Oblomovluğun Konforu ve Kurtarıcı Bekleyen Türkiye

Abone Ol

Gereksiz Adam Olmak ve Psikolojik Atalet

"Oblomov", İvan Gonçarov’un ilk defa 1859 yılında yayımlanan ikinci romanıdır. Romana adını veren kahramanımız İlya İlyiç Oblomov, 19. yüzyıl Çarlık Rusyası'nda yaşayan, toprak sahibi varlıklı bir ailenin üyesidir. Ailesinden kalan mirasla geçinen Oblomov, tembelliği ve hiçbir şey yapmamasıyla bilinen tam bir ‘gereksiz adam’ görünümündedir.

Tembelliğin, kararsızlığın ve nihayetinde korkaklığın vücut bulmuş hali olan Oblomov, yetenekli olmasına rağmen eylemsizliği ile gücünü heba eden bir karakterdir. Aslında Oblomov'un ataleti, dış dünyanın kaosu ve değişim talebi karşısındaki bir savunma mekanizmasıdır. Yatağı, onun için güvenli bir konfor alanı sunar.

Romanda Oblomov’un, farkında olduğu insan ilişkilerinden ve anlamsız yaşayıştan duyduğu rahatsızlığa sıkça rastlıyoruz. Sanki Oblomovluk onun için bir tavır gibidir. Yaşama katılmak için bir neden arayışına girer, yeri gelir kendisini de sorgular. Onu tek şey harekete geçirir: yazarın kafasında ideal kadın karakter olarak çizdiği Olga’nın aşkı.

Olga: İdeal Kadın Kimliği

Yazar, aristokrasi içindeki kurnaz, çıkarcı, duygusuz ve paraya düşkün kadın kimliğine karşılık, Olga'yı çıkarır karşımıza. Olga, akılcı, sorgulayan ve özgür bir kadındır. Çok lezzetli yemekler yapamaz ama dönemin sanatçılarını ve filozoflarını çok iyi tanır. Romanda da belirtildiği gibi:

"...Olga'nın kurnazlık yapmadığı belliydi. Yalnız dar kafalı kadınlar kurnazlığa başvurur. Zekâları doğru işlemediği için günlük sorunlarını kurnazlıkla çözmeye çalışırlar... küçük küçük düşüncelerini bir dantela gibi örerler…Kör talihe boyun eğmek Olga’nın mantığına sığmıyordu. Küçük tutkulara, büyülere, cazibelere kapılan kadınları anlamıyordu…”

Aynı zamanda yazar, dönemin kadın sorununu Olga'nın konuşmaları aracılığıyla bize aktarır: "Kadın evlenmez ki, bizimle evlenirler ya da bizi kocaya verirler" diyerek kadının toplumdaki edilgenliğinden yakınır.

Kitapta başka kadın karakterler de yer alır. Bunlardan biri de Oblomov'un uşağı Zahar'ın karısı Anisya’dır. Anisya, Zahar'dan daha genç ve zekidir; Zahar bunun farkındadır. Bu yüzden Anisya'ya kötü davranıp onu ezer. Anisya ise bu duruma karşı mücadele edip çabalamasına rağmen içinde bulunduğu çaresizlik nedeniyle boyun eğer.

Ştolts'un Dünyası: Modernleşme ve Anti-Tez

Yazarın idealize ettiği kadın karakter Olga, Oblomov’la ilgilenir, onu değiştirip eyleme geçirmeye çalışır. Ancak Oblomov’un değişime direnç göstermesi ile hayal kırıklığı yaşar. Daha sonra Oblomov’un da arkadaşı olan Ştolts ile görüşmeye başlar.

Rus toplumunun modernleşme arayışını, Doğu-Batı sentezini yansıtan Ştolts, aynı zamanda çökmekte olan aristokrasi sınıfına karşılık yeni doğan liberal burjuva sınıfı karakterini de yansıtmaktadır. Ştolts, Oblomov’un anti tezidir. Oblomov ne kadar derinlikli ve içsel konular ile meşgulken Ştolts da o kadar dışa dönük ve dünyevi konular ile meşguldür.

Romanın bir bölümünde Ştolts, Oblomov’dan kendisine ait olan köyde okul açmasını ister. Oblomov: “Böyle şeylerin zamanı mı şimdi? Köylülere okuyup yazmayı öğretmek tehlikeli; toprağı kazmaz onlar.” der. Ştolts ise buna karşılık, okuyup yazmayı öğrenen köylünün toprağı daha iyi kazacağını ve Oblomov'un düşüncesinin garip olduğunu söyler.

Rus anne ve Alman babadan doğan Ştolts, babadan aldığı çalışkanlık, disiplin ve rasyonalizm ile karakterini şekillendirir. Bu sentez, onu Oblomov'un ataletinden ayıran en temel özelliktir. Olga, Oblomov’da bulamadığı bu özellikleri Ştolts’ta bulur, aynı zamanda kendini de bulur ve onunla evlenir. Yani artık değişime direnen Oblomov’un devri bitmiş, yerine sürekli hareket ve yenilik coşkusu olan Ştolts’un devri başlamıştır. Ştolts’un bu mekanik ve çalışkan karakteri, Olga ile bir bütünlük oluşturur.

Yazar aslında Olga ve Ştolts’un Oblomov’u değiştirme, onu kurtarma çabasını sembolik olarak dönemin aristokrasisi ve entelektüelinin modernleşme çabasını temsil ettiğini düşünebiliriz. Olga ve Ştolts’un en sonunda Oblomov’u değiştirmek yerine kendi yaşamlarını kurmaları ise artık enerjimizi buna harcamak yerine tamamen kendi dünyamızı kurmamız gerektiğini, eğer bir değişim istiyorsak bunun eylemle mümkün olacağı mesajını veriyor olabilir. Yazar, eski ile yeninin, durağan olan ile dinamik olan arasındaki çelişkiyi bu şekilde sunar.

Tarih Boyunca "Oblomovluk"

19. yüzyılın önemli yazarlarından olan Gonçarov, Tolstoy, Dostoyevski, Gogol gibi ünlü yazarların döneminde yaşamış ve eserler vermiştir. Oblomov, dönemine damga vurmuş, birçok toplumbilimci ve felsefecinin referans alarak üzerinde tartıştığı bir karakterdir.

Özellikle Lenin, çeşitli konuşmalarında ve makalelerinde, Rus toplumu üzerindeki atalet ve karar verememe durumunu “Oblomovluk” olarak tanımlamıştır. Devrimden sonra da Oblomovluğun devam ettiğini ve bununla mücadele edilmesi gerektiğini savunmuştur. Aynı şekilde, 1960’larda Küba’da tembellikle mücadele amaçlı yasa çıkarılarak Oblomovluğa karşı birtakım politikalar yürütülmüştür. Çalışma zorunluluğu ile birlikte kamuoyunda "Tembellik Yasası" olarak bilinen düzenlemelerle, çalışmayan yani "sosyalist düzene uygun olmayan" kişiler cezalandırılabiliyordu.

Oblomov’un yorganı sadece 19. yy. Rusya’sının ya da 20. yy. Küba'sının bir sorunu olarak kalmadı; aksine, sorumluluktan kaçan her toplumun üzerine örtüldü ve günümüze kadar ulaştı.

Türkiye'nin Oblomovlaşması: Kurtarıcı Bekleyişi

Peki biz Türkiye toplumu olarak Oblomovluk ile aramızdaki mesafeyi nasıl tanımlarız?

Bence toplum olarak tam da Oblomovlaştırılmış bir ülkeyiz. Çalışkanlığımıza diyecek yok; ekmek kavgası veriyoruz. Ancak barınma, beslenme, sağlık, eğitim gibi temel haklarımız aslanın ağzına bırakılmış durumda; kim yakalarsa o kendini kurtarıyor, altta kalanın canı çıksın.

Bununla birlikte, sürekli dilimizden düşürmediğimiz Atatürk ve Cumhuriyet kavramlarının somut bir karşılığı kalmamış, dillerde destan olarak gezinir durumdalar.

Tüm bunlara rağmen halk olarak bir kurtarıcı bekliyor; sadece ara ara önümüze konulan sandığa gidip "irademizi en üst düzeyde gösterdiğimiz" illüzyonuyla yetiniyor, evde haberleri seyredip siyasetçilere kızıyoruz. "Sol neden birleşemiyor?", "Şu parti neden bunu yapıyor?", "Öbürü neden masaya oturmuyor?" gibi sorularla oyalanıyoruz. "Zaten siyasetçiler hep yalancı" diyoruz ve bedbin bir ruh hali içinde elimizde kalan son konfor taneciklerini koruma derdine düşüyoruz.

Zaten suçlu hep halk, böyle cahil bir halk ile bir yere varılmaz, öyle mi?

Peki ey çok bilen şikayetçi, sen halk değil misin? Sen bu siyasetin bir parçası değil misin?

Nazım şiiri geldi aklıma, Türkiye’deki her şeyden şikâyet eden ama hareket etmeye gelince bahanesi bol olan Oblomovlara gelsin:

Akrep gibisin kardeşim,

korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.

Serçe gibisin kardeşim,

serçenin telaşı içindesin.

Midye gibisin kardeşim,

midye gibi kapalı, rahat.

Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.

Bir değil,

beş değil,

yüz milyonlarlasın maalesef.

Koyun gibisin kardeşim,

gocuklu celep kaldırınca sopasını

sürüye katılıverirsin hemen

ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.

Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,

hani şu derya içre olup

deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.

Ve bu dünyada, bu zulüm

senin sayende.

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer

ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak

kabahat senin,

— demeğe de dilim varmıyor ama —

kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”

Nazım Hikmet RAN