Nazım'ın şiirselliği hiçbir yerde yok diyordum, ta ki bu yazının konusu olan Mithat Cemal Kuntay'ın 'Üç İstanbul' romanını okuyana kadar. Roman, söz sanatlarıyla bezenmiş, akışkan bir eserdir. Yazarın 1938 yılında yazdığı ve tek romanı olan 'Üç İstanbul', İstibdat döneminin sonları, İkinci Meşrutiyet ile Milli Mücadele dönemi ve Kurtuluş Savaşı sonrası Ankara Hükümeti dönemi olmak üzere üç farklı dönemi anlatır. Bu eser sayesinde, hem o dönemin tarihine tanık olur hem de Anadolu topraklarında aydınlanma mücadelesinin sadece Cumhuriyetin ilanı ile başlamadığını anlarsınız. Ali Suavi, 31 Mart Vakası, Namık Kemal, Tevfik Fikret ve daha niceleri gibi karakterler ve olaylar bu mücadelenin önemli duraklarıdır.
Roman, Abdülhamid döneminde maddi ve manevi olarak tutunamamış, yoksul bir muhalif aydın olan Adnan’ın hikâyesidir. Onun çaresizliğini ve memleketine dair umutsuzluğunu, bizzat kitaptan şu sözlerle anlayabiliriz: “Memleketin zaten neresi benim? Ereğli’de kömür Fransız! Haydarpaşa’da demir Alman! Yalnız Yemen’de dökülen kan Türk! Üstünde ölüp altında gömülecek kadar bir toprak; bu mu memleket? Elçi tercümanlarının çiğnedikleri leşe siz Osmanlı İmparatorluğu mu diyorsunuz?” Adnan'ın bu feryadı, aslında dönemin acı koşullarını da gözler önüne serer. Yabancı sermayenin kıskacında olan Osmanlı, Düyun-ı Umumiye'nin pençesindedir. Bu dönemin çaresizliğini gösteren bir diğer örnek de Abdülhamid'in tarihi eserleri satmasıdır. Almanya'ya yapılan bu satışın en büyüğü ise Bergama Müzesi'dir. Devasa boyuttaki Bergama Tapınağı, köylülerin eşeklerinin sırtına bağlanarak gemi ve trenle ülke dışına taşınmıştı. Romanda bununla ilgili de kısa bir diyalog var.
Adnan, hukuk fakültesini yeni bitirmiş genç bir İttihatçıdır. Aynı zamanda roman da yazmaktadır hiç bitmeyen bu romanın bölümlerinden pasajlara rastlarsınız. Roman içinde roman okursunuz. Üç İstanbul’un olay örgüsü, Adnan'ın hayatı ve özellikle de kadınlarla olan karmaşık ilişkileri etrafında döner. Öyle ki, yer yer kendinizi bu ilişkilerin içinde boğulmuş, sıkışmış hissedebilir ve hatta bir noktadan sonra bunalabilirsiniz.
Yazar, dini ve toplumsal normların perdesi arkasından kadın-erkek ilişkilerindeki yozlaşmayı, maskelerle devam eden kirliliği anlatır. Adnan karakterinin her bir kadınla olan ilişkisi, okuyucuyu onun kişiliğinin derin dehlizlerine doğru sürükler. Geniş çerçeveden bakıldığında, romandaki her bir kadının kendi sosyal sınıfının en kirlenmiş halini temsil ettiği görülür. Böylece yazar, toplumsal yozlaşmayı kadınlar üzerinden, siyasi yozlaşmayı ise Adnan'ın çevresindeki erkek karakterler üzerinden anlatır.
Aslına bakarsanız, bir toplumun ne kadar ilerici veya gerici olduğunu kadınların durduğu yerden anlamak mümkündür. Yazar, Adnan'ın etrafında birçok kadın olmasına rağmen, romanın merkezine iki kadın karakteri yerleştirir: Süheylâ ve Belkıs. Süheylâ, Doğu-Batı sentezinin en ideal halini temsil ederken, Belkıs karakteri ise tamamen temelsiz bir batılılaşma örneği olarak karşımıza çıkar.
Romanın ilk bölümü, İstibdat Dönemi'ndeki aydın ve saray çevresinin yozlaşmış yaşamını anlatır. Dönemin ileri gelen aydınları, Hidayet karakterinin konağında toplanıp siyasi kulisler yapar. Saraydan çıkarı olanlar ve mevkilerini korumak isteyenler bu konakta bir araya gelirler. Yazar, bu kirlenmiş atmosferi, Hidayet'in konağını uzun uzun betimleyerek gözler önüne serer: mermer merdivenler, Venedik avizeleri, Napolyon dönemi modasına uygun dekorasyon, uşaklar ve zengin yemek masaları… Adnan ise tüm fakirliğine rağmen, aydın kimliği ve ev sahibinin kızına verdiği dersler sayesinde bu gösterişli konakta ağırlanır.
Romanda, İstanbul saray erkânının kendi küçük dünyalarını ve kişisel çıkarlarını korumak uğruna Anadolu insanını nasıl feda ettiği anlatılır. Birini Jurnalleyen bir insan bir bakarsınız Kaymakam olmuştur. Liyakat diye bir şey yoktur. Bu durum, Tevfik Fikret'in "Sis" şiirinde çizdiği karamsar İstanbul tablosudur. Adnan da, tüm bu yozlaşmanın yarattığı “Sis”in içinde, muhalif kimliği yüzünden sürgüne gönderilir.
‘10 Temmuz İnkılâbı’ gerçekleşir, daha doğrusu miladi takvimle 23 Temmuz 1908 tarihinde ‘Hürriyet’ ilan edilir ve İstibdat rejimi sona erer. Kanun-i Esasi yeniden yürürlüğe girer böylece romanın "İkinci İstanbul" dönemi başlar. Adnan da bu yeni dönemle birlikte sürgünden döner. O artık “Bir Taksim Üç İttihat Terakki”dir. Hukuk bürosuna gelen büyük davalar sayesinde gitgide zenginleşir. Eski fakir ve sürgün edilmiş aydın kimliğini geride bırakmış, kendi hukuk bürosu ve konağı olan zengin bir adamdır. Eskiden Hidayet'in konağında yapılan kulis toplantıları, onun konağında gerçekleşmeye başlar. Artık çürüme sırası Adnan'dadır.
Bu arada Abdülhamid döneminin sarıklı ve sakallı ileri gelenleri, şimdi başka bir kimlikle yönetim kademelerinde kendilerine yer edinirler. Yeni rejim için ise en büyük tehdit artık Abdülhamid değildir. Romanın bu yeni döneminde bir arkadaşı Adnan'ı: "...Sizin en korkunç düşmanınız Fatih'teki yobazlardır. Sarıktan korkun..." diyerek uyarır. Aslında siyasi iktidarın aşması gereken çok engel vardır ama bunların içinde en zorlayıcı olanı gerici unsurlardır.
İttihat ve Terakki de hatalar yapar. Sarıkamış'ta binlerce asker donarak can verirken, İstanbul'da balolar devam etmektedir. Çanakkale Savaşı sırasında "...genç ölüler üst üste yığıldığı için borsada bir buçuk milyon lira kazanan çenesi, sırtı şişman bir Yahudi…" ifadesi beni çok sarstı. Tüm bunlar yaşanırken kadınlara her gece şampanyalar açılır. Bu durum, Anadolu'nun bir kez daha nasıl feda edildiğini gösterir. İkinci İstanbul, Tevfik Fikret’in 'Han-ı Yağma' şiiridir.
Nihayet Kurtuluş Savaşı gerçekleşir ve merkezi yönetim İstanbul'dan Ankara'ya taşınır. Artık üçüncü İstanbul ve konakların yerini Ankara almıştır. Para ve güçten kör olmuş ve egosu zirveye ulaşmış olan Adnan, Ankara'dan bir davet bekler. Ama o davet bir türlü gelmez ve buna öfkelenir. Bir gün Ankara’dan Kalpaklı bir misafir gelir. Kalpaklı misafir ile aralarındaki konuşma gergin geçer ve Adnan: “...memlekete yardım etmek isteyen arkadaşları Ankara’ya sokmadınız… bu millet sizden hesap soracak…” şeklinde bir çıkış yapar. Kalpaklı Misafir İttihatçıları kastederek Adnan’a şöyle cevap verir: “... sizin ellerinize bir vatan emanet ettik Beyefendi! Fakat üç kıtalı vatan haritasından, bize, siz bu kanlı pösteki kadar bir parça olsun geri getirmediniz. Biz size bunun hesabını yine sormadık. ‘Bu hesabı niçin sormadınız!’ diye bu millet yarın bizden hesap isteyecek. İşte bizden sorulacak hesap budur Beyefendi.”
Adnan, işleri bozulmuş ve terk edilmiş bir halde, gençlik yıllarındaki gibi ders vermek zorunda kalır. Geçimini bu şekilde sağlamaya çalışırken, sadece Süheylâ ona sahip çıkar. Adnan verem olup vefat ettiğinde ise mezarına parmakla sayılacak kadar az insan katılır.
Entrikalarla birlikte herkesin birbirinin ayağını kaydırdığı bir çürümenin romanıdır Üç İstanbul. Romanda, sıradan Anadolu insanı yerine, sarayda ve yalılarda yaşayan, ülkenin yönetiminde önemli yerlere sahip insanlar anlatılmaktadır. Bu yönüyle roman, belirli bir sınıfı ele almaktadır.
Kişisel çıkarlar için feda edilen değerler, lüks ve şatafat içinde yaşayan bir azınlığın göz ardı ettiği Anadolu halkı ve ideallerinden vazgeçen aydınlar…
Romanda, liyakatsizlikle birlikte sürekli bir iniş çıkış yaşanır. Birinci dönemde tepeye çıkmış bir kişinin ikinci dönemde yere çakıldığını görürsünüz; hiç kimse sağlam bir zeminde değildir. Yükselme hırsı ile değişim korkusu daima iç içedir. Aşağıdaki yükselme hırsındayken, yukarıdaki değişimden korkar. Beraberinde yükselmek için başkalarının ayağını kaydırmak gerekir.
İktidar değişince insanlar da aynı hızda değişir, gücü eline alanın kimliğine bürünürler. Adaletsizlikle mücadele ettiğini haykıran kişi, güç kendi eline geçince aynı adaletsizliği yapar.
Üç İstanbul, üç alt üst oluştur. Alt kısa sürede üst, üst de kısa sürede alt oluverir. Bugün azılı bir suçlu, terörist, yarın kahraman; dün kutsal sayılan, yarın ayaklar altına alınabilir. Dün konakta yaşayan, ertesi gün hapse girip dilenci olabilir. Dün sürgün edilen veya hapse giren, yarın bir konağa yerleşebilir. “Padişahım çok yaşa!” ile “Kahrolsun!” arasında ince bir çizgi vardır. Yaşama mücadelesi insanı vahşi bir hale getirir ve “Ne oldum değil ne olacağım diyeceksin” sözünün bu coğrafyaya ait olması boşuna değildir.
Aynı zamanda Üç İstanbul'un üçünde de başarılı olan bir kesim vardır. Kaç İstanbul olursa olsun, her dönemde varlıklarını sürdürürler. Onlar için önemli olan sadece hayatta kalmaktır; değerlerin onlar için bir önemi yoktur. Birinci İstanbul'da sakal bırakıp sarıkla camiye gider. İkinci İstanbul'da ise sarık atılır. Üçüncü İstanbul'da İngilizlere casusluk yaparken yakalanır, davası devam ederken bile kalpak takar…
Yüz yıl öncesini anlatan bu romanın, anlattığı insanlık hallerini günümüzde de görürüz: Herhangi bir makama gelen bir kişi, yakın çevresinin bu makamdan faydalanmasını sağlar. Hatta yeri gelir, yakını için olmadık bir makam üretir. Örneğin, yabancı dil bilmeyen biri yurt dışına basın ataşesi olarak atanır, yanına bir tercüman verilir, karısına da bir görev türetilir ve her birine dolgun maaş ödenir. Ya da spor hakemi tiyatro müdürü olur, milli güreşçi devlet bankası yönetim kuruluna atanır…
Ülke yönetimi, Anayasa ve kâğıt üzerindeki evraklar üzerinden yürütülüyormuş gibi yapılır ancak asıl olarak adam kayırma üzerinden devam eder. “-Mış Gibiler” ülkesiz sanki… Bu durum o kadar normalleşmiştir ki, en küçük birimde bile buna rastlarsınız. Edebiyat ödüllerinden hastanede sıra kapmaya, ihale süreçlerinden spor kulüplerine, çocukların okul takımına seçilmesinden bir devlet dairesindeki işlemlerin hızlandırılmasına kadar bunu herkes yapar. Çünkü "Ben yapmasam başkası yapacak" düşüncesi yerleşmiştir.
Roman ile ilgili makale ve kitap araştırmalarımda, “Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme” ve “Vasatlığa Giriş Dersleri” gibi eserleri olan araştırmacı/yazar Taylan Kara'nın yorumları beni çok etkiledi. Onun da dediği gibi, bu roman, İngiltere veya Fransa’da yazılmış olsaydı, şu anda klasikler listesinde bol bol çevirisi yapılmış olurdu. Ancak maalesef, ülkemizde hak ettiği değeri görmemiştir.
Sonuç olarak roman, Türkiye’deki sorunların zaman ve mekânla sınırlı olmadığını gösteriyor. 'Üç İstanbul', sadece bir dönemin değil, aynı zamanda bitmeyen güç ve liyakatsizlik döngüsünün bir tablosudur.