak, onlara okuma-yazma öğretmek, bilimsel bakış açısı geliştirmek...
Kazım Çelikkaya: O 40'lı yılları sen bilemezsin, bizim çocukluğumuzu nereden bileceksin? Babamın bir tek demiryolunda çalışmasıyla geçinmek kolay değildi. Dayılarım tarlamızı sürer, ürünü kaldırırdı. Hemen tahsildar gelir, "öşür" vergisini, yani onda birini isterdi.
(Hilal Bal): Öşür vergisi mi? (Şaşırdım, çünkü bana çok uzak bir konuydu)
Kazım Çelikkaya: Öşür vardı o zamanlar, onda bir yani…
(Hilal Bal): Bu, Osmanlı döneminden kalma bir vergi sistemi değil miydi?
Kazım Çelikkaya: Evet, Cumhuriyet'in ilk yıllarında da devam etti. Zaten Halk Partisi'ni (CHP) niye suçluyorlar? Sanki Osmanlı'dan altın ya da servet kaldı da Atatürk ve arkadaşları mı yedi bitirdi bunu? Askere sadece buğdayı kaynatıp yediriyorlardı ya... Hani köylerde yaptığımız 'aş' gibi. Üstelik Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasından dolayı suçlu kabul edildik yani yenildik. Birinci Dünya Savaşı'ndan ve onun getirdiği yük kolay mı? Hayret!
(Hilal Bal): Biraz da öğretmenlik yıllarınızı konuşalım mı?
Kazım Çelikkaya: Evet, o zaman çocuktuk, yaptığımız işin ne kadar önemli olduğunu bilmiyorduk. Yatılı okulda okuduk. Bir elimiz yağda, bir elimiz balda olmasa da karnımız doyuyordu. Bir şeyler öğreniyorduk. Öğretmenlerimiz bize yeni yeni şeyler öğretti. Sinemayı da tiyatroyu da yani her türlü kültürel nimeti orada öğrendik. Eskiden şehir çocuklarına imrenirdik. Biz bazen, "Aman, bu dağlar arasında işimiz gücümüz yok da okumakla mı günümüz geçecek?" derdik. Hocalarımız bize, "Daha siz neler göreceksiniz ileride neler! Her şey bu değildir, şimdi gördüğünüz değil. Daha neler olacak..." derlerdi. Haklılarmış. Bakın, televizyonu, bilgisayarı gördük. Daha ne nimetler! son sınıftayken bizden üç vilayet seçmemiz istendi. Atamalar şöyle yapılırdı: Bakanlık, valilere "Ne kadar öğretmene ihtiyacınız var?" diye sorarak emir gönderirdi. Köy Enstitüleri'ne de "Ne kadar mezununuz var?" diye sorulur, sonra Bakanlık kura çekerek (veya belirleyerek) mesela "Urfa ili emrine 15 öğretmen" gibi atamalar yapardı. Diyelim Urfa'ya gittiniz İl Millî Eğitim Müdürlüğü kura çekerek, bizi ihtiyacı olan köylere gönderirdi. 2 veya 3 sene bu şekilde zorunlu görev yaptıktan sonra, istediğimiz bir yere (boş kadro olması şartıyla) tayin isteyebiliyorduk. O zamanlar şimdiki gibi değildi; herkes bizi misafir olarak kabul ediyordu. Hele Adanalıların Doğu'da çok iyi yeri vardı. Öğretmenliğe başlayınca staj dönemi, mesleği daha da sevdiriyordu. Tabii, toplum içerisinde öğretmenliğin saygın bir yeri vardı, çocuklar da saygı duyuyordu.
(Hilal Bal): Çalıştığınız köyde, bir danışma merkezi gibiydiniz, değil mi?
Kazım Çelikkaya: Tabii. Tabii çok büyük etkimiz vardı, herkes bir şeyler soruyordu. Biz de büyüklerimizi dinlerdik; onlar da çok bilgili ve tecrübeliydi. Şimdi köylere öğretmen gitmeyince, köyler çok değişti, halleri farklılaştı.
(Hilal Bal): Şimdi de Fakir Baykurt'u merak ettim. Fakir Baykurt da Köy Enstitüsü mezunu, değil mi?
Kazım Çelikkaya: Tabii, tabii. O ilk mezunlardan Fakir Baykurt ve Mahmut Makal vardı. Mahmut Makal'ın "Bizim Köy" adlı bir kitabı vardı. Ben daha okula girdiğim sene aldım Mahmut Makal'ın kitabını. Okurdum, kardeşlerim dinlerdi. "Yahu, bu kitap aynı bizim köyü ve bizim köyün halkını anlatıyor," derlerdi. Çok sevinirdik. Kitap fuarlarında yine karşılaştım, İstanbul'da tekrar aldım. Yani kitapta yazılanlar tamamen doğruydu. Ama Fakir Baykurt'un anlatımı daha derin. Mesela "Yılanların Öcü" eserindeki "yılan" kelimesini herkes bildiğimiz sürüngen canlıyı anlıyor. Halbuki yazar, yılgın insanların, yılgın fakirlerin halini anlatmak istiyordu.
(Hilal Bal): Peki Fakir Baykurt'un da içinde olduğu yıllarda örgütlü müydünüz? TÖB DER, TÖS vardı değil mi?
Kazım Çelikkaya: Evet, benim Adana'ya ilk geldiğim yıl olan 1969-70 yıllarında, ‘Öğretmenler Derneği’ vardı, şimdi heykelin olduğu Küçük Saat civarındaydı. Orada toplanılır ve çok şey anlatılırdı. Hatta Türkiye'deki ilk büyük öğretmen boykotunu da orada başlattık. 1969'da üç gün okula gitmedik sonrasında Adana'da Belediye binasında Fakir Baykurt'u dinlemiştim.
(Hilal Bal): Büyük öğretmen boykotuna katıldınız yani?
Kazım Çelikkaya: Katıldım tabii! Müdürler hariç herkes katılacak kararı çıktı. Adana’da Turan Altuntaş da vardı. (Oğlu Kubilay Altuntaş’ı konuşmuştuk). Bir araba ile 4-5 kişi Adana'dan çıktık. İmamoğlu yolu üzerindeki köylere uğradık. Köydeki arkadaşlara baktık nasıl durum? “İyi ama köylü gergin” dediler. Oradan Kadirli, Kozan’a gittik, Ceyhan üzerinden Adana'ya geri döndük aynı gün. O arkadaşla beraber.
(Hilal Bal): Öğretmenlik yaparken sürgün edildiğiniz bir dönem olmuş. Bu olay neyle ilgiliydi, anlatır mısınız?
Kazım Çelikkaya: O dönemde, Halk Partili (CHP) öğretmenler, Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gibi gazeteleri okumayı severdik ve okulda da bulundururduk. Okul müdürü, okula gazete getirmeyi yasaklayan bir yazı çıkardı ve herkesin imzasına açtı. Ben de müdür yardımcısıydım, yazıyı herkes okuyup imzalarken, öfkeyle: "Bu yasak nereden çıktı?" diyerek savurunca kâğıt yırtıldı. Öbür müdür yardımcısı, müdürün kızacağını bildiği için yırtılan kâğıdı temize çekip yeniden düzenledi. O zaman daktilo var, bilgisayar, yazıcı gibi teknoloji yok tabii. Müdür, kağıtları dosyaya koyarken, yazının temize çekilmiş kâğıt ile diğer evrakların yazı karakterinin uyuşmadığını fark etmiş. Daha sonra müdür beni çağırdı, normalde benim kendisiyle aramda sorun yoktu aksine iyiydi ama müdürü kışkırtanlar çoktu. Hatta tayin listeleri Milli Eğitime gitmeden beni hemen kendi okuluna aldırmıştı. Ben Havuzlubahçe İlkokulu’nda başladıktan sonra spor dallarında Türkiye çapında başarılarımız oldu; Zonguldak’a bile gitmiştik. Hatta Kiremithane İlkokulu’nun müdürü ile benim müdürüm arasında rekabet vardı bizim okulun spor takımı hep başarılı olunca söylenirmiş: “Kazım Çelikkaya ile müdür nereden bir araya geldi.” diye. Bu kadar uyumlu çalışıyorken o olayda kışkırtmaların da etkisiyle müdürle tartıştık. Tartışma sırasında müdür, sandalyeyi tutar gibi oldu. "Şimdi bu bana vuracak mı?" diye düşündüm ve ondan önce davrandım. Orada bakır kupalar vardı; bir iki tanesini ona doğru attım. Kupalar yamuldu ama yara bile olmadı. Hatta o kupaların fotoğrafları var. Bu defa başını sarıp koşmaya başladı. Valilik binasındaki Milli Eğitime gitmiş. O esnada Vali, durumu görüp anlayınca sinirlenmiş ve "Kim yaptıysa alın onu!" diye emir vermiş. Hemen bir toplantı yapmışlar ve kararı çıkarmışlar: Beni Karaisalı’nın Yüksekören Köyü’ne verdiler. Sonra bir gün vali köyleri gezmiş. Beni verdikleri köyde 25 öğrenci vardı, benimle birlikte 3 öğretmen. 25 öğrenciye 3 öğretmen! Ama Uzunlu diye yakın bir köy var; orada 81 öğrenciye 1 öğretmen düşüyor. Vali, Kozan tarafına gitmiş, orada da aynı dengesizlik. Dönüp Milli Eğitim Müdürüne çıkışmış: “Bu rezalet nedir? Bir yerde 81 öğrenciye bir öğretmen, bir yerde 25 öğrenciye üç öğretmen! Düzelt hemen!” demiş. Vali’nin bu çıkışı üzerine beni Yüksekören’den Karsantı’ya aldılar. 20 ay çalıştım orada. Yirmi ay…
"Köy Enstitüsü"nün son temsilcilerinden, yaşayan tarih Öğretmen Kazım Çelikkaya ile yaptığımız söyleşinin sonuna geldik. Cumhuriyet'in kuruluş yıllarından bugüne uzanan köklü bir dönemi bizzat tecrübe eden Çelikkaya'nın gözlerindeki öğretme ve sorgulama aşkı hâlâ ilk günkü gibi canlı.
Onun bu heyecanı, bana Nâzım Hikmet'in "Yaşamaya Dair" şiirinden bir bölümü anımsattı:
“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.”
Aydınlanma mücadelesine ömrünü adamış tüm devrimcilere saygıyla; onların kararlılığı bizim de yol haritamızdır. Mücadeleniz, mücadelemizdir!