“Zaman uçup gidiyor”, “zaman kimseyi beklemez”, “zaman geçtikçe” gibi ifadelerimiz, zamanın akışının dünyada gerçekten olup biten bir süreç olduğu fikrini güçlü biçimde ima eder. Olaylar gelip geçerken, geçmişe karışırken bile, biz şimdiki anda yaşıyor ve zamanda hareket ediyoruz.
Ancak zamanın akışı ya da geçişiyle tam olarak ne kastettiğimizi kelimelerle ifade etmeye çalıştığımızda zorlanırız. Peki, ne akıyor? Nehirler akar çünkü su hareket eder. O hâlde zamanın aktığını söylemek ne anlama gelir?
Olaylar, nesnelerden ziyade birer “oluş” gibidir; buna rağmen onları gelecekte, şimdide ya da geçmişte konumlanmış gibi tarif ederiz. Fakat bazı olaylar gelecekteyse ve “bize doğru geliyorsa”, bazıları geçmişteyse ve “bizden uzaklaşıyorsa”, o hâlde onlar nerededir? Gelecek ve geçmişin fiziksel bir mekânı yok gibi görünmektedir.
İnsanlık, düşünebildiği kadar eski zamanlardan beri zaman üzerine düşünmektedir. Zaman kavramı, kaçınılmaz biçimde kendiniz ve çevreniz hakkındaki her düşüncenize nüfuz eder. Bu nedenle bir filozof olarak, zaman anlayışımızdaki felsefi ve bilimsel gelişmeler bana her zaman özellikle önemli gelmiştir.
Antik filozofların zaman anlayışı
Antik filozoflar zaman ve değişim fikrine karşı oldukça şüpheciydiler. Elealı Parmenides (MÖ 6–5. yüzyıllar), eğer gelecek henüz gelmediyse ve geçmiş artık yoksa, olayların gelecekteyken bugüne, bugünden de geçmişe nasıl “geçebileceğini” sorguluyordu.
Gelecek gerçekse, şimdi de gerçektir; ama eğer “gerçek olan yalnızca şimdiki zamansa”, o hâlde gelecek gerçek değildir. Dolayısıyla gelecek gerçek değilse, şu anda meydana gelen herhangi bir olay, açıklanamayan şekilde yoktan var olmuş olurdu. Parmenides zaman konusunda şüpheci olan tek kişi değildi. Zaman hakkındaki dilimizin içerdiği çelişkiler üzerine benzer akıl yürütmeler, Aristoteles’te, kadim Hindu okulu Advaita Vedanta’da ve Hippo’lu Augustinus’un (Aziz Augustinus) eserlerinde de görülür.
Einstein ve görelilik
Erken modern fizikçi Isaac Newton, algılanmamış olsa bile gerçek bir zaman akışı olduğunu varsaymıştı. Newton’a göre zaman, arka planda düzenli biçimde işleyen, tüm hareketlerin ve ivmelerin nesnel olarak tanımlanabileceği evrensel bir “kozmik saat”tir.
Sonra Albert Einstein geldi.
Einstein, 1905 ve 1915’te sırasıyla özel ve genel görelilik teorilerini ortaya attı. Bu teoriler, zaman ve değişim kavramlarına ilişkin uzun süredir var olan pek çok şüpheyi doğruladı.
Görelilik, Newton’un zamanın evrensel, fiziksel bir olgu olduğu anlayışını reddeder.
Einstein'ın döneminde araştırmacılar, ışık hızının kaynağın hızından bağımsız olarak sabit olduğunu göstermişti. Einstein bu sonucu ciddiye almanın, tüm hızları göreli kabul etmek anlamına geldiğini savundu.
Hiçbir şey mutlak anlamda hareketsiz değildir; her şey “referans çerçevenize” bağlıdır. Referans çerçevesi, bir gözlemcinin her şeyi kendisine göre hareketsiz varsayarak olaylara atadığı uzaysal ve zamansal koordinatlardır.
Uzayda süzülen bir gözlemci, sağından geçen bir uzay gemisi görebilir. Ancak evren, gerçekten geminin mi hareket ettiği yoksa gözlemcinin mi hareket ettiği konusunda tarafsızdır.
Bu kavram, saatlerin gerçekte ne işe yaradığını anlama biçimimizi etkiler. Işık hızı sabit olduğu için, birbirine göre hareket eden iki gözlemci olaylara farklı zamanlar atar.
Ünlü örnekte, bir tren istasyonundaki gözlemci için eşit uzaklıkta iki yıldırım düşmesi aynı anda olur ve her ikisini de aynı anda görür. Ancak trende, yıldırımdan birine yaklaşan diğerinden uzaklaşan gözlemci için bu yıldırımlar farklı zamanlarda gerçekleşmiş görünür. Bunun nedeni, bir gözlemcinin ışıktan uzaklaşırken diğerine yaklaşmasıdır. İstasyondaki gözlemci ise yıldırımlara göre hareketsizdir, dolayısıyla her ikisinden gelen ışık ona aynı anda ulaşır. Her iki gözlemci de kendi çerçevesi içinde haklıdır. Olayların süresi ve ne zaman gerçekleştiği, tamamen referans çerçevesine bağlıdır.
Görelilik teorisine göre tüm zamanlar eşit derecede gerçektir. Olmuş ya da olacak her şey, varsayımsal bir gözlemci için şu anda gerçekleşmektedir. Hiçbir olay salt potansiyel ya da salt bir anı değildir. Tek bir mutlak “şimdi” yoktur; dolayısıyla olayların sözde şimdiki zamana “dönüşmesi” anlamında bir zaman akışı da yoktur.
Değişim, bir durumun farklı zamanlarda farklı olması demektir. Bir anda bazı şeyleri hatırlarım; daha sonra daha fazlasını. “Zamanın akışı” dediğimiz şey aslında bundan ibarettir. Günümüzde fizikçiler ve filozoflar arasında bu görüş yaygın biçimde kabul edilir ve “ebediyetçilik” olarak bilinir.
Bu da bizi önemli bir soruya götürür: Eğer zaman akışı diye bir şey yoksa, neden herkes böyle bir şey olduğunu düşünür?
Psikolojik bir projeksiyon olarak zaman
Yaygın bir görüş, zamanın akışının bir "illüzyon" olduğu yönündedir; Einstein'ın ünlü bir şekilde ifade ettiği gibi. Zamanın geçişini “yanıltıcı” olarak nitelendirmek, bu inancın optik illüzyona benzer yanlış bir algıdan kaynaklandığını ima eder. Oysa bana göre burada “yanılsama”dan ziyade yanlış bir anlamlandırma söz konusudur.
“Zaman Felsefesinin Kısa Tarihi” adlı kitabımda belirttiğim gibi, zamanın akışına dair algımız psikolojik bir yansıtmadır; kişinin kendi deneyiminin doğasını hatalı şekilde yorumlamasına dayanan bilişsel bir hata. Klasik örnek renktir. Kırmızı bir gül, aslında “gerçekten” kırmızı değildir. Gül belirli bir dalga boyundaki ışığı yansıtır; bu dalga boyuna dair görsel deneyim bize kırmızılık hissi verir. Yani gül ne gerçekten kırmızıdır ne de kırmızılık yanılsaması yaratır.
Kırmızı deneyimi, gül hakkındaki gerçekleri zihnimizin işleme biçimiyle ilgilidir. Bir gülü kırmızı diye tanımlamak yanlış değildir; bu ifade rengin ontolojik doğasına dair bir iddia içermez.
Benzer şekilde, araştırmalarım zamanın akışının ne gerçek ne de bir yanılsama olduğunu, insanların dünyayı anlamlandırma biçimine dayanan bir yansıtma olduğunu gösteriyor. Zamanın akışı olmadan dünyayı gerçekten tarif edemem; tıpkı nesneleri renkleri olmadan tarif edemeyeceğim gibi.
GPS örneğini düşünün: GPS’in bilinçli bir varlık olduğuna gerçekten inanmasam da, bana yanlış bir dönüş yaptığımı “düşündüğünü” söyleyebilirim. GPS’in bir zihni ya da dünyanın zihinsel haritası yoktur; ancak çıktısını konumumun makul bir temsili olarak yorumlamakta haksız da sayılmam.
Fizik zamanın dinamik bir akışına yer bırakmasa da, benim dünya deneyimim açısından zaman etkili biçimde dinamiktir.
Zamanın akışı, insanların kendi deneyimlerini temsil etme biçimleriyle ayrılmaz biçimde bağlantılıdır. Dünyaya dair algımız, onu deneyimleme ve düşünme koşullarımızdan ayrılamaz. Gerçekliğe dair her tanım, bakış açımızla iç içe geçer. Hata, bakış açımızı gerçekliğin kendisiyle karıştırmaktır.
Adrian Bardon
Felsefe Profesörü, Wake Forest University