Sosyal Demokrasi: Tarihsel Kökenleri, İlkeleri ve Dönüşümü (Dünya ve Türkiye)

Abone Ol

Tarihsel Kökenler ve Temel İlkeler

Sosyal demokrasinin tarihsel kökeni, 19. yüzyıl sonlarında Avrupa işçi hareketleri ve sosyalist düşünce içindeki bölünmelere uzanır. 19. yüzyılın ortalarında Karl Marx ve Friedrich Engels’in önderliğinde şekillenen ortodoks Marksizm, kapitalizmin devrimci bir yolla yıkılarak yerine sınıfsız bir toplum kurulmasını savunuyordu. Ancak yüzyılın sonunda ortaya çıkan revizyonist sosyalistler, bu devrimci çizgiyi eleştirerek sosyalizme barışçıl ve kademeli geçiş arayışına girdiler. Özellikle Eduard Bernstein, Marx’ın kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü öngörüsünün gerçekleşmediğini gözlemleyip işçi sınıfının haklarını genişleterek demokratik yollarla sosyalist hedeflere ulaşabileceğini savundu. 1900’lere gelindiğinde Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) içinde Bernstein ve Karl Kautsky gibi düşünürlerin katkılarıyla sosyal demokrasi teorisi belirginleşmiş; benzer şekilde İngiltere’de Fabian Topluluğu gibi hareketler de devrim yerine evrim perspektifini geliştirmiştir . Sonuçta sosyal demokrasi, sınıf mücadelesini reddedip sandık ve parlamenter sistem içinde dönüşümü savunan ayrı bir yol olarak Marksist hareketten ayrışmıştır. Bu ideoloji, bir anlamda “Marksizm’in liberalizmle sentezi” olarak demokratik özgürlükler zemininde sosyal adaleti gerçekleştirmeyi hedefleyen kitle hareketlerine öncülük etmiştir,

Sosyal demokrasinin temel ilkeleri, emeğin haklarını korurken demokratik değerleri ve toplumsal uzlaşmayı esas alır. Başlıca ilkeleri şu şekilde özetlenebilir:

  • Sınıfsal çıkarların dengelenmesi: Sosyal demokrasi, işçi ve emekçi sınıfların çıkarlarını savunur ancak diğer sınıfların yaşam hakkını yok saymaz. Toplumdaki farklı kesimlerin çıkarları arasında adil bir denge kurulmasını hedefler.

  • Demokrasi ve özgürlük: Toplumsal adalet arayışında bile demokratik hak ve özgürlüklerden taviz verilmemelidir. Sosyal demokrasi, siyasal eşitlik ve çoğulcu demokrasi ortamının, sınıf çatışmalarını çözecek en iyi zemin olduğunu savunur.

  • İdeolojisiz (tarafsız) devlet: Devlet, belirli bir sınıfın veya zümrenin çıkarlarını gözeten bir ideolojiye sahip olmamalıdır. Sosyal demokrasi, devletin tüm yurttaşlara eşit mesafede durmasını ve herhangi bir sınıfsal diktaya dönüşmemesini ister.

  • Hakkaniyetli gelir dağılımı: Toplumsal zenginlik ve gelir dağılımında adalet temel amaçtır. Her bireyin, toplumsal üretime yaptığı katkı oranında adil bir pay alması gerektiğine inanılır; ne aşırı eşitsizlik ne de yeteneği teşvik etmeyen mutlak eşitlik savunulur.

  • Karma ekonomi ve sosyal devlet: Tamamen denetimsiz bir serbest piyasa yerine, karma ekonomi modelibenimsenir. Özel sektörün yetersiz kaldığı alanlarda devlet yatırım yaparak ekonomiye yön verir. Eğitim, sağlık, altyapı gibi kamusal yatırımlarla hem ekonomik verimlilik hem de sosyal adalet sağlanmaya çalışılır. Bu çerçevede refah devleti ilkeleri benimsenir (örneğin sosyal güvenlik ağının kurulması).

Bu ilkeler, sosyal demokrasinin hem liberal demokrasiden hem de Marksist sosyalizmden ayrıldığı noktaları ortaya koyar. Liberalizm bireysel özgürlük ve piyasa önceliğini vurgularken, sosyal demokrasi özgürlük ile eşitliği birliktegözetir; Marksizm ise devrimci yöntemlerle sınıfsız toplumu amaçlarken, sosyal demokrasi reformcu ve çoğulcu bir yaklaşımla karma bir düzen kurmayı amaçlar. Nitekim sosyal demokrasi, emekçi sınıflar ile diğer toplum kesimleri arasında demokratik uzlaşma yoluyla “hakkaniyetli” bir toplum düzeni inşa etmeyi hedefleyen bir ideolojidir.

20. Yüzyılda Kurumsallaşma: Refah Devleti Dönemi

20. yüzyıl, sosyal demokrasinin pek çok Batı ülkesinde kurumsallaşıp güçlü bir siyasal akım haline geldiği dönemdir. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal demokrat partiler geniş halk desteğiyle iktidara gelmiş ve refah devletidenilen kapsamlı sosyal politika modelini inşa etmişlerdir. Refah devleti, eğitim, sağlık, emeklilik ve işsizlik sigortası gibi alanlarda devletin aktif rol üstlenerek yurttaşlara “beşikten mezara” geniş bir sosyal güvenlik ağı sağladığı düzeni ifade eder. Sosyal demokrat iktidarlar, kapitalizmin yol açtığı eşitsizlikleri hafifletmek amacıyla yüksek istihdam, işçi haklarının korunması, sendikaların güçlendirilmesi ve gelir dağılımının vergiler ile sosyal harcamalar yoluyla dengelenmesi politikalarını benimsediler. Bu model, savaş sonrası harap olan Avrupa’da barışçıl ve adil bir düzen arayışına cevap olarak gelişti ve 1950’ler-60’larda özellikle İskandinav ülkelerinde dikkate değer başarılar elde etti. Örneğin İsveç, Norveç, Danimarka gibi ülkelerde sosyal demokrat hükümetler, tarihte benzeri az görülen bir sosyal refah ve eşitlik düzeyi yarattılar; geniş kitleler sağlık ve eğitim hizmetlerine ücretsiz veya düşük maliyetle erişim kazandı, sendikal haklar kurumsallaştı ve gelir adaletsizliği önemli ölçüde azaltıldı.

Refah devleti dönemine damga vuran ekonomik yaklaşım Keynesyen politikalar oldu. 1945’ten 1970’lerin ortasına kadar süren bu altın çağda, piyasanın devlet tarafından düzenlenmesi ve tam istihdam hedefi genel kabul görmüştü. Sosyal demokrat partiler peş peşe seçim zaferleri kazanarak uzun süreli iktidarlar oldular; Birleşik Krallık’ta İşçi Partisi, Almanya’da SPD, İsveç’te Sosyal Demokratlar gibi partiler aralıksız hükümet ederek refah devleti kurumlarını pekiştirdiler. Bu dönemde sosyal haklar anayasal güvence altına alınmış, pek çok ülkede “beşikten mezara sosyal güvenlik” ilkesi benimsenmiştir. Refah devleti modeli, yalnızca ekonomik ve sosyal alanda değil, siyasal istikrar açısından da olumlu sonuçlar doğurdu: Genişleyen orta sınıf, azalayan yoksulluk ve artan eğitim düzeyi sayesinde demokratik kurumlara güven artarken aşırı akımlar zayıfladı. Öyle ki, bu başarılardan dolayı sosyal demokrat politikalar bir noktadan sonra genel bir toplumsal mutabakat halini aldı; merkez-sağ muhafazakâr ve liberal partiler bile refah devleti kazanımlarını tamamen ortadan kaldırmayı göze alamaz oldular.

Ne var ki 1970’lerin sonlarına doğru refah devleti modeli ilk ciddi sınavlarını yaşamaya başladı. 1973 petrol krizi ile başlayan durgunluk ve enflasyon olgusu (stagflasyon), Keynesyen talep yönetiminin yetersizliklerini ortaya koydu ve yüksek sosyal harcamaların finansmanı zorlaştı. Bu ekonomik sıkıntılar, 1980’lere gelindiğinde ideolojik rüzgârların da değişmesine yol açtı. ABD Başkanı Ronald Reagan ve Birleşik Krallık Başbakanı Margaret Thatcher liderliğinde yükselen neoliberalizm akımı, piyasa özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılmasını, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini ve sermayenin küresel dolaşımının önünün açılmasını savunuyordu. Neoliberal küreselleşme dalgası, sosyal demokratların inşa ettiği refah devleti uygulamalarını baskı altına aldı; yüksek kamu harcamaları ve güçlü sendikal yapı, küresel rekabet ortamında eleştirilmeye başlandı. Bu koşullar altında sosyal demokrat hareket, var olan politikalarında bir yeniden değerlendirme yapma ihtiyacı hissetti.

Neoliberal Küreselleşme Döneminde Dönüşüm ve Üçüncü Yol

1980’lerden itibaren dünya genelinde egemen hale gelen neoliberal küreselleşme, sosyal demokrasiyi ciddi stratejik tercihlerle karşı karşıya bıraktı. Piyasa yanlısı politikaların küresel ölçekte yaygınlaşmasıyla sosyal demokrat partiler, ya bu yeni düzene uyum sağlayacak reformlar yapacak ya da giderek güç kaybedebilecekleri bir ikilem yaşadılar. Birçok ülkede sosyal demokratlar, 1990’lara gelindiğinde politika değişikliğine giderek klasik sosyal devletçi çizgilerini yumuşatmaya başladılar. Bu bağlamda Birleşik Krallık’ta Tony Blair (Yeni İşçi Partisi) ve Almanya’da Gerhard Schröder (SPD) öncülüğünde ortaya atılan “Üçüncü Yol” yaklaşımı, sosyal demokrasinin neoliberal çağda kendini yenileme çabasının simgesi oldu. Üçüncü Yol, geleneksel sosyal demokrat politikalar ile serbest piyasa ekonomisinin bir sentezini hedefliyordu: Devletin ekonomik ve sosyal alandaki aktif rolü tamamen reddedilmedi ancak piyasanın dinamizmiyle barışık, girişimciliği ve rekabeti de teşvik eden bir program benimsendi. Üçüncü Yol teorisyeni Anthony Giddens’e göre bu yaklaşım, refah devleti uygulamalarını kökten tasfiye etmeyi değil, onları yeni koşullara göre yeniden yapılandırmayı amaçlıyordu.Örneğin piyasa rekabetinin ekonomik verimlilik getirdiği kabul edilirken, devletin de insan sermayesine yatırım, eğitim, beceri kazandırma ve fırsat eşitliği sağlama gibi alanlarda aktif olması savunuldu. Bu anlayışla sosyal demokratlar, özel sektör ile kamu sektörünü ortak paydada buluşturma ve “kazanan herkes olsun” mottosuyla hareket etme iddiasındaydılar.

Üçüncü Yol stratejisi başlangıçta bazı başarılar getirdi. 1990’ların sonunda ve 2000’lerin başında Britanya, Almanya, Fransa, İtalya gibi pek çok ülkede merkez sol partiler yeniden iktidara gelmeyi başardılar. Ancak bu uyum politikası, uzun vadede sosyal demokrasi açısından çift yönlü bir etkide bulundu. Bir yandan sosyal demokrat partiler aşırı piyasa karşıtı bir görüntü vermekten kaçınarak orta sınıflardan destek almayı hedeflediler ve sermaye çevreleriyle çatışmayı yumuşattılar. Öte yandan, bu merkezci kayma sosyal demokratların öz kimliğini belirsizleştirmeye başladı. Klasik sosyal demokrasinin güçlü devlet, kamulaştırma, yaygın kamu hizmeti ve sendikal güç vurguları kısmen geri plana itilirken; piyasa mantığıyla daha barışık, “ortanın solu” bir çizgi öne çıktı Bunun sonucunda, sosyal demokrat partilerin geleneksel emekçi tabanı kendisini temsil eden partilerin artık kendi çıkarlarını kararlılıkla savunmadığı duygusuna kapılmaya başladı.. Gerçekten de 2000’li yıllara gelindiğinde birçok mavi yakalı işçi ve alt orta sınıf seçmen, sosyal demokrat partilerden uzaklaşıp ya sandığa gitmemeyi ya da popülist sağ/sol alternatiflere yönelmeyi tercih etti. Üçüncü Yol, sosyal demokratları ideolojik olarak merkeze yaklaştırırken, hareketin tarihinde kritik önemde olan sınıf temelli siyaset vurgusunu zayıflattı. Bu durum, sosyal demokrasinin ileride yaşayacağı kimlik krizinin zeminini hazırladı.

Yeni Sosyal Hareketler, Kimlik Siyaseti ve Sosyal Demokrasinin Krizi

21. yüzyıla girerken sosyal demokrasi yalnız ekonomik ve politik değil, aynı zamanda sosyolojik bir krizle de yüzleşti. Sanayileşme sonrası post-endüstriyel toplumlarda sosyal yapı değişirken, sosyal demokrat partilerin dayandığı işçi sınıfı tabanı daraldı. Ağır sanayi ve mavi yakalı işçilerin sayısı görece azalırken, hizmet sektöründe çalışan beyaz yakalılar ve güvencesiz “prekarya” kesimleri büyüdü. Bu dönüşüm, sosyal demokrasinin geleneksel sınıf siyasetini zorlaştırdı. Tarihsel olarak sosyal demokrasi, uzun süre “beyaz, heteroseksüel erkek işçi” figürünü merkeze alan bir politika anlayışına sahip olmuştu; oysa 20. yüzyılın sonlarından itibaren yeni toplumsal hareketler yükselişe geçti. Feminist hareket, çevre hareketi, LGBTİ+ hakları mücadelesi, etnik azınlıkların talepleri gibi konular siyasal gündemin önemli başlıkları haline geldi. Ronald Inglehart’ın “post-materyalizm” kuramıyla da açıkladığı üzere, gelişmiş toplumlarda sol siyasetin vurgusu artık üretim araçlarının mülkiyetinden çok yaşam kalitesi, kimlik ve çevre meselelerine kaymıştır. Bu durum, sosyal demokrat partiler üzerinde iki yönlü baskı yarattı: Bir tarafta küreselleşen piyasanın getirdiği ekonomik adaletsizliklerle mücadele görevi, diğer tarafta toplumun farklı kimlik ve değer taleplerine cevap verme zorunluluğu.

Sosyal demokrat partilerin 21. yüzyıldaki krizinin bir boyutu, kimlik siyaseti ile sınıf siyaseti arasındaki gerilimolmuştur. Yeni sosyal hareketlerin etkisiyle sol politikalar daha kapsayıcı ve çoğulcu bir söyleme evrilirken, geleneksel işçi sınıfı tabanının bir kısmı bu gelişmeleri kuşkuyla izledi. Örneğin pek çok sosyal demokrat parti, kadınların, etnik ve dini azınlıkların haklarını programlarına dahil ederek ilerici adımlar attı; ancak bu kez de bazı geleneksel seçmenler arasında “partimiz işçi sorunlarını ikinci plana atıyor” endişesi belirdi. Özellikle göçmen hakları ve çokkültürlülük gibi konular Avrupa’da merkez sol için zor sınavlar oldu. Popülist sağ partiler, göç ve entegrasyon meselelerini kullanarak işçi kökenli seçmenleri kendine çekmeye çalıştı. Bu karşı akım karşısında sosyal demokratlar iki farklı tutum arasında bölündüler: Kimileri, sağ popülistlere kayan emekçi kitleyi geri kazanmak için güvenlik ve göç konularında daha sert, milliyetçi bir söylem benimsenebileceğini savunurken; kimileri ise böyle bir ödün vermenin sosyal demokrasinin ruhuna aykırı olduğunu, çözümün daha da kapsayıcı ve evrensel değerlere bağlı kalmakta olduğunu ileri sürdü. Bu ikilem, örneğin İskandinav sosyal demokratlarının bir kısmının göç politikalarında taviz vermesiyle belirginleşirken, diğer bazı ülkelerde tam tersi yönde ilerici koalisyonlar kuruldu.

Ekonomik cephede ise sosyal demokrasinin neoliberalizmle uzlaşması, eşitsizliklerle mücadele kapasitesini törpüledi. 1990’larda uygulanan üçüncü yol politikaları, finansal piyasaların serbestleşmesine onay verilmesi ve kamu hizmetlerinin kısmen piyasa dinamiklerine açılması gibi adımları içeriyordu. Carol Johnson’ın belirttiği üzere bu dönem politikaları, geçmişte kazanılmış bazı sosyal hakların gerilemesine yol açarken merkez solun eşitsizlik karşıtı anlatısını inandırıcılıktan yoksun bıraktı. Gerçekten de birçok sosyal demokrat hükümet, küresel sermayenin baskısına tepki vermekte zorlandı; işçi hakları gerilerken sermayenin hareket serbestisi arttı. Bu gelişmeler sonucunda emekçi kesimler nezdinde sosyal demokrat partiler “elitlerden farkı kalmayan” statükocu partiler olarak algılanmaya başladı. Örneğin Yunanistan’da uzun yıllık iktidar partisi PASOK hızla eriyerek yerini daha radikal bir sol partiye (SYRIZA) bırakırken, Fransa’da Sosyalist Parti benzer bir çöküş yaşadı. Almanya, İtalya, İspanya gibi ülkelerde merkez sol partiler seçimlerde ciddi oy kayıplarına uğradılar.

Öte yandan, 2008 küresel finans krizi ve 2020’lerde derinleşen eşitsizlik, temsil bunalımı ve iklim krizi gibi sorunlar, sosyal demokrasi için bir yenilenme fırsatı da sunmaktadır. Birçok siyaset bilimciye göre neoliberal modelin yarattığı çoklu krizler karşısında vatandaşlar yeniden devletten aktif rol almasını ve sosyal adaletin tesisini talep etmeye başlamıştır. Bu bağlamda sosyal demokrat idealler –örneğin kamusal sağlık ve eğitim hizmetleri, gelir adaleti, çevre yatırımları– güncel önemini korumaktadır. Nitekim 2010’lu yılların sonlarından itibaren Britanya’da Jeremy Corbyn, ABD’de Bernie Sanders gibi siyasetçiler sosyal demokrat söylemi güçlendirerek geniş kitleleri harekete geçirmiş; Almanya, Portekiz, İskandinavya gibi yerlerde sosyal demokratlar yeniden hükümet ortağı ya da iktidar konumuna gelebilmiştir. Elbette ki günümüz sosyal demokrasisi, çok aktörlü ve çok talepli bir toplumsal yapıda, geleneksel sınıf politikasını çevreci ve kimlik temelli politikalarla birleştirmek zorundadır. Bu sentezi gerçekleştirebildiği ölçüde sosyal demokrasinin 21. yüzyılda da etkili olacağı değerlendirilebilir.

Türkiye’de Sosyal Demokrasi Geleneğinin Gelişimi

Türkiye’de sosyal demokrasi fikrinin gelişimi, Avrupa’daki örneklerden farklı ve kendine özgü bir yol izlemiştir. Batı Avrupa’da sosyal demokrat partiler sanayi devrimi sonrasında işçi sınıfının örgütlü mücadelesinden doğmuşken, Türkiye’de benzer bir sınıfsal kökenden filizlenen bir sosyal demokrat parti ortaya çıkmamıştır. Bunun başlıca nedeni, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan siyasal şartlardır. Erken Cumhuriyet döneminde çok partili demokrasi ve işçi hareketleri gelişme imkânı bulamadı; sol görüşlü partiler ve sendikalar ya yasaklandı ya da etkisizleştirildi. 1923’te kurulan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), bir kurtuluş savaşı örgütlenmesinden evrilerek tek parti yönetimini üstlenmişti ve kendisini tüm milletin temsilcisi olarak konumlandırıyordu CHP’nin ideolojisi Kemalizm, “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” söylemiyle toplumda sınıf ayrımlarını reddediyor; halkçılık ilkesi altında toplumun tüm kesimlerinin dayanışma içinde olduğunu varsayıyordu. Bu solidarist yaklaşım, Ziya Gökalp’in fikirlerinden etkilenmiş korporatist bir anlayış olarak değerlendirilebilir. Sonuç itibariyle tek parti dönemi boyunca CHP, kendini bir işçi sınıfı partisi olarak tanımlamadı; aksine işçi, köylü, esnaf, tüccar gibi tüm meslek gruplarını kapsayan ulusal birliği temsil ettiğini iddia etti. Bu durumda, Türkiye’de modern anlamda sosyal demokrasinin filizlenmesi ancak çok partili hayata geçiş ve özellikle 1960 sonrasında mümkün olabilmiştir.

1950’lerde Demokrat Parti iktidarı altında sol düşünce ve örgütlenmeler yine baskı altında kalsa da, 1960’lı yıllar Türkiye siyasetinde önemli değişimlere sahne oldu. 1961 Anayasası’nın görece özgürlükçü ortamı, işçi hareketleri ve sosyalist fikirler için görece bir nefes alanı yarattı. 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP), seçimlerde sınırlı da olsa başarı kazanarak solun sesi olmayı denedi ve bu durum CHP üzerinde baskı oluşturdu. CHP, 1960’ların ortalarından itibaren kendisini “ortanın solu”olarak tanımlamaya başladı. 1965’te İsmet İnönü’nün ortaya attığı “ortanın solu” söylemi, CHP’nin daha emek yanlısı ve reformcu bir çizgiye yöneleceğinin işaretiydi. Bu açılım, 1970’lerde Bülent Ecevit liderliğinde belirginleşti: Ecevit, CHP’yi “halkçı, köylü ve işçi dostu” bir parti haline getirmeye çalıştı. Özellikle 1973 ve 1977 seçimlerinde Ecevit’in CHP’si, sosyal adalet ve kalkınma vurgusuyla büyük başarı kazandı. Bu dönemde CHP, ilk kez belirgin biçimde sosyal demokrat bir kimliğe bürünüp işçi sendikalarıyla yakın ilişkiler kurdu, tarım kesimine toprak reformu vaadini dillendirdi, “toprak işleyenin, su kullananın” gibi sloganlarla emekten yana bir profil çizdi. Ecevit liderliğindeki CHP, Türkiye’nin o zamana kadarki en kitlesel sol eğilimli partisi konumuna yükseldi.

Bununla birlikte, Türk sosyal demokrasisi Batı’daki muadillerine kıyasla bazı yapısal engellerle karşılaştı. Türkiye siyasetinde uzun yıllar kimlik eksenli bölünmeler (örneğin laik-dindar ekseni, Türk-Kürt etnik ekseni) sınıfsal bölünmelerin önüne geçti. Milliyetçilik ve muhafazakârlık, hem devlet ideolojisi hem de toplum nezdinde güçlü akımlar olduğundan, sosyal demokratlar evrenselci ve eşitlikçi mesajlarını geniş kitlelere anlatmakta zorlandılar. Örneğin CHP, devleti kuran parti olmanın getirdiği ulusalcı miras nedeniyle Kürt meselesi gibi etnik kimlik taleplerine mesafeli durdu. Tarihsel olarak devletçi ve Türk milliyetçisi çizgisi, Kürt vatandaşların desteğini kazanmasını engelledi; 1990’lardan itibaren de Kürt siyasi hareketi (HDP’nin selefleri) ayrı bir mecra olarak güçlenince sosyal demokrat cephe ile Kürt hareketi arasındaki mesafe iyice açıldı. Benzer şekilde CHP’nin katı laiklik vurgusu, dindar-muhafazakâr kesimleri partiye uzak tuttu. Bu nedenle Türkiye’de sınıfsal temelli siyaset geliştirilmeye çalışıldığında bile çoğu zaman kültürel kimlik sorunları (din, etnisite) ön plana çıktı ve sosyal demokrat söylemin tabanını daralttı. Tüm bu zorluklara rağmen, 1970’lere dek CHP içinde sosyal demokrat düşünce kendini hissettirmiş; partinin 1976’da Sosyalist Enternasyonal’e gözlemci, 1989’da tam üye olması gibi adımlarla kurumsal anlamda sosyal demokrasiyle bağlantı kurulmuştur.

1980 Sonrası Yeniden Yapılanma Süreci

12 Eylül 1980 askeri darbesi, Türkiye’de sosyal demokrat hareketin gelişimini kesintiye uğrattı. Darbe sonrası askeri yönetim, CHP de dâhil olmak üzere tüm siyasi partileri kapattı ve siyasetle uğraşan pek çok isme yasak getirdi. Böylece sosyal demokrasinin meclisteki temsilcisi CHP ve diğer sol partiler siyasi arenadan silindi. Ancak 1983’ten itibaren kontrollü bir demokratikleşme ile yeni partilerin kurulmasına izin verilince, eski CHP geleneğini sürdürme iddiasındaki isimler farklı çatılar altında örgütlenmeye başladı. İlk olarak Erdal İnönü önderliğinde Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) kuruldu; benzer zamanda Necdet Calp liderliğinde Halkçı Parti (HP) adıyla başka bir oluşum ortaya çıktı. Bu iki parti 1985’te birleşerek Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) adı altında tek bir çatı oluşturdu.SHP, kendisini bir yandan CHP’nin mirasçısı, diğer yandan da Batı’daki sosyal demokrat görüşlerin savunucusu olarak tanımlıyordu. Partinin ambleminde CHP’nin altı okunun zeytin dallarıyla çevrelenmesi, hem Kemalist mirasa hem de barışçıl sosyal demokrasi idealine vurgu niteliğindeydi. SHP’nin 1980’ler ortasında kabul ettiği program, insan hakları ve özgürlüklerine saygılı, emeğin değerini ve sosyal adaleti gözeten, demokratikleşmeyi ve üretimle birlikte adil bölüşümü hedefleyen bir çizgi ortaya koydu. Ayrıca SHP, “ülkedeki tüm çalışan ve ekonomik açıdan güçsüz kesimlerin temsilcisi olma” iddiasıyla kendini açıkça emek yanlısı olarak tanımlamaya çalıştı. Bu yönleriyle SHP, programatik olarak Avrupa’daki çağdaş sosyal demokrat partilere benzerlik taşıyordu.

SHP, 1987 genel seçimlerinde barajı aşarak meclise girdi ve 1989 yerel seçimlerinde önemli büyükşehir belediyelerini kazanarak başarılı oldu. Öte yandan, 1980 öncesinin önemli lideri Bülent Ecevit, siyasi yasağı nedeniyle aktif siyasete giremediği için eşi Rahşan Ecevit’in öncülüğünde Demokratik Sol Parti (DSP) adıyla ayrı bir oluşum kuruldu (1985) DSP de tüzük ve programında özgürlük, eşitlik, dayanışma gibi sosyal demokrat kavramlara yer verse de Ecevit’in karizmasıyla daha popülist ve milli bir söylem benimsedi. 1991 seçimlerine gelindiğinde TBMM’de hem SHP hem DSP olmak üzere iki ayrı sol parti vardı. SHP, Kürt siyasi hareketiyle sınırlı bir seçim ittifakı yaparak (Halkın Emek Partisi’yle) bazı Kürt milletvekillerini Meclis’e taşıdıysa da bu birliktelik uzun ömürlü olmadı (1992’de bu milletvekilleri partiden ayrıldılar).

1980 darbesiyle kapatılan partilerin yeniden açılabilmesine yönelik yasal engeller 1992’de kalkınca, CHP resmen yeniden açıldı. Deniz Baykal ve arkadaşlarının öncülüğünde eski CHP’liler partiyi yeniden kurarken, amaç sola dağılmış yapıyı birleştirmektir. Nitekim 1993’te Erdal İnönü’nün çekilmesinin ardından SHP ile CHP arasında birleşme görüşmeleri başladı ve Şubat 1995’te SHP kendini feshederek CHP’ye katıldı. Böylece SHP kadroları ve milletvekilleri CHP çatısı altına geçti; CHP yeniden parlamentoda temsil edilir konuma geldi. Bu birleşmeyle birlikte CHP, programına ilk kez açıkça sosyal demokrasi ilkelerini ekledi ve kendini evrensel sosyal demokrat değerlerle uyumlu bir parti olarak tanımladı.1990’ların ortasında solun büyük ölçüde CHP çatısında birleşmesine rağmen, Ecevit DSP’yi kapatmayarak ayrı bir kulvarda tutmaya devam etti. Nitekim 1995 ve 1999 genel seçimlerinde DSP, Ecevit’in şahsi popülaritesiyle CHP’ye kıyasla daha fazla oy aldı; hatta 1999’da DSP birinci parti olurken CHP baraja takılarak Meclis dışı kaldı. Bu durum sosyal demokrat geleneğin parçalı yapısının getirdiği bir paradoks idi: Bir yanda kendini sosyal demokrat diye tanımlayan CHP, diğer yanda “demokratik sol” DSP. 2002 seçimleri öncesinde Ecevit’in başbakan olarak yönettiği koalisyon hükümeti ekonomik krizle sarsılınca DSP dağıldı ve baraj altında kaldı; CHP ise Deniz Baykal liderliğinde yeniden ana muhalefet partisi olarak meclise döndü.

2000’lerde Kimlik Siyaseti Bağlamında Türkiye’de Sosyal Demokrasi

2000’li yıllarda Türkiye’de sosyal demokrat siyaset, iktidardaki muhafazakâr-sağ hegemonya (AK Parti yönetimi, 2002’den itibaren) karşısında zorlu bir mücadele verdi. Bu dönemde CHP, uzun süre Deniz Baykal liderliğinde, ağırlıklı olarak laiklik ve cumhuriyetçilik eksenli bir muhalefet yürüttü. AK Parti’nin muhafazakâr demokrat söylemine karşı CHP, devletin kurucu ilkelerini (laiklik, Atatürk milliyetçiliği vb.) tavizsiz savunan bir çizgide konumlandı. Ancak bu strateji, CHP’nin toplumsal tabanını genişletmesini engelledi. Parti, seküler yaşam tarzını benimseyen şehirli orta sınıflar ve Alevi yurttaşlar arasında güçlü olsa da, dindar-muhafazakâr kesimlerin ve Kürt seçmenlerin desteğini alamadı. Yukarıda değinilen kimlik eksenli yarılmalar, bu dönemde de sosyal demokrasinin Türkiye’de kitleselleşmesinin önündeki başlıca engeldi. Özellikle Kürt sorunu, CHP için önemli bir açmaz oldu. 1990’larda SHP çatısı altında kısa süreli bir açılım denense de, PKK terörünün tırmanması ve milliyetçi tepkilerin güçlenmesi CHP’yi Kürt siyasetine mesafeli ve sert bir konumda tuttu. Baykal döneminde CHP, Kürtçe dil hakları veya yerel özerklik gibi taleplere karşı merkeziyetçi-ulusalcı bir duruş sergiledi. Bu nedenle doğu ve güneydoğudaki Kürt seçmen büyük ölçüde HDP geleneğine yöneldi, CHP bu bölgelerde adeta silindi. Diğer yandan CHP, AK Parti iktidarının özellikle başörtüsü serbestisi gibi dindar kesimleri ilgilendiren reformlarına sert muhalefet etti; bu da partiye “sadece laik elitin partisi” imajı kazandırdı. Böylece 2000’lerde CHP, sosyal demokrat bir ekonomik program önerse bile, seçmenin algısında daha çok bir “kimlik siyaseti” aktörü olarak (laik yaşam tarzının savunucusu) yer aldı.

2010 yılında Baykal’ın istifası ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olmasıyla CHP’de bir değişim rüzgârı esmeye başladı. Kılıçdaroğlu, “Yeni CHP” söylemiyle partiyi daha kucaklayıcı ve demokratik bir çizgiye taşıma sözü verdi. Bu bağlamda CHP, geçmişe kıyasla daha fazla çeşitliliğe açılmaya çalıştı: Başörtülü adaylara listelerde yer verilmesi, Kürt sorununda demokratik çözümü önceleyen yumuşak mesajlar, dindar kesimle diyaloğa geçme çabaları bu dönemde gündeme geldi. Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP, ekonomik olarak da neoliberal politikalara eleştirel yaklaşan, sosyal devlet vurgusunu artıran bir program benimsedi. Örneğin 2011 seçim bildirgesinde ve sonraki programlarında yoksullukla mücadele, aile sigortası, kamuda israfın önlenmesi gibi sosyal politikalar öne çıkarıldı. Bununla birlikte, parti içindeki ulusalcı-kanat ile daha liberal-sol kanat arasındaki gerilimler, bu açılımın hızını kesti. 2010’ların ortalarında CHP, bir yandan Erdoğan yönetimine karşı demokrasi ve hukuk mücadelesi verirken, diğer yandan HDP ile mesafesini korumaya özen gösterdi (özellikle çözüm süreci sonrası yükselen çatışma ortamında). Bu denge siyaseti, parti kimliğinde tam bir dönüşüme izin vermedi.

Son yıllarda Türkiye’de sosyal demokratlar, farklı kimlik ve ideolojik gruplarla ittifak siyaseti geliştirerek iktidara alternatif yaratmaya çalışmaktadır. 2018 genel seçimlerinde CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi gibi farklı görüşlerden partilerle birlikte Millet İttifakı çatısını kurarak ilk kez muhafazakâr kesimle formel bir ittifaka gitti. 2019 yerel seçimlerinde bu strateji başarılı oldu; İstanbul ve Ankara gibi büyükşehir belediyelerinin muhalefetçe kazanılması, geniş bir toplumsal koalisyonun mümkün olduğunu gösterdi. 2023 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP liderliğindeki Millet İttifakı, HDP’nin de içinde yer aldığı Emek ve Özgürlük İttifakı ile dolaylı bir iş birliği zemini yakaladı. Bu geniş cephe, birbirinden farklı kimlik ve talepleri demokrasi ve parlamenter sistem hedefi etrafında buluşturmaya çalıştı. Her ne kadar 2023 seçimlerinde iktidar değişikliği sağlanamasa da, muhalefetin toplam oyunun %48 gibi yüksek bir düzeye ulaşması Türkiye’de toplumun yarıya yakınının değişim istediğini ortaya koydu. Bu sonuç, sosyal demokratların da içinde bulunduğu muhalefet blokunun, yeterince kapsayıcı bir dille geniş kitleleri mobilize edebildiğinde ciddi bir güç olabileceğini kanıtladı.

CHP ve müttefikleri, günümüzde demokratik bir dönüşüm arzusunun toplumsal karşılığı olduğunu göstermiş durumdalar, Ancak bu arzuyu kalıcı bir siyasal başarıya dönüştürmek, sosyal demokratların kapsayıcıbir siyaset tarzını sürekli kılmasına bağlı. Uzmanlar, Türkiye’de sosyal demokrasinin başarılı olabilmesi için CHP’nin geleneksel laik-ulusalcı kimliğini aşarak daha fazla emek eksenli ve daha fazla çoğulcu politikalar üretmesi gerektiğini vurguluyor. Partinin uzun yıllardır yakasını bırakmayan “devlet partisi” imajını kırması, toplum nezdinde halktan yana ve adaletli bir düzen vaadini somut biçimde ortaya koyması şart görülüyor . Örneğin belediyeler eliyle uygulanan “halk süt”, ücretsiz kreş, öğrenci bursu gibi sosyal yardımların yerel düzeyde yarattığı olumlu etki, sosyal demokrat modelin küçük ölçekli de olsa bir örneğini sunmuştur . Bu tür uygulamaların merkezi düzeyde yaygınlaştırılması, yoksul ve dar gelirli kesimlerin sosyal demokrasiye güven duymasını pekiştirebilir.

Günümüzde Sosyal Demokrasinin Konumu ve Tartışmalar

Günümüzde dünya genelinde sosyal demokrasi, bir yandan tarihsel başarılarının mirasıyla diğer yandan yeni meydan okumalarla baş başadır. Neoliberal küreselleşmenin yarattığı toplumsal tahribat (artan eşitsizlik, güvencesiz çalışma, ekonomik krizler) sosyal demokrat politikaların önemini tekrar gündeme getirse de, yükselen popülist ve otoriter siyaset dalgası merkez solun hareket alanını daraltmıştır. Avrupa’da birçok ülkede sosyal demokrat partiler son yıllarda iktidara gelseler bile (örneğin Almanya’da SPD’nin 2021 zaferi), bunu genellikle yeşiller ve liberaller gibi başka partilerle koalisyon yaparak gerçekleştirebilmektedir. Latin Amerika’da benzer şekilde merkez sol iktidarlar (şili, Brezilya gibi) toplumdaki kutuplaşma nedeniyle geniş uzlaşma arayışına girmek durumundadır. Sosyal demokrasinin günümüzdeki konumunu belirleyen belki de en kritik unsur, demokrasi ile otoriterlik arasındaki küresel mücadelenin seyridir. Otoriter sağ popülizm, “halk vs. elitler” retoriğiyle demokrasi söylemini araçsallaştırırken, çoğulcu demokratik değerleri aşındırıyor. Sosyal demokratlar ise bu gidişata karşı demokrasiyi derinleştirme ve sosyal adaleti birleştirme iddiasıyla alternatif sunma çabasındalar. Birçok gözlemciye göre sosyal demokrasi, 21. yüzyılın çok boyutlu krizlerine (iklim değişikliği, pandemiler, dijital dönüşüm, göç dalgaları vb.) cevap üretebilecek en uygun geleneklerden biri, ancak bunun için kendini yenilemesi ve uluslararası dayanışmayı güçlendirmesi gerekiyor.

Türkiye’de sosyal demokrasinin bugünkü konumu da benzer şekilde hem fırsatlar hem engeller barındırıyor. CHP önderliğinde şekillenen mevcut muhalefet, son seçimlerde iktidarı alamasa da toplumsal muhalefetin ana gövdesikonumundadır. Toplumun neredeyse yarısını temsil eden bir siyasi cepheyi muhafaza etmek ve büyütmek, sosyal demokratlar için tarihi bir sorumluluk halini almıştır. Önümüzdeki dönemde CHP’nin liderlik yapacağı olası dönüşüm, partinin 2023 seçimleri sonrasında girdiği özeleştiri süreciyle yakından ilişkilidir. Parti içinde ve dışında pek çok çevre, CHP’nin artık “herkesin partisi olma” iddiasından ziyade hangi toplumsal kesimlerin çıkarlarını temsil ettiğini netleştirmesi gerektiğini dile getirmektedir. Bu da doğal olarak partinin sınıfsal aidiyetini ve program önceliklerini tartışmaya açmaktadır: CHP emeğe mi yoksa sermayeye mi yaslanacak; kentli seküler orta sınıfa mı yoksa yoksul emekçilere mi öncelik verecek? İki yüzyıla yaklaşan kapitalizm tarihinde gerçek bir üçüncü yol bulunamadığı; siyasal tercihin ya emek eksenli ya sermaye eksenli olacağı düşünüldüğünde, CHP’nin de bu stratejik kararı netleştirmesi bekleniyor.

Diğer yandan, Türkiye’ye özgü koşullar sosyal demokratların işini zorlaştırmaya devam ediyor. Güçlü devlet geleneği, yaygın klientalizm (sadaka ekonomisi ve partizan kayırmacılık), sivil toplumun zayıflığı gibi etkenler, sosyal demokrat bir dalganın filizlenmesini engelleyen faktörler olarak sayılıyor. Kimi siyaset bilimciler, bu yapısal engeller nedeniyle “Türkiye’de gerçek anlamda sosyal demokrasi mümkün değil” görüşünü öne sürerken; kimileri de değişen kuşaklar ve kentleşme ile birlikte toplumda sosyal demokrat değerlere açık bir kesimin büyüdüğünü vurguluyor Nitekim son dönemde genç nüfus arasında demokrasi, özgürlük, çevre duyarlılığı ve eşitlik taleplerinin yükselmesi, sosyal demokrasinin tabanını genişletebilecek bir potansiyel sunuyor. KONDA gibi araştırmalar, Türkiye toplumunda “güçlü demokrasi ve toplumsal barış” diyenlerin oranının azımsanmayacak düzeyde olduğunu göstermiştir. Bu veriler, otoriter ve militarist söylemin etkisinin kısmen zayıfladığına, yerine ekonomik refah ile demokratik değerleri bağdaştıran bir yönetime özlem duyulduğuna işaret etmektedir. İşte sosyal demokrasi iddiası tam da bu noktada anlam kazanıyor: Ekonomik kalkınma ile sosyal adaleti, çoğulcu demokrasi ile kimlik barışını bir arada gerçekleştirebilecek bir program, Türkiye’de geniş kitleleri cezbedebilir.

Sonuç olarak, sosyal demokrasi hem dünya genelinde hem de Türkiye’de dinamik bir arayış döneminden geçmektedir. Tarihsel kökleri derinlere uzanan bu ideoloji, zaman içinde liberal demokrasi ile devrimci sosyalizm arasında bir denge kurarak büyük başarılar elde etti; ancak neoliberal çağın meydan okumaları karşısında kendini yenilemek zorunda kaldı. 21. yüzyılda sosyal demokrasinin geleceği, büyük ölçüde yenilikçi ve kapsayıcı bir söylem geliştirme kapasitesine bağlı olacaktır. Yeni kuşakların taleplerine duyarlı, çevre sorunlarını önemseyen, cinsiyet eşitliğini ve farklı kimliklerin haklarını savunan, aynı zamanda emeğin haklarını kararlılıkla koruyan bir sosyal demokrat çizgi, hem demokrasiye hem de toplumsal barışa önemli katkılar sunabilir. Türkiye’de de sosyal demokratlar, ancak demokrasi, özgürlük ve adaletideallerini tutarlı biçimde savunup toplumun farklı kesimlerini ortak bir gelecek vizyonunda buluşturabilirlerse iktidar alternatifi haline gelebileceklerdir. Bu zorlu yolculukta sosyal demokrasinin temel değerleri, günümüz sorunlarına çözüm üretmede rehber olmayı sürdürmektedir.

Kaynakça