Yerinde Kalma Hakkı: Sosyal Demokratik Perspektiften Konut Hakkı ve Kentsel Adalet

Abone Ol

Konut hakkı, insan onuruna yakışır bir yaşamın temel koşullarından biridir ve uluslararası insan hakları belgelerinde de güvence altına alınmıştır. Ancak günümüzde yükselen kira fiyatları, zorla tahliyeler ve kentsel dönüşüm projeleri, kent yoksulları ve dar gelirli kesimler için barınma krizine yol açmaktadır. Bu bağlamda, yerinde kalma hakkı (bulunduğu yerden, mahallesinden zorla koparılmama hakkı) konut hakkının ayrılmaz bir parçası olarak gündeme gelmiştir. Yerinde kalma hakkı, bireylerin ve toplulukların yaşam alanlarında kalabilmesini, kentsel gelişmeler karşısında yerinden edilmemesini savunan bir ilkedir. Bu kavram, kentsel adaletin sağlanması ve kent hakkının kullanılabilmesi için kritik önem taşımaktadır. Çünkü bir kenti sahiplenebilmek ve kent hayatına eşit katılım gösterebilmek için önce o kentte yaşamaya devam edebilmek gerekir. Bu yazıda, yerinde kalma hakkını sosyal demokratik bir perspektiften ele alacak; konut hakkının tanımı, sosyal demokrat ilkelerin konut politikalarına yansıması, Türkiye’de kentsel dönüşüm uygulamalarının durumu, uluslararası iyi örnekler ve Türkiye’nin anayasal-hukuksal çerçevesi ışığında bu hakkı değerlendireceğiz. Son bölümde ise sosyal demokrat değerlerle uyumlu, kapsayıcı ve adil bir kentsel gelişim için somut politika önerileri sunulacaktır.

Konut Hakkı ve Yerinde Kalma Hakkının Tanımı

Konut hakkı en temel ifadeyle, herkesin güvenli, erişilebilir ve uygun koşullarda barınma hakkı olarak tanımlanır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 25. maddesi, “herkesin kendisi ve ailesi için yeterli bir yaşam standardına sahip olma hakkı vardır; bu, yiyecek, giyim, konut ve sağlık hizmetlerini içerir” diyerek konut hakkının evrensel niteliğini ortaya koymaktadır. Benzer şekilde, Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 11. maddesi de yeterli konutta yaşama hakkını temel bir insan hakkı olarak tanır. Konut hakkının yaşamaya elverişli konut şeklinde anlaşılması, barınmanın yalnızca dört duvar ve bir çatı olmanın ötesinde, insan onuruna uygun koşulları (örneğin sağlıklı altyapı, güvenli yapı, uygun fiyatlı ve ayrımcılık barındırmayan bir konut) kapsadığını gösterir.

Yerinde kalma hakkı, konut hakkının özünde bulunan güvenli barınma ve sözleşme güvencesi ilkelerinin somutlaşmış halidir. Bu hak, bireylerin ve toplulukların rızaları dışında bulundukları yerden zorla çıkarılmama, ekonomik veya kentsel baskılar nedeniyle yer değiştirmek zorunda kalmama hakkını ifade eder. BM Konut Hakkı Özel Raportörü Raquel Rolnik, konut hakkının en çok ihlal edilen boyutunun zorla tahliyeler olduğunu vurgulayarak, konut hakkını “yerinde kalma hakkı ve korunması gereken bir değer” olarak tanımlamanın önemine dikkat çekmektedir. Nitekim Rolnik, dünya genelinde kendisine iletilen konut hakkı ihlallerinin %99’unun zorla tahliyelerle ilgili olduğunu belirtmiş, yani bir numaralı ihlal insanların yaşadıkları yerden koparılmasıdır. Bu veriler, yerinde kalma hakkının, barınma hakkının ayrılmaz bir parçası olduğunu ortaya koymaktadır. Güvenli bir kullanım hakkı (security of tenure) olmaksızın, yani insanlar bulundukları evde veya mahallede geleceğe dönük güvenceden yoksunken, barınma hakkından tam manasıyla söz etmek mümkün değildir.

Yerinde kalma hakkı aynı zamanda kentsel adalet ve kent hakkı kavramlarıyla da iç içe geçer. Fransız düşünür Henri Lefebvre’in ortaya koyduğu kent hakkı, kentsel mekân üzerinde kent sakinlerinin söz ve karar sahibi olmasını, kentin olanaklarından eşit faydalanmayı içerir. Yerinde kalma ise bu hakkın en temel koşullarından biridir; zira kentte kalma imkânı elinden alınan, yaşadığı mahalleden sürülen insanların kent yönetimine katılım hakkı da fiilen ortadan kalkar. Bu nedenle, bir kentsel projenin adil olup olmadığını değerlendirirken, o projenin mevcut sakinlerin yerinde kalma hakkına saygı gösterip göstermediği kritik bir ölçüt olarak kabul edilmelidir. Uluslararası kentleşme politikalarında da bu yönde bir anlayış gelişmektedir: Örneğin 2016’da kabul edilen Yeni Kentsel Gündem (Habitat III) belgesi, şehirlerin eşit haklar, yeterli konut ve kapsayıcı planlama ilkeleriyle geliştirilmesi gerektiğini vurgulayarak devletlere “herkes için yeterli konut” hedefi doğrultusunda hareket etme çağrısı yapmıştır. Benzer şekilde, BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nden 11. hedef, 2030’a dek herkes için güvenli, yeterli ve uygun fiyatlı konut sağlanmasını öngörmektedir. Tüm bu uluslararası çerçeveler, yerinden edilmenin önlenmesi ve kentsel kapsayıcılığın sağlanması gerekliliğine işaret eder.

Sosyal Demokratik İlkeler Işığında Konut Politikaları

Sosyal demokrasi, eşitlik, dayanışma, kamusal müdahale ve dezavantajlı grupların korunması gibi ilkeler etrafında şekillenen bir siyasi yaklaşımı ifade eder. Konut politikaları, sosyal demokrat geleneğin temel parçalarından biri olarak tarihsel öneme sahiptir. Sosyal demokrat yönetimler, barınma ihtiyacını piyasaya bırakılmayacak kadar önemli bir toplumsal mesele olarak görmüş ve “konut hakkı”nı hayata geçirmek üzere aktif politikalar geliştirmiştir. Bu çerçevede üç temel yaklaşım öne çıkar:

  • Konutun bir hak olarak görülmesi: Sosyal demokrat perspektifte, barınma lüks bir meta değil, her vatandaşın sahip olduğu temel bir haktır. Bu anlayış, devletin konut arzını şekillendirmede ve konut piyasasını dengelemede rol almasını gerektirir. Örneğin, sosyal konut kavramı bu anlayıştan doğmuştur. Sosyal konut, kar amacı güdülmeden, genellikle devlet veya belediyeler eliyle üretilen ve dar gelirlilere sunulan kiralık ya da mülk konutları ifade eder. Bu modelde konut, yatırım ve spekülasyon aracına (değişim değerine) indirgenmez; aksine barınmanın kullanım değeri önce gelir. Yani insanların bir eve, bir yuvaya sahip olabilmesi, sırf piyasa koşullarına terk edilmemesi gereken, kamunun desteklediği bir hedef haline gelir.

  • Kamu eliyle üretim ve planlama: Sosyal demokratik yönetimler, konut krizlerini çözmek için kamusal yatırımları seferber eder. Tarihsel olarak bunun en çarpıcı örneklerinden biri, 1920’lerde Avusturya’da sosyal demokratların yönettiği “Kızıl Viyana” döneminde görülmüştür. Bu dönemde kent yönetimi, lüks tüketimden alınan vergilerle büyük ölçekli konut hamleleri gerçekleştirmiş ve on binlerce uygun fiyatlı konutu halka sunmuştur. Günümüzde de Viyana şehri, yaklaşık 220 bin adet belediye konutunun sahibi olarak Avrupa’nın en büyük ev sahibi kentidir; kooperatifler dahil edildiğinde, şehir nüfusunun yarısından fazlası kamu destekli konutlarda yaşamaktadır. Bu kamusal konutlar yüksek kalite standartlarında inşa edilmekte ve kira sözleşmeleri uzun vadeli güvenceler sunmaktadır. Viyana modelinin temelinde, konutu sosyal bir yükümlülük olarak gören, karışık gelir gruplarını aynı mahallelerde buluşturarak toplumsal bütünlüğü amaçlayan bir felsefe vardır. Benzer biçimde İskandinav sosyal demokrat refah rejimleri de konutta evrenselci bir yaklaşım benimsemiş, belediye eliyle kurulan konut şirketleri aracılığıyla gelirden bağımsız şekilde geniş halk kesimlerine konut sağlamıştır. İsveç’in 1960’larda uyguladığı “Milyon Konut Programı” bu anlayışın ürünü olup, her kesime yetecek sayıda konut üreterek barınma sorununu çözmeyi hedeflemiştir.

  • Piyasanın denetlenmesi ve sosyal koruma: Sosyal demokrat ilkeler, konut piyasasında tamamen serbest bırakıldığında ortaya çıkabilecek eşitsizlikleri önlemek için kamusal düzenlemeler yapılmasını savunur. Bu kapsamda kira kontrolü, kiracı haklarının güçlendirilmesi, spekülatif emlak faaliyetlerinin vergilendirilmesi veya sınırlandırılması gibi tedbirler alınır. Amaç, sadece konut üretmek değil, mevcut konutların erişilebilirliğini de korumaktır. Örneğin, kira tavanı uygulamaları veya kamulaştırma tartışmaları, konutun barınma amacı dışındaki kullanımını (örneğin boş tutarak değer artışı bekleme) sınırlandırmayı hedefler. Nitekim dünyanın farklı kentlerinde yükselen kiralar karşısında sosyal demokrat belediyeler, yasal sınırları zorlayarak dengeleyici politikalar geliştirmiştir. Bu durumun güncel bir örneği, İspanya’dır: Barselona gibi şehirlerin baskısıyla İspanya parlamentosu 2023’te ulusal düzeyde bir konut yasası çıkararak belediyelere kira kontrolü uygulama yetkisitanımıştır. Yine Almanya’nın Berlin kentinde, büyük özel emlak şirketlerinin elindeki konutları kamulaştırmaya yönelik bir referandum gerçekleştirilmiş olması, sosyal koruma taleplerinin ne denli güçlendiğini gösterir. Sosyal demokrat yaklaşım, ev sahipleri ile kiracılar arasındaki güç dengesizliğini azaltmayı ve hiç kimsenin piyasa koşullarındaki dalgalanmalar nedeniyle barınma hakkından mahrum kalmamasını amaçlar.

Özetle, sosyal demokratik perspektifte konut politikaları, barınmayı temel bir sosyal hizmet olarak ele alır. Konutun metalaşmasına karşı, kamusal çözümler ve dayanışma mekanizmaları devreye sokulur. Bu yaklaşım sayesinde pek çok ülkede evsizlik oranları düşük tutulabilmiş, gecekondu bölgeleri sosyal konut projelerine dönüştürülürken orada yaşayanların yerinde kalması sağlanmış veya kentsel gelişme süreçleri daha adil hale getirilmiştir. Konut politikalarının başarısı, toplumsal eşitsizliklerin azaltılmasına, kentlerin daha entegrasyoncu ve yaşanabilir mekânlar olmasına katkı yapar. Bu nedenle konut, sosyal demokratik sosyal politikaların kilit bir halkasıdır.

Türkiye’de Kentsel Dönüşüm: Zorla Tahliyeler, Soylulaştırma ve Yerinde Kalma Sorunu

Türkiye’de konut hakkı tartışmaları, özellikle 2000’li yıllardan itibaren hız kazanan kentsel dönüşüm uygulamaları etrafında yoğunlaşmıştır. Hızlı kentleşme sonucu oluşan gecekondu mahalleleri ve afet riski altındaki yapı stoku, 2000’lerin ortasından itibaren çeşitli yasal düzenlemelerle dönüşüm projelerine konu edilmiştir. Ancak bu projeler, sıklıkla yerinden etme ve soylulaştırma (gentrification) eleştirileriyle karşı karşıya kalmıştır.

2005 yılında yürürlüğe giren 5366 sayılı Kentsel Yenileme Yasası ve Belediye Kanunu’nun 73. maddesi (kentsel dönüşüm yetkisi veren hüküm), Türkiye’de yerel yönetimlere ve TOKİ gibi kuruluşlara geniş çaplı dönüşüm projeleri yapma olanağı tanıdı. Ardından 2012’de çıkarılan 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüşümü Kanunu, afet riskini gerekçe göstererek çok daha yaygın ve hızlı dönüşüm uygulamalarının önünü açtı. Bu yasal çerçeve altında, İstanbul başta olmak üzere birçok kentte düşük gelirli mahalleler yıkılıp yeniden inşa edildi. Ne var ki bu süreç, binlerce ailenin mahallelerinden zorla tahliye edilmesi sonucunu doğurdu. İstanbul’da Sulukule (Fatih) örneğinde görüldüğü gibi tarihi ve merkezi mahallelerde yaşayan yoksul kesimler, yenileme projeleriyle şehir dışına itilmiştir. Sulukule’den Tarlabaşı’na, Ayazma/Tepeüstü’nden Fikirtepe’ye uzanan örneklerde yerinde kalma hakkı büyük ölçüde ihlal edildi; sakinlerin önemli bir bölümü yeni projelere ekonomik nedenlerle dâhil olamadı veya uzak bölgelere taşınmak zorunda kaldı. Cihan Baysal’ın araştırmaları, 2005 sonrasında bu yasalar çerçevesinde yürütülen yenileme/dönüşüm projelerinde konut hakkı ihlaline uğrayan nüfusun kayda değer büyüklüğe ulaştığını ve sürecin özellikle kiracıları korumakta yetersiz kaldığını ortaya koymaktadır. Zira kentsel dönüşüm projelerinde genellikle tapu sahibi ev sahiplerine yeni konut veya tazminat sunulurken, aynı evlerde oturan kiracılar hiçbir güvenceden yararlanamamakta, adeta “gözden çıkarılmaktadır”.

Türkiye’de kentsel dönüşüm uygulamalarının bir diğer sonucu da soylulaştırma etkisidir. Merkezi konumdaki eski mahalleler yenileme adı altında lüks konut projelerine dönüşürken, orada geleneksel olarak ikamet eden dar gelirli sakinler yerlerini daha yüksek gelir gruplarına bırakmaktadır. Örneğin Tarlabaşı (Beyoğlu) projesi sonrası bu tarihi semtte yaşayanlar uzak bölgelere dağıldı; yerine oteller, ofisler ve üst gelir gruplarına yönelik konutlar geldi. Mega projeler(örneğin İstanbul’da 3. Köprü, havalimanı veya yeni finans merkezleri) civarındaki mahallelerde de benzer bir fiyat artışı ve nüfus değişimi gözlemlenmektedir. Yapılan araştırmalara göre, İstanbul’da kentsel rantın yükseldiği bölgelerde konut fiyatları ve kiralar çevredeki nüfus kompozisyonunu hızla değiştirmekte; alt gelir grupları kent merkezlerinden çevre ilçelere veya daha uzaktaki şehirlere göç etmek zorunda kalmaktadır. Kısacası, “kimin kentte kalacağı, kimin kovulacağı”nı belirleyen bir süreç yaşanmaktadır. Konut hakkı mücadelesi veren çevreler bu süreci “kent yoksullarının sürgünü” olarak nitelendirmekte ve buna karşı yerinde kalma hakkı talebini yükseltmektedir.

Türkiye’de kentsel dönüşüme dair eleştiriler yalnızca sosyal boyutla sınırlı değildir; aynı zamanda hukuk devleti ilkeleriaçısından da önemli sorunlar gündeme gelmiştir. Pek çok dönüşüm projesinde, maliklerin rızası alınmadan acele kamulaştırma kararlarıyla mülkiyet hakkı ihlallerine yol açıldığı, tahliyelerin yetersiz tebligat ve istişare süreçleriyleyapıldığı görülmüştür. Yargı mercilerine taşınan bazı projelerde (örneğin İstanbul’daki bazı riskli alan ilanları) iptal kararları çıkmış olsa da, genel manada hukuki denetimin zayıf kaldığı eleştirileri yapılmaktadır. Anayasa’nın 35. maddesi mülkiyet hakkını korurken, aynı zamanda kamu yararı halinde kamulaştırmaya izin vermektedir. İdare ise pek çok durumda kentsel dönüşümü “kamu yararı” olarak sunarak bu yetkileri geniş yorumlamıştır. Ancak kamu yararı ile sosyal adalet arasındaki denge tartışmalıdır: Dönüşüm projelerinin genellikle mevcut sakinlerin aleyhine, müteahhitler ve yeni gelecek alıcılar lehine sonuçlandığı algısı yaygındır. Bu durum, devletin Anayasa md.57’deki “konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alma” ödevine ne kadar uygun hareket ettiği sorusunu gündeme getirmektedir. Anayasa md.57, devlete şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama ile konut ihtiyacını karşılama görevi verir. Oysa Türkiye’de kentsel dönüşüm pratiğinde planlamadan ziyade piyasa dinamiklerinin ve inşaat şirketlerinin öncelikleri baskın olmuştur. Sonuç olarak, alt gelir gruplarının barınma koşulları iyileştirilmek bir yana daha da güvencesiz hale gelmiş; kiracılar, güvencesiz tapu sahipleri veya enformel konut alanlarında yaşayanlar için yerinde kalma hakkı büyük ölçüde zedelenmiştir.

Buna rağmen, Türkiye’de de sivil toplum ve mahalle düzeyinde önemli direniş ve dayanışma örnekleri görülmüştür. 2010’lu yılların başında İstanbul’un birçok mahallesinde kurulan mahalle dernekleri (örneğin Sulukule Platformu, Tarlabaşı sakinleri inisiyatifi, Ayazma-Tepeüstü derneği, Fikirtepe derneği, Okmeydanı Fetihtepe ve Tozkoparan platformları) hukuki yollara başvurarak ve eylemler düzenleyerek yerinde kalma mücadelesi vermiştir. Bu mücadelelerin bir kısmı geçici de olsa başarılar elde etti; en azından kamuoyunda “yerinde dönüşüm” kavramının konuşulmasını sağladı. Ancak zamanla, özellikle 2013 Gezi Parkı protestoları sonrasında sivil alana yönelik baskıların artmasıyla, örgütlü mahalle hareketleri zayıfladı. Öte yandan, konut krizinin derinleştiği son yıllarda yeni toplumsal hareketler de ortaya çıkmıştır. 2021’de öğrencilerin ve evsiz kalma tehlikesi altındaki gençlerin başlattığı “Barınamıyoruz” eylemleri, kamusal yurt yetersizliği ve fahiş kiraları protesto ederek gündem yaratmıştır. Her ne kadar bu hareket kısa süreli olup sürekli bir platforma dönüşemese de, barınma sorununun görünürlüğünü artırmıştır. Ayrıca pandemi sonrasında kira artışlarına karşı bazı kiracı dayanışma ağları kurulmuş, sosyal medyada örgütlenmeler gerçekleşmiştir. Bu gelişmeler, konut hakkı mücadelesinin tabandan yeniden filizlenebileceğine işaret etmektedir.

Sosyal Demokrat Belediyelerden İyi Örnekler: Viyana, Barselona, Stockholm

Dünya genelinde bazı şehirler ve ülkeler, sosyal demokrat politikalarla uyumlu, kapsayıcı ve eşitlikçi konut uygulamalarıyla öne çıkmaktadır. Viyana, Barselona ve Stockholm gibi örnekler, yerinde kalma hakkını gözeten, sosyal adaleti merkeze alan yaklaşımlarıyla dikkat çekmektedir:

Viyana’da 1920’lerden kalan Karl Marx-Hof gibi büyük ölçekli sosyal konut blokları, sosyal demokratik konut politikasının mirasıdır. Bu tür projeler, farklı gelir gruplarını bir arada barındırarak kentsel bütünleşmeye katkı sağlar.

  • Viyana (Avusturya): Viyana, bir yüzyıla yakın süredir devam eden sosyal konut politikaları sayesinde dünyanın en yaşanabilir ve kira bakımından en erişilebilir büyük kentlerinden biri haline gelmiştir. Kentte her iki kişiden biribelediye veya kooperatif eliyle sağlanan sübvansiyonlu konutlarda yaşamaktadır. Viyana’nın “Gemeindebau” adı verilen belediye konutları, yalnızca dar gelirlilere değil geniş bir orta sınıf kitlesine de hizmet edecek şekilde tasarlanmıştır; böylece konut alanlarında sosyo-ekonomik çeşitlilik sağlanmakta, gettolaşma ve dışlanma önlenmektedir. Uzun vadeli kira sözleşmeleri (hatta miras yoluyla devredilebilme imkânı) ve makul kira seviyeleri sayesinde, Viyanalılar gelir durumları değişse bile mahallelerini terk etmek zorunda kalmamaktadır. Bu da yerinde kalma hakkının kurumsal olarak güvence altına alınmış bir biçimi olarak değerlendirilebilir. Viyana modelinin başarısı, sosyal demokrat yönetimlerin istikrarlı kararlılığına dayanır: Konut, kâr amacı gütmeyen kooperatifler ve kamu ortaklığıyla üretilir; lüks konut üretimi yerine sosyal sürdürülebilirlik önceliklendirilir. Sonuç olarak Viyana, hem düşük hem orta gelirli ailelerin kent merkezinde dahi uygun koşullarda yaşayabildiği, konutun bir insan hakkı olduğu prensibinin somutlaştığı bir şehir profili sunmaktadır.

  • Barselona (İspanya): Barselona, son yıllarda konut politikalarında izlediği yenilikçi adımlarla adından söz ettirmektedir. 2015-2023 yılları arasında kentin belediye başkanlığını yapan Ada Colau, geçmişte bir konut hakkı aktivisti (İspanya’daki İpotek Mağdurları Platformu-PAH’ın sözcüsü) olarak tanınmaktadır. Colau yönetimindeki sosyal demokrat/sol koalisyon, Barselona’da konutu piyasa güçlerinin insafından çıkarma yönünde cesur hamleler yaptı. Öncelikle, kitle turizminin yarattığı konut krizine karşı Airbnb gibi kısa süreli kiralamalara kısıtlamalar getirildi, ruhsatsız turist dairelerine ağır cezalar uygulanarak yerel halkın kiralık konut bulma imkânı artırıldı. İkinci olarak, Barselona Belediyesi kapsamlı bir Konut Hakkı Planı hazırlayarak 2025’e kadar kentin sosyal konut stokunu iki katına çıkarmayı hedefledi. Bu doğrultuda belediye, kullanılmayan binaları kamulaştırma, özel sektöre imar izni verirken belli oranda sosyal konut üretimini şart koşma (inclusionary housing) gibi araçları kullandı. Özellikle boş tutulan konutların kamusal ihtiyaç için değerlendirilmesi ve bankaların elindeki hacizli evlerin sosyal kiralık konuta dönüştürülmesi konusunda önemli adımlar atıldı. Barselona örneği, yerel yönetimlerin sınırlı kaynak ve yetkilerine rağmen yaratıcı politikalarla konut krizine müdahale edebileceğini gösteriyor. 2023’te İspanya’da kabul edilen ulusal konut yasası da Barselona gibi şehirlerin mücadelesinin sonucudur ve yüksek kiraların bulunduğu “gergin bölgelerde” kira artışlarını sınırlama imkânı tanımıştır. Barselona ayrıca tahliye tehdidi altındaki ailelere destek olmak için Tahliye Önleme Birimi kurmuş, kira borcu nedeniyle evini kaybetme riski yaşayanlara hukuki ve mali danışmanlık sağlamıştır. Tüm bu önlemler, sosyal demokratik ilkelerin yerelde uygulanarak kimsenin barınma hakkından mahrum kalmaması yönündeki iradeyi ortaya koymaktadır.

  • Stockholm (İsveç): İskandinav sosyal demokrasi modelinin konut alanındaki yansımaları, Stockholm gibi şehirlerde uzun yıllar kendini hissettirmiştir. İsveç, II. Dünya Savaşı sonrası “evrensel refah devleti” anlayışıyla konutta piyasa-dışı çözümler üretmiştir. Stockholm’de belediyeye ait konut şirketleri, farklı gelir gruplarına yönelik geniş bir kiralık konut portföyü sunarak kentin konut ihtiyacını karşılamıştır. Konut kuyruğu sistemiyle herkesin başvurabildiği ve puan usulüyle dağıtıldığı sosyal konutlar, toplumda ayrım gözetmeksizin barınma sağlama amacına hizmet etti. Sonuç olarak Stockholm’de uzun yıllar boyunca kira piyasası görece dengeli seyretmiş, gecekondu bölgeleri oluşmamış ve evsizlik oranları düşük tutulmuştur. Ancak son yıllarda neoliberal politikaların etkisiyle İsveç’te sosyal konut alanında bazı sıkıntılar baş göstermiştir. 1990’lardan itibaren kamu sübvansiyonlarının azaltılması, belediye konutlarının bir kısmının özelleştirilmesi ve talebin arzı aşması sonucu Stockholm’de de kiralar yükselmiş, bekleme listeleri uzamıştır. Yine de Stockholm örneği, tarihsel olarak sosyal demokrat konut politikalarının bir kenti nasıl şekillendirdiğini gösterir. Şehirde getirilen düzenlemeler sayesinde kiracıların güçlü hakları vardır; ev sahipleri keyfi tahliye yapamaz, kira artışları denetime tabidir. Yerinde kalmaaçısından bakıldığında, Stockholm’de dar gelirli bir aile sosyal konut sistemine girdikten sonra gelir düzeyi artsa dahi o konutu kaybetmez; çünkü sistem evrenselci olduğu için “çok kazanınca evden çıkarılma” durumu yaşanmaz (pek çok ülkede sosyal konutlar sadece en yoksullara verilip kişi biraz toparlanınca tahliye edilme riskiyle karşılaşırken, İsveç modelinde konut hakkı yaşam boyu bir güvence olarak görülmüştür). Bu anlayış, kenti herkes için yaşanabilir kılmayı hedefleyen sosyal demokrat değerlerle örtüşmektedir. Günümüzde yaşanan zorluklar ise İsveç’te dahi piyasalaşma baskısının konut alanına sızabildiğini, sosyal politikaların sürekli savunulması gerektiğini göstermektedir.

Bu uluslararası örnekler bize, farklı ölçek ve bağlamlarda da olsa, kapsayıcı ve eşitlikçi konut politikalarının mümkün olduğunu göstermektedir. Viyana kamusal konut yatırımlarıyla, Barselona yerel yenilikçi politikalarla, Stockholm uzun soluklu refah devleti uygulamalarıyla yerinde kalma hakkını pratiğe döken yaklaşımlar geliştirmiştir. Bu şehirlerde dar gelirlilerin merkezden dışlanmadan yaşayabilmesi, kiracıların kendilerini güvende hissetmesi, kentsel mekânın toplumun farklı kesimlerince paylaşılması gibi sonuçlar sosyal demokratik planlamanın başarısı olarak kaydedilebilir. Elbette her birinin kendi sınamaları vardır; fakat Türkiye gibi hızlı kentsel dönüşüm yaşayan bir ülke için bu örnekler, alternatif bir yol haritası sunmaktadır.

Anayasal ve Hukuki Boyut: Türkiye’de Konut Hakkı ve Yerinde Kalma

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, konut hakkını ve buna bağlı olarak sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını tanıyan hükümler içermektedir. 1982 Anayasası’nın 56. maddesi, “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir”diyerek çevre ve sağlık boyutunu ortaya koyarken, hemen ardından gelen *57. madde “Konut hakkı” başlığı altında, “Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler” hükmünü getirmektedir. Bu hükümler, her ne kadar doğrudan bireylere mahkemede talep edebilecekleri bir hak sağlamasa da, devlete pozitif ödevler yükleyen rehber ilkelerdir. Anayasa md.65 uyarınca, devlet bu tür sosyal ve ekonomik görevlerini ekonomik kaynaklarının elverdiği ölçüde yerine getirir; ancak kaynak yetersizliği iddiası, temel hak niteliğindeki konut ihtiyacının göz ardı edilmesinin mazereti olamaz.

Anayasa’daki bu hükümler ışığında, Türkiye’de yerinde kalma hakkının hukuki temellerini değerlendirebiliriz. Anayasa md.57’nin devletin planlama yükümlülüğünü vurgulaması, plansız veya salt piyasa odaklı kentsel dönüşümuygulamalarının Anayasa’ya aykırı olabileceği tartışmasını gündeme getirmiştir. Nitekim bazı akademisyenler ve hukukçular, “yerinde dönüşüm” ilkesine riayet etmeyen, mevcut sakinleri korumayan projelerin Anayasa’nın 56 ve 57. maddelerindeki ruhla bağdaşmadığını öne sürmektedir. Örneğin, zorla tahliyeler neticesinde insanlar sağlıklı ve dengeli bir çevreden yoksun şekilde kentin çeperlerinde yaşamaya mahkûm ediliyorsa, bu durum md.56’da belirtilen çevre hakkını da zedeleyebilir. Keza md.57’nin öngördüğü “şehirlerin özelliklerini gözeten planlama”, o şehirdeki toplumsal dokunun korunmasını, kültürel ve tarihi mirasın yanı sıra insan unsurlarının da planlamada hesaba katılmasını gerektirir. Bu açıdan bakıldığında, Sulukule gibi Roman vatandaşların yaşadığı yüz yıllık bir mahalleyi tamamen dağıtan bir yenileme projesinin şehirlerin özelliklerini gözettiği söylenemez; aksine kentin kültürel ve sosyal çeşitliliğine zarar vermiştir.

Türk hukukunda konut hakkının geliştirilmesi için çeşitli yasal düzenlemeler de mevcuttur. 6306 sayılı Kanun, riskli yapıların yıktırılması sürecinde hak sahiplerine konut veya kira yardımı gibi bazı güvenceler öngörmüştür. Ancak bu kanun uyarınca yapılan uygulamalarda en büyük eksiklik, kiracı statüsündeki insanların haklarının zayıf olmasıdır. 6306 sayılı Kanun’da 2016’da yapılan bir değişiklikle, riskli alan ilan edilen bölgelerde ikamet eden kiracılara da belirli bir nakdi yardım yapılması hükme bağlandı; fakat bu miktar genellikle piyasada yeni bir ev tutmaya yetmeyecek düzeydedir. Ayrıca kiracıların aynı mahallede dönüşüm sonrası uygun fiyatla ev sahibi olabilmesini sağlayacak mekanizmalar yetersizdir. 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 73. maddesi kapsamında yapılan kentsel dönüşüm protokollerinde de belediyeler genellikle sadece malikleri muhatap almış, kiracı veya tapusuz gecekondu sakinlerinin yerinde kalma ihtimali ihmal edilmiştir. Oysa Anayasa’nın 10. maddesindeki eşitlik ilkesi ve sosyal devlet ilkesi gereği, barınma politikalarında en kırılgan kesimlerin (kirasını ödeyemeyenler, kayıt dışı gecekondu sakinleri, yoksullar) özel olarak gözetilmesi beklenir.

Uluslararası hukuk boyutunda, Türkiye’nin taraf olduğu önemli belgeler vardır. Avrupa Sosyal Şartı (Avrupa Konseyi), konut hakkını tanıyan ve taraf devletlere evsizlikle mücadele etme, uygun fiyatlı konut sağlama yükümlülükleri getiren bir belgedir (2007’de yürürlüğe giren Yeni Sosyal Şart’ın 31. maddesi konut hakkına dairdir). Türkiye, Sosyal Şart’ı bazı maddelerine çekinceyle de olsa onaylamıştır. Yine Türkiye, BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ne taraf olup, dönemsel raporlar sunmaktadır. Bu sözleşme kapsamındaki Genel Yorum No.4 (Konut hakkı üzerine) ve Genel Yorum No.7 (Zorla tahliyeler üzerine) belgeleri, devletlere kentsel dönüşüm dâhil her koşulda zorla tahliyelerin en son çare olması, yapılacaksa da uygun alternatifler ve tazminat sunulması gerektiğini hatırlatır. Bu ilkelere rağmen, Türkiye’de bazı dönüşüm projelerinde tahliye edilenlere yeterli alternatif sunulmadığı, “ya teklif edilen borç yüküyle yeni konutu al veya kenti terk et” şeklinde dayatmalar yapıldığı eleştirileri bulunmaktadır.

Hukuki boyutun önemli bir ayağı da yargısal denetimdir. Yerinde kalma hakkını doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü ya da anayasal madde olmamakla birlikte, Anayasa Mahkemesi ve AİHM içtihatları yol gösterici olabilir. Örneğin, Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru kararlarında, barınma hakkını doğrudan temel hak olarak saymasa da, özel hayata ve aile hayatına saygı hakkı (Anayasa md.20, AİHS md.8) kapsamında kişilerin konutlarından keyfi çıkarılmalarını mahremiyet ihlali olarak değerlendirebilmektedir. AİHM de benzer şekilde, izinsiz gecekondu yıkımlarında veya zorla tahliyelerde usul güvencelerine uyulmadan yapılan işlemleri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı bulmuştur (örneğin, Khirugov ve diğerleri/Türkiye kararı, ev yıkımlarında aile hayatına saygı hakkının ihlali tartışmalarına yer verir). Bu yargısal örnekler, aslında yerinde kalma hakkının hukuk eliyle de tanınmaya başladığını gösterir niteliktedir. Ancak kuşkusuz en etkili çözüm, yasama ve yürütme organlarının proaktif davranarak yerinde kalma hakkını gözeten politikaları bizzat hayata geçirmesidir.

Sonuç ve Politika Önerileri

Sosyal demokrat bir perspektiften bakıldığında, herkesin kente ait olma ve o kentte insanca barınma hakkı vardır. Yerinde kalma hakkı, bu anlayışın kalbinde yer alır. Türkiye’de sağlıklı, eşitlikçi ve kapsayıcı bir kentleşme için merkezi ve yerel yönetimlerin alabileceği pek çok adım bulunmaktadır. Aşağıda, sosyal demokrat değerlerle uyumlu ve yerinde kalma hakkını güçlendirmeye yönelik bazı politika önerileri sıralanmaktadır:

  • Yerinde Dönüşüm ve Katılımcı Planlama: Kentsel dönüşüm projeleri, mevcut mahalle sakinlerinin yerinde kalmasını sağlayacak şekilde tasarlanmalıdır. Bunun için “yerinde dönüşüm” ilkesini yasal olarak güvence altına alan düzenlemeler yapılabilir. Örneğin, dönüşüm alanlarında inşa edilecek yeni konutlardan uygun pay ayrılarak hak sahiplerine (özellikle dar gelirli maliklere ve kiracılara) verilmeli; geçici taşınmalar gerekse bile proje sonunda herkes eski mahallesine dönebilmeli. Planlama süreçlerine mahalle sakinlerinin, sivil toplumun ve uzmanların katılımı sağlanarak proje öncesi sosyal etki değerlendirmesi yapılmalı, kimsenin mağdur edilmeyeceği modeller benimsenmelidir.

  • Kiracı Haklarının Güçlendirilmesi: Yerinde kalma hakkının en zayıf halkası kiracılardır. Bu nedenle Borçlar Kanunu ve ilgili mevzuatta kiracıların korunmasına yönelik ek hükümler getirilebilir. Kentsel dönüşüm halinde kiracılara yeni projeden konut edinmede öncelik tanınması, belirli bir süre sembolik bedelle oturma hakkı verilmesi veya uzun vadeli düşük faizli kredi imkânı gibi destekler sağlanabilir. Ayrıca genel olarak kira artışlarını makul seviyede tutmak için kira artış üst sınırı uygulaması kalıcı hale getirilmeli ve etkili denetim mekanizmaları kurulmalıdır. Mahkemelerin kira uyarlama davalarında emsal kiraları şişiren spekülatif fiyatları değil, kiracının ve mal sahibinin makul menfaat dengesini gözetmesi yönünde içtihat geliştirmesi teşvik edilmelidir.

  • Sosyal Konut ve Kooperatifler: Konut sorununa kalıcı çözüm için devlet, özel sektörün ötesinde kamu inisiyatifialmalıdır. TOKİ’nin projeleri sosyal konut ilkelerine göre yeniden gözden geçirilmeli; alt gelir gruplarına gerçekten erişilebilir koşullarda konut sağlayacak projelere öncelik verilmelidir. Bu kapsamda, büyük şehirlerde belediyelerle işbirliği halinde belediye kiralık konutları inşa edilebilir. Viyana veya Stockholm örneklerindeki gibi, kar amacı gütmeyen konut kooperatifleri desteklenerek farklı gelir gruplarına uzun vadeli kiralama modelleri sunulabilir. Hazine arazileri ve kamu mülkiyetindeki kullanılmayan arsalar, lüks projeler yerine bu tür sosyal konut projelerine tahsis edilmelidir. Sosyal konut üretiminde mikro bölgeleme ile her semtte belirli oranda uygun fiyatlı konut yer almasına dikkat edilmeli, böylece düşük gelirli nüfusun kentin dışına itilmesi önlenmelidir.

  • Yasal Güvence ve İzleme Mekanizmaları: Yerinde kalma hakkı kavramının yasal ve idari metinlerde yer alması sağlanmalıdır. Örneğin, bir “Kentsel Dönüşüm ve Yerinden Etmeme Kanunu” çerçevesinde, uluslararası standartlara uygun şekilde zorla tahliyelere karşı güvenceler (örn. yeterli süre önceden bildirim, danışma, alternatif sunma ve tazmin etme yükümlülüğü) düzenlenebilir. Bu kanun, aynı zamanda dönüşüm projelerinin bağımsız sosyal denetimini öngörebilir. Akademisyenler, şehir plancıları, sosyologlar ve STK temsilcilerinden oluşacak izleme kurulları, dönüşüm uygulamalarını takip ederek raporlayabilir; hak ihlallerini tespit ederek giderilmesini sağlayabilir. Anayasa’da sosyal hakların doğrudan dava edilebilir olmaması, idareye geniş takdir alanı bıraksa da, etkin bir idari ve hukuki denetim mekanizması bu boşluğu kısmen dolduracaktır.

  • Kapsayıcı Kentsel Gelişme ve İstihdam: Yerinde kalma hakkı, sadece konutla ilgili değil, aynı zamanda insanların yaşamlarını kazandıkları yerlerle de ilgilidir. Bu nedenle kentsel yenileme projeleri tasarlanırken, bölgedeki küçük esnafın, işçilerin, kırılgan grupların da yerinde kalması hedeflenmelidir. Sosyal demokrat bir yönetim anlayışı, kentin merkezlerinde yalnızca yüksek gelir gruplarına hizmet eden iş ve ticaret alanları yerine, her gelir grubunun erişebileceği karma kullanımlı alanlar yaratır. Mahalle ölçeğinde ekonomik destek programları, mikro kredi ve hibeler ile dönüşüm sonrası yeniden yerleşen sakinlerin yaşamlarını sürdürebilmeleri güvence altına alınmalıdır. Kentsel rantın vergilendirilmesi yoluyla elde edilecek gelir, bu tür sosyal programlara yönlendirilerek kentsel adalet pekiştirilebilir.

  • Uluslararası İşbirliği ve İyi Örneklerin Uyarlanması: Türkiye’de merkezi ve yerel idareler, konut politikaları konusunda uluslararası iyi örnekleri inceleyip adapte etmelidir. Örneğin, İBB gibi büyükşehir belediyeleri, Viyana ve Barselona belediyeleriyle konut konusunda işbirlikleri kurabilir, teknik bilgi ve finansman modelleri transferi yapabilir. Avrupa Birliği’nin sosyal konut fonları veya Birleşmiş Milletler Habitat programları gibi uluslararası kaynaklar aktif şekilde kullanılabilir. Bu işbirlikleri, Türkiye’de yeni ve yenilikçi konut projelerinin (örneğin topluluk arazi sandıkları, kiracı kooperatifleri, kamulaştırma yoluyla sosyal konut üretimi) hayata geçmesine katkı sunabilir.

Yerinde kalma hakkı her yurttaşın kent hayatına eşit katılımının, barınma güvencesinin ve insanca yaşam koşullarının bir önkoşuludur. Sosyal demokrat değerler rehberliğinde hareket eden bir yönetim, kentleri rant odaklı projelerle değil, insan odaklı ve sürdürülebilir politikalarla geliştirir. Hem ulusal düzeyde Anayasa ve yasaların etkin uygulanması hem de yerel düzeyde katılımcı ve halkçı planlama ile, kentlerimizi daha kapsayıcı, adil ve yaşanabilirkılmak mümkündür. Unutulmamalıdır ki, şehir sadece binalardan ibaret değildir; esas olarak orada yaşayan insanlarla anlam kazanır. Hiçbir insan, doğup büyüdüğü veya hayatını kurduğu mahallesinden salt ekonomik gerekçelerle koparılmamalı; kentsel gelişme, mevcut kent sakinlerinin mutluluğu ve refahı gözetilerek planlanmalıdır. Bu yaklaşım, Anayasa’nın sosyal devlet ilkesinin de bir gereği olup, toplumdaki dayanışma duygusunu güçlendirecek, kentsel mekanları çatışma yerine birlikte yaşama alanları haline getirecektir. Yerinde kalma hakkını merkeze alan bir konut politikası, Türkiye’nin daha eşitlikçi ve demokratik bir geleceğe doğru atacağı önemli bir adım olacaktır.

Kaynaklar:

  • Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948), md.25.

  • T.C. Anayasası (1982), md.56 (Çevre Hakkı) ve md.57 (Konut Hakkı).

  • Raquel Rolnik, BM Konut Hakkı Raportörü konuşması (2012).

  • Cihan U. Baysal, “Konut Hakkı Krizi ve Sosyal Konut” röportajı, Politika Haber (2022).

  • Cihan U. Baysal, “Barınamıyoruz Hareketi ve Kentsel Dönüşüm” analizleri (2022).

  • “The Guardian” gazetesi, Viyana sosyal konut modeli haberi (2024).

  • “Tribune Magazine”, Barselona konut politikaları incelemesi (2023).

  • Edinburgh Europa Institute, İskandinav konut politikaları analizi (2024).

  • BM-Habitat Yeni Kentsel Gündem (2016) ve Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (2015) resmi metinleri.

  • Avrupa Sosyal Şartı (1961, rev.1996) md.31 ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları.

--

Muratcan IŞILDAK