Demokrasi de dönüş yok, kurtuluş sosyal demokrasi
Giriş
Son yıllarda küresel düzeyde demokrasi ciddi bir krizden geçmektedir. Soğuk Savaş sonrasında demokrasinin dünya genelinde kaçınılmaz biçimde yayılacağına dair iyimser beklentiler yerini otoriterleşme eğilimlerinin yükselişine bıraktı. Özgürlük Evi (Freedom House) verilerine göre dünya genelinde özgürlükler 16 yıldır aralıksız gerilemektedir; sadece 2021’de 60 ülke demokrasi notunda düşüş yaşarken sadece 25’i iyileşme gördü. Bugün dünya nüfusunun %38’i “özgür olmayan” ülkelerde yaşıyor ki bu oran 1990’lardan beri en yüksek seviyedir. Bu demokratik gerileme, hem yeni demokratikleşen ülkelerde hem de köklü demokrasilerde hissediliyor. Uluslararası kuruluşlar ve akademik çevreler bu eğilimi “demokratik durgunluk” veya “gerileme” olarak adlandırmakta ve nedenlerini tartışmaktadır.
Küresel demokrasi krizinin birçok boyutu vardır. Bir yandan otoriter rejimler, demokratik kurumları içeriden aşındırmanın ve uluslararası alanda otoriter normları yaymanın yeni yollarını buluyor. Diğer yandan, demokratik ülkelerde iç sorunlar– ekonomik durgunluk, artan eşitsizlik, kutuplaşma ve dezenformasyon – toplumların demokrasiye inancını sarsıyor. Rusya ve Çin gibi otoriter güçlerin başka ülkelere verdiği destek, sosyal medya ve dijital gözetimle gelen yeni meydan okumalar, geleneksel partilerin temsil krizleri, ve özellikle sağ popülizmin yükselişi bu gerilemeyi besleyen faktörler arasında sayılıyor. Tüm bu gelişmeler karşısında, demokrasi savunucularının yılgınlığa kapılmadan çözüm yolları araması kritik önem taşıyor. İşte bu noktada, sosyal demokrasi geleneği hem tarihsel mirası hem de güncel politik vizyonuyla alternatif bir çıkış yolu olarak gündeme geliyor.
Bu yazıda, siyasi analiz ile akademik değerlendirme perspektifini birleştirerek küresel demokrasi krizini ve çıkış yollarını ele alacağız. Öncelikle demokrasi krizinin nedenlerini ve otoriterleşme eğilimlerini inceleyecek, ardından sağ popülizmin demokrasilere nasıl meydan okuduğunu tartışacağız. Sosyal demokrasinin tarihsel kökenlerine ve refah devletiyle ilişkisine değinip, 21. yüzyılda sosyal demokrat partilerin neoliberalizmle uzlaşma ve kimlik siyaseti geriliminden kaynaklanan krizine ışık tutacağız. Sonraki bölümde iklim krizi, gelir eşitsizliği ve temsil bunalımı karşısında sosyal demokrasinin sahip olduğu güncel potansiyeli değerlendireceğiz. Türkiye bağlamında sosyal demokrasinin önündeki engeller ve olanakları tartıştıktan sonra, sosyal demokrat bir dönüşümün yol haritasını – adil geçiş, demokratik restorasyon ve yeni bir toplumsal sözleşme başlıklarıyla – çizmeye çalışacağız.
Küresel Demokrasi Krizi: Nedenler ve Otoriterleşme Eğilimleri
Dünya siyasetinde demokrasi cephesindeki gerileme pek çok gözlemci tarafından vurgulanmaktadır. Freedom House’un “Dünyada Özgürlük” raporu, son yıllarda özgürlük düşüşü yaşayan ülke sayısının art arda her yıl artış gösterdiğini, küresel düzenin adeta bir eşik noktasına yaklaştığını ortaya koyuyor. Liberal demokrasi düşmanları, temel hakları korumak için inşa edilen kurumları aşmayı ve yozlaştırmayı her zamankinden daha etkili biçimde başarabiliyor. Uzun süreli demokrasi geleneğine sahip ülkelerde bile popülist ve otoriter eğilimli aktörler, sistemdeki açıkları istismar ederek nefret, şiddet ve güç yozlaşmasını körüklüyor. Bu da demokrasinin kendi içinden zayıflamasına yol açıyor. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde 6 Ocak 2021’de yaşanan Kongre baskını, yerleşik bir demokraside dahi kurumların ne denli saldırı altında olabileceğini gösterdi. Benzer şekilde, Hindistan’dan Brezilya’ya kadar birçok ülkede seçilmiş liderlerin otoriter uygulamalara yöneldiği görülüyor.
Demokrasideki küresel kriz, bir dizi yapısal ve konjonktürel nedenden besleniyor. Uzmanlar ortak bir neden üzerinde uzlaşamasa da çeşitli etkenlerin rol oynadığı belirtiliyor. Bir görüşe göre Rusya ve Çin gibi otoriter güçlerin başka ülkelerdeki demokratik hükümetleri zayıflatma çabaları önemli bir faktör. Başka bir yaklaşım, dijital teknolojilerin – özellikle sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla dezenformasyonun artması ve devletlerin gelişmiş gözetim araçları edinmesinin – demokrasiye zarar verdiğini vurguluyor. İç dinamiklere bakanlar ise ekonomik durgunluk, artan gelir eşitsizlikleri ve devletlerin vatandaşlarına yeterli refah sağlayamamasının halkın demokrasiye güvenini sarstığına dikkat çekiyor. Aynı şekilde, birçok ülkede merkezcı ana akım partilerin başarılı politikalar üretememesi, halkın sağ ve sol popülist alternatiflere yönelmesine neden oluyor. Sonuç olarak popülizm ve kutuplaşma, hem sebep hem de sonuç olarak demokratik gerilemeyi hızlandıran etkenler haline gelmiş durumda. Thomas Carothers ve arkadaşlarının çalışması, bu faktörlerin çoğunun demokratik gerilemede “kolaylaştırıcı koşullar” olduğunu, esas belirleyici unsurun ise iktidarı ele geçiren liderlerin güdümlü anti-demokratik projeleri olduğunu ileri sürmektedir. Nitekim farklı ülkelerde farklı motiflerle de olsa lider odaklı otoriterleşme hamlelerinin (örneğin “iç düşman” yaratıp kurumları zayıflatma veya kendi iktidarını kalıcılaştırma çabalarının) benzer sonuçlar ürettiğini görüyoruz.
Küresel demokrasi krizinin bir diğer boyutu, yeni bir otoriter dalganın yükselişe geçmesidir. Siyaset bilimciler, 1970’lerden 2000’lerin başına dek süren “üçüncü demokratikleşme dalgası”nın ardından, yaklaşık son on beş yıldır tersine bir akımın hakim olduğunu tespit ediyorlar. Bu yeni dalga, Soğuk Savaş sonrasında kurulan liberal uluslararası düzenin erozyona uğramasıyla yakından ilişkili. Örneğin Orta Avrupa’da Macaristan ve Polonya gibi ülkelerde liberal demokrasi normlarından sapmalar yaşanırken, Asya’da Filipinler ve Hindistan’da çoğunlukçu ve milliyetçi liderler demokratik kurumları zayıflatıyor. Ortadoğu ve Afrika’nın bazı bölgelerinde ise kısmi demokratikleşme adımları darbelerle veya iç savaşlarla kesintiye uğradı. Evren Balta gibi analistler, mevcut popülist otoriterleşme eğilimini 2008 küresel finansal krizi, siyasal temsil krizleri, değerler alanındaki kültürel dönüşümler ve liberal dünya düzeninin çözülmesiyle tetiklenen çoklu krizlerin bir tezahürü olarak değerlendiriyor. Bu bakışa göre dünyanın farklı köşelerinde görülen otokratik gidişat, birbirinden kopuk vakalar değil, çelişkili ve tedrici bir biçimde ilerleyen genel bir otoriter dalganın parçalarıdır. Kısacası, günümüzün demokrasi krizi tek boyutlu bir mesele olmayıp, hem küresel güç dengelerindeki değişimler hem de toplumların içindeki ekonomik-sosyal huzursuzluklarla ilintilidir. Bunun çözümü de benzer şekilde çok boyutlu ve kararlı bir demokrasi savunusunu gerektirmektedir. Tam da burada, “demokraside dönüş yok” ilkesi devreye girmekte; yani geriye, otoriter düzene dönmek bir seçenek olmadığı gibi, daha fazla demokrasi için yeni vizyonlara ihtiyaç bulunmaktadır.
Sağ Popülizmin Yükselişi ve Demokratik Değerlere Tehdit
Demokrasi krizinin görünür yüzlerinden biri, pek çok ülkede sağ popülist liderlerin ve hareketlerin yükselişidir. Popülizm genel anlamıyla “halka karşı seçkinler” ikiliğine dayanan bir siyaset tarzıdır; ancak özellikle sağ popülizm, çoğunlukçu, milliyetçi ve otoriter bir söylemle demokratik değerleri aşındırmaktadır. Modern popülist liderler demokratik seçimlerle işbaşına gelseler bile, iktidara geldikten sonra güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, azınlık hakları gibi liberal demokrasinin temel ilkelerini hedef alabilmektedir. Örneğin Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, seçim sandığından aldığı meşruiyeti kullanarak yargıyı ve medyayı kontrol altına almış; benzer şekilde eski ABD Başkanı Donald Trump göçmenlere ve azınlıklara karşı kışkırtıcı bir dil kullanarak toplumu keskin kamplara bölmüştür. Brezilya’dan Filipinler’e kadar pek çok ülkede sağ popülist liderlerin, ifade özgürlüğü ve muhalefet hakları gibi demokratik değerleri tehdit eden uygulamalarına tanık olduk.
Popülist siyaset, demokrasi söylemini içerikten boşaltarak kullanma eğilimindedir. Nadia Urbinati’nin belirttiği gibi, popülizm “demokrasinin argümanlarını kullanarak temsili demokrasiye meydan okur”. Yani popülist liderler kendilerini halkın doğrudan ve yegâne temsilcisi ilan ederek, seçimle gelen meclisler veya bağımsız mahkemeler gibi kurumsal aracıları değersizleştirirler. Bu durum demokratik temsilin kalitesini düşürürken, çoğulculuk ilkesini de zedeler. Özellikle sağ popülizm, “halk”ı etnik-dini açıdan homojen ve dışlayıcı bir şekilde tanımlama eğiliminde olduğundan, farklı kimliklere ve azınlıklara yönelik hak ihlallerini meşrulaştırabilir. Nitekim günümüzde dünyada yükselişe geçen sağ popülizm, pek çok örnekte otoriter, ırkçı ve kadın düşmanı unsurlar barındıran hareketleri tanımlamak için kullanılmaktadır. Örneğin Avrupa’daki aşırı sağ popülist partiler göçmen karşıtı ve İslamofobik politikalarla liberal değerleri sarsarken, Latin Amerika’da da benzer şekilde otoriter-sağ popülist söylemler demokratik kurumları hedef almıştır.
Sağ popülist liderler demokratik düzende seçimlerin sağladığı meşruiyete vurgu yaparken, liberal demokrasinin fren-denge mekanizmalarını “milli iradeye karşı bürokratik engeller” şeklinde değersizleştirirler. Bu nedenle popülizmin demokrasi anlayışı çoğunlukçudur; Ziya Öniş ve Mustafa Kutlay’a göre popülizm, halkın çoğunluğunun egemenliğini mutlaklaştıran bir siyaset tarzı olarak en iyi ihtimalle çoğunlukçu demokrasi anlayışını benimser. Böyle bir düzende, seçimleri kazanan lider “halk benim arkamda” diyerek yargı bağımsızlığını veya basın özgürlüğünü kısıtlamayı meşru görebilir. Oysa çoğulcu ve liberal demokrasi, seçim zaferinin bile hukukun üstünde olmayacağı, azınlık haklarının ve kuvvetler ayrılığının gözetileceği bir rejimi gerektirir. Sağ popülizmin tehdidi de tam bu noktada belirginleşir: Popülist iktidarlar demokrasiyi, sadece sandıkta çoğunluğu elde etmeye indirgemekte; ifade özgürlüğü, farklı kimliklerin temsili, bilimsel ve yargısal özerklik gibi demokratik değerleri aşındırmaktadır.
Elbette popülizmin yükselişinin arkasında, önceki bölümde tartıştığımız ekonomik ve siyasal krizlerin rolü büyüktür. 2008 finans krizinin ve küreselleşme çağındaki eşitsizliklerin yarattığı öfke, ana akım partilere olan tepkiyle birleşince popülist aktörlere destek sağlamıştır. Geleneksel merkez sol ve merkez sağ partilerin “halka kulak vermediği” algısı, popülist söylemlerin güç kazanmasına yol açmıştır. Ancak popülizmin tek nedeni ekonomi değildir; kültürel ve kimliksel kaygılar da sağ popülizmi besleyen damarlardır. Birçok sağ popülist lider, ulusal kimliği ve hatta dini değerleri politika malzemesi yaparak taraftar toplamaktadır. Örneğin Avrupa’da göçmen ve mülteci karşıtlığı, kıta genelinde sağ popülist partilere destek kazandıran bir etmen olmuştur. Bu partiler, “vatanı koruma” söylemiyle liberal demokratik normları hiçe sayan kısıtlamaları haklı gösterme çabasındadır. Sonuç olarak, sağ popülizmin yükselişi demokrasinin sadece prosedürel yönünü (seçimleri) bırakıp özündeki değerleri – çoğulculuk, insan hakları, tolerans – aşındırdığı için, çağımızda demokrasiye yönelik en ciddi tehditlerden biri olarak görülmelidir.
Sosyal Demokrasinin Tarihsel Kökenleri ve Refah Devleti
Demokratik rejimlerin krizine çare ararken, tarihsel olarak demokrasiyi derinleştirmeyi ve kapitalizmin yarattığı eşitsizlikleri azaltmayı hedefleyen sosyal demokrasi geleneğine bakmak gerekir. Sosyal demokrasi, kökeni 19. yüzyılın kitlesel işçi hareketlerine uzanan ve sosyalizmin hedeflerini demokratik ve barışçı reformlarla gerçekleştirmeyi amaçlayan bir ideolojidir. 20. yüzyılın başlarında sosyalist hareket içinde yaşanan bölünmede, sosyal demokratlar devrimci Marksizm ile yollarını ayırarak sandık ve parlamenter sistem içinde dönüşümü savunan çizgiye yöneldiler. Bolşevik Devrimi sonrasında otoriter ve merkeziyetçi bir model inşa eden Sovyet sosyalizmine karşı, Batı Avrupa’daki sosyal demokrat partiler demokratik çok partili sistem içinde kalarak emekçi sınıfların haklarını geliştirmeye çalıştılar. Bu anlamda sosyal demokrasi, sosyalizm ideallerini radikal bir devrim yoluyla değil evrimci ve reformist bir stratejiyle hayata geçirme arayışıdır.
II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal demokrasi en parlak dönemlerinden birini yaşamıştır. Savaşın yıkımı sonrası kurulacak barışçı ve adil düzen arayışında sosyal demokrat partiler kilit rol oynadı. 1945 sonrasında özellikle Batı Avrupa’da sosyal demokrat hükümetler, “refah devleti” (welfare state) denilen kapsamlı sosyal politika düzenini inşa ettiler. Refah devleti, sağlık, eğitim, emeklilik, işsizlik sigortası gibi alanlarda devletin aktif rol üstlenerek vatandaşlara kapsamlı bir sosyal güvenlik ağı sağlaması demekti. Bu model, kapitalizmin yarattığı toplumsal eşitsizlikleri hafifletmeyi ve piyasanın toplum üzerinde yarattığı tahribatı düzenlemeyi amaçlıyordu. Sosyal demokrasinin bu dönemdeki başarısı, çalışan sınıflarla sermaye arasında yeni bir toplumsal mutabakat sağlanmasına dayanıyordu: Devlet, sendikaların ve işverenlerin uzlaşmasıyla gelir dağılımını vergiler ve sosyal harcamalar yoluyla dengeliyor; tam istihdam hedefiyle ekonomik büyümeyi desteklerken emeğin haklarını güvenceye alıyordu. Bu model, yirminci yüzyılın en önemli sosyal inovasyonu olarak da nitelendirilen refah devletini ortaya çıkardı ve sonuçları toplumlar için çarpıcı oldu. Geçmişte sosyal demokrat iktidarların uyguladığı politikalar sayesinde çalışma ve yaşam koşullarında büyük ilerlemelersağlandı; işçiler sendikal haklar kazandı, gelir eşitsizlikleri azaltıldı, sağlık ve eğitim hizmetleri kamusal olarak geniş kitlelere sunuldu. Örneğin İskandinav ülkelerinde 1950’ler ve 60’larda kurulan sosyal refah düzeni, dünya tarihinde eşi az görülen bir toplumsal kalkınma ve eşitlik düzeyi yarattı.
Sosyal demokrasinin altın çağı sayılan 1945-1975 dönemi, kapitalizmin Keynesyen ekonomi politikalarıyla yönetildiği ve devletin piyasayı düzenleyici rolünün genel kabul gördüğü bir devirdi. Bu dönemde sosyal demokrat partiler art arda seçim başarıları kazandı; Birleşik Krallık’ta İşçi Partisi, Almanya’da SPD, İskandinavya’da çeşitli sosyal demokrat partiler uzun süreli iktidarlar olarak refah devleti kurumlarını pekiştirdi. Refah devleti, sosyal demokrasinin en somut ürünü olarak, sosyal hakların anayasal güvence altına alınmasını sağladı ve “beşikten mezara” sosyal güvenlik prensibi birçok ülkede benimsendi. Bu model aynı zamanda demokratik istikrarı güçlendirdi: Geniş orta sınıfların oluşması, ekonomik kaygıların hafiflemesi ve eğitim seviyesinin yükselmesiyle, demokratik kültür de toplumlarda kökleşti. Sosyal demokrasinin bu başarısı, onu adeta Batı Avrupa siyasetinin merkezinde yer alan bir konsensüs haline getirdi; muhafazakâr ve liberal partiler bile bir noktadan sonra refah devleti kazanımlarını tamamen ortadan kaldırmayı göze alamadılar.
Ne var ki 1970’lerin sonundan itibaren dünyada değişen ekonomik koşullar ve ideolojik iklim, sosyal demokrasiyi yeni sınamalarla karşı karşıya bıraktı. 1973 petrol krizi ve ardından yaşanan ekonomik durgunluk, Keynesyen modelin kriziolarak görüldü. 1980’lerle beraber ABD ve Birleşik Krallık öncülüğünde neoliberalizm yüks
21. Yüzyılda Sosyal Demokrasinin Krizi: Neoliberalizmle Uzlaşma ve Kimlik Siyaseti Gerilimi
Yirmi birinci yüzyıla girerken sosyal demokrasi hareketi hem ideolojik hem de siyasal açıdan ciddi bir krizle yüzleşmeye başladı. 1990’ların sonunda Doğu Bloku’nun çökmesiyle küresel ölçekte neoliberal kapitalizm neredeyse rakipsiz kaldı. Birçok sosyal demokrat parti, bu yeni gerçekliğe uyum sağlamak adına ekonomik programlarını piyasa dostu hale getirdi. Yukarıda bahsedilen Üçüncü Yol stratejileri, kısa vadede bazı seçim başarıları getirse de uzun vadede sosyal demokrasinin öz kimliğini aşındırdı. Neoliberalizmle uzlaşma, sosyal demokrat hareketin temel iddiası olan toplumsal eşitliği ilerletme misyonunu zayıflattı. Carol Johnson’ın belirttiği üzere, sosyal demokrat partilerin 1990’larda benimsediği neoliberal etkilenimli üçüncü yol politikaları, geçmişte elde edilmiş bazı sosyal kazanımları bile geriye götürdü ve merkez solun eşitsizlikleri azaltma anlatısını inandırıcılıktan yoksun bıraktı. Sermaye piyasalarının küreselleşmesine karşı işçi haklarını savunmakta yetersiz kalan, finansal sektörün serbestleşmesine onay veren sosyal demokrat iktidarlar, geleneksel seçmenlerinin gözünde “elitlerden farkı kalmayan” partilere dönüştüler. Örneğin Yunanistan’da PASOK’un veya Fransa’da Sosyalist Parti’nin 2010’larda neredeyse silinme noktasına gelmesi, bu itibar erozyonunun çarpıcı örneklerindendir.
Sosyal demokrasinin krizinin bir boyutu da seçmen tabanındaki değişim ve kimlik siyasetinin yükselişidir. Sanayileşme sonrası toplumlarda işçi sınıfının görece küçülmesi, hizmet sektörünün ve prekarya denilen güvencesiz çalışan kesimlerin büyümesi, sosyal demokrat partilerin geleneksel “mavi yakalı” tabanını daralttı. Diğer yandan, eğitimli şehirli orta sınıflar içinde yeni post-materyal değerler (çevre bilinci, kadın hakları, LGBTİ+ hakları, göçmen hakları gibi) önem kazandı. Sosyal demokrat partiler bu yeni değerleri programlarına dahil ettikçe, daha muhafazakâr işçi kesimlerinden bazılarını yabancılaştırma riskiyle karşılaştılar. Bir anlamda, sınıf siyasetinden kimlik siyasetine uzanan bir gerilim alanı ortaya çıktı. Geleneksel sosyal demokrasi, tarihen “beyaz, heteroseksüel erkek işçi” figürüne odaklanan bir vatandaşlık anlayışına dayanmaktaydı ve bu durum kadınların, etnik azınlıkların veya LGBTİ bireylerin sorunlarının arka planda kalmasına yol açmıştı. Zaman içinde bu grupların mücadelesiyle sosyal demokrat partiler daha kapsayıcı politikalara yöneldiler; ancak bu geçiş sancısız olmadı. Carol Johnson’ın ifade ettiği üzere, sosyal demokrasinin günümüzdeki krizi iki yönlü bir eşitlik sorunuyla iç içe geçmiştir: Birincisi kapitalist toplumlarda ekonomik eşitsizliği dizginlemenin zorluğu, ikincisi ise sınıfsal olmayan (cinsiyet, etnisite, cinsel yönelim vb.) eşitsizlik biçimlerine yeterince yanıt verememenin yarattığı açmazdır.
Sağ popülizmin son yıllardaki yükselişi, sosyal demokratları bu kimlik siyasetinde ikilemde bırakmıştır. Bazı sosyal demokratlar popülist sağa kayan işçileri geri kazanmak için söylemlerini sertleştirmeyi, örneğin göçmen karşıtı veya milliyetçi vurguları artırmayı savunurken; diğerleri ise bunun sosyal demokrat değerlerle çeliştiğini, aksine daha solda ve kapsayıcı bir politik hat çizmek gerektiğini öne sürmektedir. Popülizm uzmanı Cas Mudde, Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin Bill Clinton ve Tony Blair tarzı üçüncü yol yerine Bernie Sanders ve Elizabeth Warren gibi ABD’li ilerici figürlerden ilham alması gerektiğini, etnik azınlıkların savunusunun sosyal demokratlarca net biçimde sahiplenilmesinin önemini vurgulamıştır. Bu tartışma, sosyal demokrasinin geleceği açısından kritik bir yön tayini anlamına geliyor: Ya sosyal demokratlar popülist sağın retoriğine yakınlaşıp daha dar ve ulusalcı bir çizgiye bürünecek (ki bu, kısa vadede oy kazandırsa bile temel ilkelerinden ödün vermek olacaktır) ya da sosyal demokrasi kendini yenileyerek hem ekonomik adaleti hem de kapsayıcı çoğulculuğu savunan bir program ortaya koyacaktır.
Sosyal demokrat partilerin son on yıllardaki güç kaybı istatistiklere de yansımıştır. Avrupa genelinde 2000’lerin ilk yirmi yılında sosyal demokratlar birçok ülkede oy oranlarını önemli ölçüde yitirdiler ve uzun süre iktidardan uzak kaldılar. Bu gerileme sadece seçim kayıplarıyla sınırlı kalmayıp, siyasi gündemi belirleme kapasitelerinin düşmesi şeklinde de kendini gösterdi. Pek çok gözlemciye göre sosyal demokrasinin hataları – neoliberal politikalara fazlaca ödün vermesi ve yeni toplumsal hareketlerle bütünleşememesi gibi – Avrupa’daki siyasal krize ve aşırı sağın yükselmesine zemin hazırladı. Örneğin Fransa’da Sosyalist Parti’nin 2017 seçimlerinde çöküşü, alanı Emmanuel Macron gibi merkezci ama aslında piyasacı figürlere bırakmış; işçi sınıfının öfkesi ise Jean-Luc Mélenchon gibi sol popülistlere veya Marine Le Pen gibi sağ popülistlere yönelmiştir. Bu tür örnekler, sosyal demokrasinin ortadan kalkması durumunda demokrasinin de risk altına girdiğini düşündürmektedir. Zira sosyal demokrasi tarihsel olarak demokrasinin sosyopolitik temellerini güçlendiren (örneğin geniş refah politikalarıyla toplumsal rızayı sağlayan, sendikalar ve sivil toplumla kurumsal bağlar inşa eden) bir işlev görmüştür. Sosyal demokratların zayıfladığı ortamlarda demokrasinin toplumsal dayanakları da zayıflamakta, kitlelerin otoriter ve radikal seçeneklere yönelmesi kolaylaşmaktadır.
Özetle, 21. yüzyılda sosyal demokrasinin krizi çok boyutlu bir krizdir: Ekonomik küreselleşmenin sert rüzgarları karşısında ilkelerinden taviz vermesi bir yanda, değişen toplumsal değerler karşısında kendini yenileme sancıları diğer yanda… Ancak bu kriz, aynı zamanda sosyal demokrasi için bir fırsat penceresi de barındırmaktadır. Neoliberal modelin ardı ardına ürettiği krizler – 2008 finans krizi, 2020 pandemi krizi, günümüzde enflasyon ve resesyon tehditleri – devletin ekonomideki rolünü yeniden tartışmaya açmıştır. Benzer şekilde iklim değişikliği ve büyüyen eşitsizlik sorunları, piyasanın kendiliğinden çözüm üretemeyeceği meydan okumalar olarak, kamucu politikalara olan ihtiyacı artırmaktadır. Toplumların bir kesimi, sosyal demokrat değerlerin ve politikaların geri dönmesini umutla beklemektedir. Bu noktada sosyal demokrat hareket kendi hatalarından ders çıkararak, neoliberal dönemde yitirdiği kamuculuktan ve toplumculuktan yana özüne dönmek zorundadır. Sosyal demokrasinin bir yeniden icadı mümkünse, bu hem ekonomik adaleti hem de kültürel çoğulculuğu aynı anda savunan bir çizgide gerçekleşecektir.
İklim Krizi, Gelir Eşitsizliği ve Temsil Sorunları Karşısında Sosyal Demokrasinin Güncel Potansiyeli
-
yüzyılın üçüncü onyılına girerken insanlığı bekleyen en büyük sınavlar arasında iklim krizi, derinleşen gelir eşitsizlikleri ve demokratik sistemlerin temsiliyet sorunu başı çekiyor. Bu büyük meydan okumalar karşısında sosyal demokrasinin değerleri ve politika araçları, yeni bir soluk kazanmaya başlayabilir. Nitekim birçok yorumcu, günümüzün çoklu krizleriyle baş edebilecek yegâne kapsamlı yaklaşımın sosyal demokrasi olduğunu ileri sürmektedir. Çünkü sosyal demokrasi hem piyasa ekonomisinin dinamizmini kabul eden, hem de bu ekonomiyi kamu yararı doğrultusunda yönlendirmeyi ve aşırılıklarını törpülemeyi hedefleyen dengeli bir model sunar. Bu yaklaşım, iklim değişikliği veya pandemi gibi kolektif eylem gerektiren sorunlarda ve gelir adaletsizliği ya da toplumsal dışlanma gibi sosyal problemlerle mücadelede özel bir avantaja sahiptir: Kamusal aklı ve toplumsal dayanışmayı yeniden ön plana çıkarır.
Öncelikle iklim krizi, sosyal demokrasinin güncel potansiyelini açığa çıkarabileceği bir alan olarak görülüyor. Piyasa merkezli neoliberal ideoloji, çevre sorunlarına genellikle “yeşil kapitalizm” gibi sınırlı çözümler önerirken, sosyal demokrat yaklaşım ekolojik dönüşümü toplumsal adaletle birlikte ele alma kapasitesine sahiptir. “Adil geçiş” (just transition) denilen ilke, fosil yakıtlara dayalı bir ekonomiden yenilenebilir enerjiye geçerken emekçilerin ve kırılgan grupların mağdur olmamasını esas alır. Sosyal demokratlar, iklim politikalarını tasarlarken geniş katılımlı bir planlama ve sosyal diyalog yöntemini savunur. Örneğin kömür madenciliğinin bitirilmesi gündeme geldiğinde, bu sektörde çalışan işçilere yeni iş alanları yaratılması, yeniden eğitilmeleri ve geçiş sürecinde desteklenmeleri sosyal demokrat bir hükümetin önceliği olacaktır. Bu yönüyle sosyal demokrasi, iklim eylemini hızlandırırken aynı zamanda toplumsal rızayı da inşa edebilir. Zira çevre politikalarının başarısı, toplumun geniş kesimlerince adil ve makul bulunmasına bağlıdır. İklim krizine karşı gerçekten etkili tedbirler ise yaşam tarzımızda köklü değişiklikleri gerektireceğinden, ancak güçlü bir demokratik meşruiyet ve “kimseyi geride bırakmama” ilkesiyle kabul edilebilir. Sosyal demokrasi, tam da bu meşruiyeti inşa edebilecek tarihsel deneyime sahiptir: Devlet ile vatandaş arasında yeni bir toplumsal sözleşme tesis ederek, geleceğe yatırım yapmak (örneğin yeşil enerjiye geçiş, altyapı dönüşümü) uğruna bugün bazı fedakârlıkları paylaşmayı mümkün kılabilir.
Gelir ve servet eşitsizliklerinin rekor düzeylere ulaştığı günümüz dünyasında sosyal demokrasinin eşitlikçi vizyonu daha da değer kazanmaktadır. Uluslararası kuruluşlar dahi gelişmiş ülkelerdeki eşitsizlik düzeylerinin ekonomik ve sosyal istikrarı tehdit ettiğini rapor etmektedir. Aslında artan ekonomik eşitsizlikler, sosyal demokrat siyaseti daha ilgili ve geçerli kılan bir olgudur: Zengin ile yoksul arasındaki uçurum büyüdükçe, bunu azaltmayı hedefleyen politik programlara duyulan ihtiyaç da artar. Ne var ki uzun yıllar iktidardan uzak kalan veya neoliberal kısıtları kabullenen sosyal demokrat partiler, seçmen gözünde bu sorunları çözebileceklerine dair inandırıcılık sorunu yaşıyor. Örneğin birçok Avrupa ülkesinde seçmenler, merkez sol partilerin de tıpkı merkez sağ gibi küresel piyasa güçlerine boyun eğdiğini düşündüğü için, ekonomik rahatsızlıklarını radikal sağ veya radikal sol partilere yönelterek ifade etti. Bu algıyı tersine çevirmek, sosyal demokrasinin önündeki önemli bir sınav. Bunun yolu, somut ve cesur politikalarla eşitsizliklerin üzerine gitmekten geçiyor: Servet vergileri, yüksek gelirlilerden daha fazla vergi alarak sosyal programları finanse etmek, eğitimde ve sağlıkta fırsat eşitliğini sağlamak, teknoloji devlerinin ve büyük tekellerin kamusal denetime tabi tutulması gibi adımları sosyal demokratlar gündeme taşımalıdır. Nitekim pandemi süreci ve sonrasında yaşanan ekonomik dalgalanmalar, devletin ekonomideki düzenleyici rolünün önemini tekrar gösterdi. Birçok ülkede hükümetler piyasanın görünmez eline bırakılamayacak kadar büyük krizlerle yüz yüze kalınca, kamucu reflekslere sarıldılar (ör. nakit yardımlar, ücretsiz sağlık hizmetleri, işten çıkarma yasakları vb.). Bu atmosfer, sosyal demokrasinin temel argümanlarına zemin hazırlıyor: Herkes için ekonomik güvence ve dayanışma. Ertan Aksoy’un tespitiyle, günümüzün üst üste binen krizlerinin aşılmasında sosyal demokrasi ve onun ürünü olan refah devleti insanlığın elindeki en güçlü araç konumunu koruyor. Çünkü refah devleti prensibi, sadece bireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal farklılıklar ve gerilimler karşısında yasal ve finansal önlemler alarak toplum bünyesindeki çatlakları onarmaya çalışır. Eşitsizliklerin azaltılması, kutuplaşmış toplumlarda ortak paydalar oluşturmanın da önkoşuludur; zira aşırı eşitsizlik, demokratik vatandaşlık duygusunu zayıflatır ve “aynı gemide olma” hissiyatını yok eder. Sosyal demokrat politikalar, herkesin insanca yaşayabileceği bir düzey sağlayarak demokrasinin sosyal temelini güçlendirecektir.
Demokratik sistemlerin içindeki temsil sorunları da sosyal demokrasinin güncel potansiyeliyle yakından ilişkilidir. Birçok ülkede vatandaşlar, siyasi elitlerin kendilerini temsil etmediği, oy vermenin bir fark yaratmadığı duygusuna kapılmış durumdalar. Bu temsil krizinin alametleri seçim katılımlarının düşmesi, parti üyeliklerinin azalması, sokak protestolarının ve “merkez partilerden kopuş” trendinin artması şeklinde görülüyor. Sosyal demokrat partiler de geçmişte kitle partisi kimliğine sahipken zamanla teknokratik bir imaja büründükleri, sendikalar ve taban hareketleriyle bağlarının zayıfladığı eleştirilerine maruz kaldılar. Ancak bu olumsuz tabloyu tersine çevirme potansiyeli de yine sosyal demokraside mevcut. Çünkü sosyal demokrasi, tarihsel olarak örgütlü sivil toplumla ve emek hareketiyle güçlü bağlarıolan bir akımdır. Bugün temsil sorununun aşılması, siyasetin yeniden topluma kök salmasıyla mümkündür. Yavuz Yıldırım’ın analizine göre, sosyal demokrasinin yeniden etkili olabilmesi için temsil edilmeyen geniş kitlelerin sesi haline gelmesi, adeta toplumsal hareketlerle yeniden bağ kurması gerekmektedir. Bu da parti içi demokrasinin geliştirilmesi, yerel düzeyde katılımcı mekanizmaların hayata geçirilmesi, gençlerin ve dezavantajlı grupların siyasete aktif katılımının teşvik edilmesi gibi adımları gerektirir. Örneğin kimi ülkelerde sosyal demokratlar “ön seçimsiz lider belirleme” veya dar danışman kadrolarıyla çalışma eğilimindeydi; oysa günümüzde bu tarz kapalı yapıların toplum nezdinde karşılığı kalmamıştır. Sosyal demokrat partiler sendikalarla, çevre hareketleriyle, kadın örgütleriyle, gençlik platformlarıyla yan yana gelerek, halkla birlikte politika yapma kültürünü canlandırmak zorundadır. Bu sayede temsil krizinin panzehiri olabilecek yeni bir katılımcı demokrasi modeli filizlenebilir. Zaten sosyal demokrasi ideali, yalnızca temsili demokrasiyi savunmakla kalmaz, bunu katılımcı ve doğrudan demokrasi unsurlarıyla zenginleştirmeyi de hedefler. Günümüzde dijital iletişim araçları ve sosyal medya sayesinde kitlelerle etkileşim kurmak eskisinden kolay; ancak bu aynı zamanda popülist manipülasyonların da arttığı bir ortam yarattı. Sosyal demokratlar, dijital çağın bu meydan okumasına karşı şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerini güçlendirerek yanıt vermeliler. Örneğin açık veri politikaları, e-devlet uygulamalarıyla vatandaşların karar alma süreçlerine dahil edilmesi gibi yöntemler, demokratik temsilin kalitesini yükseltebilir.
Son tahlilde, iklim değişikliğiyle mücadele, küresel salgınlar, ekonomik adaletsizlik ve temsil bunalımı gibi devasa sorunlar karşısında otoriter popülist reçeteler sadece suçu günah keçilerine yükleyip geçici öfke patlamaları yaratırken; sosyal demokrasi hem sorunların yapısal kökenlerini teşhis eden hem de toplumsal birlik ve dayanışmayı mobilize ederek çözüm üretme kapasitesi olan bir seçenek sunmaktadır. Bu nedenle, pek çok düşünür ve siyasetçi “sosyal demokrasinin geri dönüşü”nden söz etmeye başlamıştır. Nitekim 2020’li yıllarda Almanya’da SPD’nin yeniden birinci parti olması, ABD’de Bernie Sanders’ın geniş genç kitleleri seferber edebilmesi, İskandinav ülkelerinde sosyal demokrat hükümetlerin iklim ve eşitlik gündemlerinde iddialı adımlar atması gibi gelişmeler, bu potansiyelin işaretleri olarak görülebilir. Elbette sosyal demokrasinin başarısı otomatik olmayacaktır; yeni dönemde net bir vizyon, kararlı liderlik ve geniş toplumsal koalisyonlar gerekecektir. Yazının son bölümünde, bu bağlamda bir sosyal demokrat dönüşümün yol haritasını ana hatlarıyla çizmeye çalışacağız.
Türkiye Bağlamında Sosyal Demokrasinin Olanakları ve Engelleri
Küresel demokrasi krizinin tezahürlerini Türkiye’de de yakından deneyimliyoruz. Son yıllarda Türkiye, özgürlükler ve demokrasi endekslerinde hızla gerileyerek “yarı özgür” veya bazı ölçümlerde “özgür olmayan” ülkeler kategorisine düşmüştür. Ülkede kuvvetler ayrılığı ilkesi ağır yara almış; yargı ve yasama, yürütmenin (hatta tek bir liderin) tahakkümü altına girmiştir. Özellikle 2017’deki anayasa değişikliği ile geçilen cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, TBMM’nin denge-denetleme fonksiyonlarını zayıflatmış, medya üzerindeki siyasi kontrol ise eleştirel sesleri büyük ölçüde kısmıştır. 20 yıldır iktidarda olan aşırı sağ/muhafazakâr bir parti (AKP) ve lideri, ekonomiden eğitime pek çok alanda kurumsal tahribata yol açtı; hukukun üstünlüğü ve laiklik prensipleri ciddi biçimde aşındırıldı. Böylesi bir tablo, Türkiye’de sosyal demokrasinin önemini ve aynı zamanda maruz kaldığı zorlukları net biçimde ortaya koymaktadır.
Türkiye’de sosyal demokrasi düşüncesi tarihsel olarak Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) üzerinden varlık bulmuştur. CHP, 1960’lardan itibaren kendini “ortanın solu” olarak tanımlayarak sosyal demokrat ideolojiye yönelmiş, özellikle Bülent Ecevit liderliğinde 1970’lerde halkçı ve emek yanlısı politikalar geliştirmiştir. Ancak Türk sosyal demokrasisi, Batıdaki muadillerine kıyasla bazı yapısal engellerle karşılaştı. Bunların başında, Türkiye siyasetinde uzun yıllar kimlik eksenli (laik-dindar, Türk-Kürt vs.) yarılmaların sınıfsal bölünmelerin önüne geçmesi gelir. Milliyetçilik ve muhafazakârlık, hem devlet ideolojisi hem de toplum nezdinde güçlü akımlar olduğundan, sosyal demokratlar evrenselci ve eşitlikçi mesajlarını geniş kitlelere anlatmakta zorlandılar. Cuma Çiçek’in analiz ettiği bir araştırma, Türkiye’de milliyetçiliğin toplumsal mutabakat düzeyinde çok baskın olduğunu, kendini “hiç milliyetçi değil” diye tanımlayan kesimin %10 gibi küçük bir azınlıkta kaldığını gösteriyor. Toplumun yaklaşık yarısı milliyetçiliğe güçlü biçimde sarılırken, “milliyetçiliğe mesafeli” ve devleti eleştirel gözle değerlendirebilen kesim kabaca dörtte bir civarında kalıyor. Bu durum, sosyal demokrat bir söylemin potansiyel tabanının sınırlı olabileceğine işaret ediyor. Öte yandan aynı araştırmada “Türkiye hangisi ile daha güçlü olur?” sorusuna verilen yanıtlar ilginç bir fırsatı da gösteriyor: Katılımcıların yalnızca %9,6’sı “askeri güç” derken, %32’si “ekonomik güç” ve %30,6’sı “güçlü bir demokrasi”, %20,1’i ise “toplumsal barış” cevabını vermiş. Yani toplumun yarıya yakını, bir ülkenin esas kudretinin demokrasi ve barış ortamından geldiğini düşünüyor. Bu veri, militarist ve otoriter söylemin kısmen zemin kaybettiğini, geniş bir kitlenin ekonomik refah ile demokratik değerleri bağdaştıran bir yönetime özlem duyabileceğini gösteriyor. İşte sosyal demokrasinin Türkiye’deki olanağı tam da burada yatıyor: Ekonomik güç, toplumsal barış ve güçlü demokrasi arasındaki bağı kuran bir program, mevcut otoriter-milliyetçi hegemonyaya karşı toplumu harekete geçirebilir.
Sosyal demokrasinin Türkiye’de önündeki engellerden biri de Kürt sorununa yaklaşımdır. Tarihsel olarak CHP’nin devletçi ve Türk ulusalcı çizgisi, Kürt vatandaşların desteğini kazanmasını zorlaştırdı. 1990’lardan itibaren Kürt siyasi hareketinin ayrı bir mecra olarak güçlenmesiyle birlikte, sosyal demokrat cephe ile Kürt hareketi arasındaki mesafe açıldı. Oysa evrensel sosyal demokrat ilkeler, etnik kimlik ayrımı gözetmeden hak ve özgürlüklerin genişletilmesini, kültürel çoğulculuğun tanınmasını gerektirir. Son dönemde muhalefetin bir araya geldiği Millet İttifakı ve Emek-Özgürlük İttifakı gibi oluşumlar, aslında sosyal demokrat değerler ile Kürt meselesinin barışçıl çözümü arasında bir köprü kurma imkânıolduğunu gösterdi. KONDA verilerine dayanan bir araştırma, Türkiye’de Kürt sorununun müzakere ve uzlaşı yoluyla çözümünü savunanların oranının %30-40 bandında istikrarlı biçimde seyrettiğini ortaya koyuyor. Bu azımsanacak bir oran değildir; toplumsal barışı önceleyen sosyal demokrat bir proje, bu kesimi doğal olarak bünyesinde toplayabilir. Nitekim Türkiye’nin batısında demokrasi ve özgürlük talebiyle, doğusunda barış ve hak talebini birleştirmek sosyal demokrasinin başarısının anahtarı olacaktır. Engeller ise malum: Devlet katında süregelen güvenlikçi bakış açısı, toplumda milliyetçi reflekslerin devam etmesi ve dış politik gerginliklerin iç siyasete etkisi gibi faktörler, sosyal demokrat bir açılımın önünü kesebilir. Ama küresel deneyimler gösteriyor ki, sosyal demokratlar barış ve diyalog söylemini tutarlı biçimde savunduklarında, uzun vadede toplumları dönüştürebilmektedirler (örneğin İspanya’da Bask sorunu veya Britanya’da İrlanda barış süreci gibi).
Türkiye’de sosyal demokrasinin bir diğer handikapı, ekonomik yönetim konusunda kamuoyunda oluşmuş önyargılardır. Sağ popülist iktidar, yıllardır “biz gidersek sosyal yardımlar kesilir, ülke kaosa sürüklenir” propagandasıyla dar gelirli kesimleri korkutmuştur. Oysa gerçekler bunun tersini söylüyor: Neoliberal politikalar ve keyfi yönetim yüzünden ekonomi ağır sorunlarla boğuşuyor, yoksulluk yayılıyor, kurumlar çöküyor. Sosyal demokrat ekonomi politikaları ise tam da bu yaraları saracak reçeteler sunabilir. Nitekim muhalefet belediyelerinin bazı uygulamaları (halk süt, ücretsiz kreş, öğrenci bursları vb.) küçük ölçekte de olsa sosyal demokrat modelin ipuçlarını vermiştir. Halk, deneme imkânı buldukça, sosyal devlet yaklaşımının faydalarını görebilir. Burada önemli olan, güven verici ve ehil bir kadroyla vatandaşın karşısına çıkabilmektir. Türkiye’de CHP ve müttefikleri, son seçimlerde her ne kadar genel iktidarı elde edemese de, toplumun yarıya yakınından destek alarak demokratik değişim arzusunun canlı olduğunu gösterdiler. Bu rüzgârın kalıcı bir değişime dönüşebilmesi için sosyal demokratların kapsayıcı bir dil tutturmaları şarttır. Toplumun muhafazakâr-dindar kesimlerini dışlamadan, onların sosyal adalet taleplerine de seslenen; gençlerin özgürlük ve çevre hassasiyetini dikkate alan; kadınların eşitlik mücadelesini sahiplenen bir yeni sosyal demokrat söylem, Türkiye’de geniş kitleleri kucaklayabilir.
Sosyal demokrasinin Türkiye’de mümkün olup olmadığı zaman zaman tartışma konusu yapılır. Kimi görüşe göre Türkiye’ye özgü tarihsel koşullar (örneğin güçlü devlet geleneği, patronaj ilişkileri, sivil toplumun zayıflığı) gerçek anlamda bir sosyal demokrat dalganın oluşmasını engeller. Bu görüşe karşın, başka bir bakış açısı da şunu savunur: Türkiye toplumunun ihtiyaçları ve talepleri incelendiğinde, aslında özünde sosyal demokrasinin programıyla örtüşen geniş bir alan bulunmaktadır. Yukarıda değindiğimiz anket verileri buna işaret ediyor: İnsanlar güçlü ordu yerine güçlü ekonomi ve demokrasiyi önemsiyor; ülkenin geleceğini “toplumsal barış” içinde görüyor. Bu da bizlere, belki adı konulmamakla birlikte, ciddi bir sosyal demokrat potansiyel olduğunu söylüyor. Mesele bu potansiyeli somut politik programlara ve başarılara dönüştürebilmekte. Türkiye sosyal demokrasisinin önündeki sınav, hem otoriterleşmeye karşı demokrasiyi savunmak, hem de halkın günlük dertlerine somut çözümler üretip güven vermektir. Bir sonraki bölümde, bu hedeflere ulaşmak için nasıl bir yol haritası izlenebileceğine dair bazı öneriler sunacağız.
Sosyal Demokrat Bir Dönüşümün Yol Haritası: Adil Geçiş, Demokratik Restorasyon, Yeni Toplumsal Sözleşme
Türkiye ve dünya, otoriter tehditlerin gölgesinde yeni bir geleceğe hazırlanırken, sosyal demokrat bir dönüşüm için kapsamlı bir stratejiye ihtiyaç vardır. Bu stratejinin üç sacayağı olarak “adil geçiş”, “demokratik restorasyon” ve “yeni toplumsal sözleşme” kavramları öne çıkıyor. Bunlar, aslında birbirini tamamlayan hedef ve ilkelerdir. Birer birer ele alacak olursak:
-
Adil Geçiş (Just Transition): Bu kavram, ekonomik ve toplumsal dönüşümlerin hiç kimseyi geride bırakmadan, adil ve kapsayıcı biçimde gerçekleştirilmesini ifade eder. Özellikle iklim krizi çağında, fosil yakıtlardan temiz enerjiye geçiş, ağır sanayiden dijital ve yeşil ekonomiye dönüşüm gibi süreçler kaçınılmaz görünüyor. Ancak bu dönüşümlerin maliyetinin toplumdaki kırılgan kesimlere yüklenmesi büyük sosyal sorunlar doğurur. Sosyal demokrat bir program, adil geçişi güvence altına almalıdır. Örneğin kömür madenciliğinin aşamalı olarak durdurulması gerekiyorsa, bu bölgelerde alternatif istihdam imkanları yaratılacak; maden işçilerine yeni beceriler kazandırılacak; hiçbir emekçi “kullanılıp atılmış” duygusuna kapılmayacaktır. Benzer şekilde, otomasyon ve yapay zekâ nedeniyle işsiz kalma riskiyle karşı karşıya olan işçiler için sürekli eğitim programları ve güçlü bir işsizlik sigortası ağı kurulması adil geçişin parçasıdır. Adil geçiş prensibi, sadece emekçiler için değil bölgesel kalkınma için de geçerlidir: Yeşil ekonomiye geçişte geri kalmış bölgeler özel destek alarak dönüşüme ayak uydurmalıdır. Bu yaklaşım, toplumda yeni teknolojilere ve iklim politikalarına yönelik direnci azaltacak, “fedakârlığın adil paylaşımı” duygusunu pekiştirecektir. Sosyal demokrasinin “kimseyi dışarıda bırakmama” etiğiyle örtüşen adil geçiş, aslında yeni kuşaklara daha yaşanabilir bir dünya bırakırken mevcut kuşakların da mağdur olmamasını sağlama çabasıdır.
-
Demokratik Restorasyon: Otoriterleşme sürecine girmiş veya demokratik kurumları zarar görmüş bir ülkede, sosyal demokratların öncelikli görevi demokrasiyi onarmaktır. Türkiye gibi ülkelerde son yıllarda yaşananlar, kurumların yeniden ayağa kaldırılmasını ve hukukun üstünlüğünün tesis edilmesini zorunlu kılıyor. Demokratik restorasyon kapsamında atılması gereken adımlar bellidir: Yargı bağımsızlığını güvence altına almak için HSK’nin yapısının değiştirilmesi, yüksek yargı atamalarında liyakat ve tarafsızlığın esas alınması; basın özgürlüğünü sağlamak için kamu yayıncılığının özerk kılınması, basın üzerindeki maddi-idari baskıların kaldırılması; yürütmenin yetkilerinin dengelenmesi için gerekirse yeni bir anayasal çerçevenin oluşturulması. Türkiye özelinde, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin denge ve denetleme mekanizmalarını tahrip ettiği aşikar olduğundan, güçlendirilmiş parlamenter sistem gibi bir modele geçiş tartışılmaktadır. Sosyal demokratlar, geniş toplumsal uzlaşı arayışlarıyla bu geçişi yönlendirebilirler. Demokratik restorasyon sadece kurumlarla sınırlı değildir; aynı zamanda toplumsal barışın ve diyalog kültürünün yeniden inşasını içerir. Kutuplaştırıcı dilin terk edilmesi, geçmiş dönemin mağduriyetlerinin (örneğin KHK ile ihraç edilenler veya haksız yargılamalara uğrayanlar gibi) giderilmesi, sivil toplumun ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması da bu başlık altındadır. Ertan Aksoy’un vurguladığı gibi, Türkiye’de aşırı sağ iktidarın yarattığı tahribat özellikle hukuk devleti ve laiklik alanında derindir; bunları onarmak Türkiye’li sosyal demokratlara tarihsel bir görev yüklemektedir. Demokratik restorasyon, bir bakıma devleti ve toplumu normalleşme rayına oturtmaktır. Bu başarıldığı takdirde, demokratik kurumların kalitesi artacak ve halkın demokrasiye güveni pekişecektir.
-
Yeni Toplumsal Sözleşme: Hem adil geçişi mümkün kılmak hem de demokratik restorasyonu kalıcı hale getirmek için toplumun farklı kesimleri arasında yeni bir mutabakat inşa etmek gerekecektir. “Toplumsal sözleşme” kavramı burada mecazi anlamıyla, yani farklı sınıfların, kimlik gruplarının ve çıkar çevrelerinin asgari müştereklerde uzlaşması anlamında kullanılıyor. 20. yüzyılın ortasında sosyal demokrasinin altın çağını mümkün kılan toplumsal sözleşme, sermaye ile emek arasında kurulmuş ve devletin hakemliğinde ekonomik büyümenin meyvelerinin paylaşıldığı bir uzlaşıydı. 21. yüzyılda ise yeni bir toplumsal sözleşme, daha karmaşık bir yapı arz ediyor; çünkü sadece işçi-işveren dengesi değil, aynı zamanda insan-doğa dengesi, çoğunluk-azınlık dengesi, yurttaş-devlet dengesi gibi boyutları da kapsamak zorunda. Sosyal demokrat bir yönetim, tüm bu dengeleri gözeten bir sözleşme önermek durumundadır. Örneğin ekonomik alanda yeni toplumsal sözleşme, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir kalkınma modeli anlamına gelir: Büyümenin getirisinin adil paylaşılması, çevreye uyumlu yatırımlar yapılması ve geleceğe (eğitim, AR-GE, yeşil altyapı) yatırım önceliğinin benimsenmesi. Türkiye’de böylesi bir vizyon uzun süredir eksikti; AKP iktidarı büyüme uğruna doğal kaynakları hoyratça tüketen, inşaat odaklı ve gelir dağılımını bozucu bir model izledi. Sosyal demokratlar ise “insan merkezli, katılımcı ve sürdürülebilirliğe odaklanan” bir kalkınma modeli geliştirmelidir. Nitekim sosyal demokrat kadrolar, AKP sonrası döneme hazırlık yaparken, refah devletini yeniden inşa etmek ve devletin ekonomideki değer yaratıcı rolünü canlandırmak için planlamalar yapmaktadır. Yeni toplumsal sözleşme bunun da ötesinde, hak ve özgürlükler konusunda da bir mutabakat içerir. Örneğin tüm etnik ve dini kimliklerin bu ülkenin eşit ve özgür vatandaşları olduğu, hiçbir kesimin devletçe ötekileştirilmeyeceği, ifade ve inanç özgürlüğünün güvence altında olacağı bir ilkeler dizisi, yeni toplumsal sözleşmenin temelini oluşturmalıdır. Bu çerçevede, Alevilerin yıllardır beklediği hakların tanınması, Kürt vatandaşların kültürel haklarının anayasal güvenceye alınması, kadınlara ve LGBTİ+ bireylere karşı ayrımcılığın kesin bir dille reddedilmesi gibi adımlar düşünülebilir. Toplumsal sözleşme, toplumun bütün temel bileşenlerinin (işçiler, işverenler, farklı etnik/dini gruplar, gençler, kadınlar vb.) “bu devlette biz de varız ve kurallar adil” diyebileceği bir düzenek yaratmaktır. Bunu sağlamak elbette kolay olmayacak; ama sosyal demokrasinin çoğulcu ve uzlaşmacı geleneği, bu yolda en umut verici siyasi çizgidir.
Yukarıdaki sacayağını hayata geçirebilmek için sosyal demokratların hem ulusal düzeyde hem de uluslararası iş birliğine ihtiyacı vardır. Küreselleşen dünyada, örneğin iklim krizi veya sermaye hareketleri gibi konular tek bir ülkenin çabasıyla tam çözülemez. Bu nedenle sosyal demokrat hareketlerin uluslararası dayanışması ve bilgi paylaşımı çok değerlidir. Avrupa’daki, Latin Amerika’daki sosyal demokrat deneyimler dikkatle incelenmeli, başarılı örneklerden dersler alınmalıdır. Aynı şekilde, uluslararası kurumlar (Birleşmiş Milletler, ILO, OECD vb.) nezdinde sosyal adaleti ve demokrasiyi güçlendirecek reform teklifleri desteklenmelidir. Küresel düzeyde de bir yeni toplumsal sözleşme arayışı gerekmektedir; zira uluslararası sistemde de kuralların egemen güçler lehine işlediği, yoksul ülkelerin dışlandığı, iklim krizinin sorumluluğunun adil paylaşılmadığı bir yapı mevcut. Sosyal demokrat dış politika, barışçıl iş birliğini, adil ticaret düzenlemelerini ve insan hakları eksenli diplomasiye öncelik vermelidir. Böylece yurt içinde demokratik ve sosyal dönüşümü gerçekleştirmeye çalışan bir sosyal demokrat iktidar, dışarıda da tutarlı bir tutum sergileyerek hem ülkenin itibarını yükseltir hem de küresel sorunlara çözüm katkısı sunar.
Sonuç
Tüm bu tartışmalar ışığında açıkça görülüyor ki demokrasiden geri dönüş yoktur – otoriter yollara sapmak ne adalet ne de refah getirecektir. Küresel demokrasi krizi, belki de bizlere demokratik değerlerin kıymetini yeniden hatırlatan acı bir ders niteliğindedir. Kimi ülkelerde popülist ve otoriter deneyimler, başlangıçta cazip görünen “güçlü lider, hızlı karar” söyleminin sonunda toplumu kutuplaşma, ekonomik çöküntü ve özgürlük kaybıyla baş başa bıraktığını gösterdi. Dolayısıyla insanlığın rotasını yeniden liberal demokratik ilkelere çevirmesi bir zorunluluktur. Ancak bunu yaparken, eski düzende görülen eksikleri gidermeyi de unutmamalıyız. Tam da bu noktada kurtuluşun sosyal demokraside olduğunu iddia etmek abartı sayılmamalıdır. Sosyal demokrasi, demokrasiyi sadece bir yönetişim tekniği olarak değil, toplumsal adaletle birlikte anlamlı gören bir yaklaşım olduğu için, bugün ihtiyaç duyduğumuz bütüncül çözümü sunmaktadır.
Yazıda ele aldığımız gibi, sosyal demokrasi hem küresel ölçekte hem de Türkiye özelinde ciddi meydan okumalarla karşı karşıya kaldı, hatta kimi zaman kendi kimliğinden uzaklaştı. Fakat günün sonunda, neoliberal modelin insanlığı getirdiği nokta büyük bir tatminsizliktir: Eşitsizlikler rekor düzeyde, iklim alarm veriyor, teknoloji ilerlerken toplumlar geriliyor, demokrasi zemin kaybediyor. Bu tabloda yeni bir yol arayanlar için sosyal demokrasinin temel ilkeleri – özgürlük, eşitlik, dayanışma – rehber olmayı sürdürüyor. Örneğin Freedom House raporu, eğer demokrasi yanlıları birlikte hareket etmezse otoriter modelin dünyada galebe çalacağı uyarısında bulunuyor. Birlikte hareket etmek, tam da sosyal demokrasinin diyalog ve ortak iyi arayışıyla uyumludur.
Policymaker’lar (yani karar vericiler) açısından sosyal demokrasi, kısa vadeli popülist hamlelerle değil uzun vadeli yapısal çözümlerle toplumların refahını artırma iddiasını taşır. Bu da tutarlı ve bilimsel verilere dayalı politikalar gerektirir. Akademik çalışmalar, sosyal adalet ile sürdürülebilir kalkınmanın birbirini dışlamadığını, tam tersine uzun vadede toplumsal barışın ekonomik gelişmenin şartı olduğunu gösteriyor. Sosyal demokrat yaklaşım, büyüme ile dağıtım arasında denge kurarak “insan onuruna yakışır” bir kalkınma modeli sunabilir. Kamuoyu (yani halk) açısından ise sosyal demokrasi, kendisini dışlanmış, unutulmuş, sömürülmüş hisseden geniş kesimlere yeniden umut vaat edebilir. Somut örnekler üzerinden konuşalım: Bir genç, sosyal demokrat politikalar sayesinde parasız ve nitelikli eğitim alıp geleceğini kurabileceğini hissederse; bir emekçi sendikal haklarının ve ücret adaletinin sağlanacağını bilirse; bir kadın ayrımcılığa uğramayacağı, şiddetten korunduğu bir toplumun mümkün olduğunu görürse; bir çiftçi emeğinin karşılığını alacağı desteklerle nefes alırsa – işte o zaman demokrasi gerçek anlamda işler hale gelir. Demokrasi sadece sandık demek değildir; demokratik bir toplum, herkesin onur ve güven içinde yaşayabildiği bir toplumdur. Sosyal demokrasinin ideali de tam olarak budur.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durum, belki demokrasi açısından karanlık görünebilir. Ancak unutmamak gerekir ki tarih, böylesi dönemlerin ardından büyük uyanışlara ve atılımlara da tanıklık etmiştir. Türkiye’de sosyal demokrat bir dönüşüm için uygun zemini hazırlamak, bugünden başlayan bir mücadeleyi gerektiriyor. Bu mücadelenin entelektüel boyutu (toplumun nabzını tutan araştırmalar, politika üretme süreçleri) kadar saha boyutu (örgütlenme, seçmeni ikna etme, ittifaklar kurma) da var. Fakat eğer başarılabilirse, ülkemiz adil, özgür ve müreffeh bir geleceğe kapı aralayacaktır. Sonuçta, demokrasinin alternatifi yoktur; ancak demokrasiyi yeniden ayağa kaldırmanın yolu da onu sosyal içerikle zenginleştirmekten geçmektedir. Demokrasi de dönüş yok, kurtuluş sosyal demokrasi derken kastettiğimiz tam olarak budur: Geriye bakmadan, ilerici değerlerle demokrasiyi harmanlayarak yol almak… Dünya genelinde esen olumsuz rüzgârlara rağmen, sosyal demokrasinin evrensel ilkeleri yol göstericimiz olursa, daha adil ve demokratik bir toplum idealine bir adım daha yaklaşabiliriz. Bu hedef, hayal olmaktan çıkıp somut bir programa dönüştükçe, hem karar alıcılar hem de geniş halk kesimleri için gerçek bir umut haline gelecektir. Böylece XXI. yüzyılın karanlık sayfaları, yerini sosyal demokrat bir yenilenme çağına bırakabilir. Bu ideal için mücadele etmek, bugünün ve yarının nesillerine karşı en büyük sorumluluğumuzdur.
Kaynaklar:
-
Freedom House, Freedom in the World 2022: The Global Expansion of Authoritarian Rule, özellikle küresel özgürlük endeksindeki gerileme verileri ve otoriter rejimlerin demokratik normları aşındırma yöntemleri.
-
Thomas Carothers & Benjamin Press, Understanding and Responding to Global Democratic Backsliding, Carnegie Endowment (2022) – Demokratik gerilemenin yaygın nedenlerine dair analizler ve lider odaklı otoriterleşme tipolojisi.
-
Evren Balta (aktaran HBS Türkiye), “Sağ Popülizmin Yükselişi ve ...” – Popülizmi çoklu krizlerin ürünü olan yeni bir otoriterleşme dalgasının ifadesi olarak yorumlayan değerlendirme.
-
Nadia Urbinati’den aktaran Y. Emre (2021), Batı’da Popülizmin Yükselişi: Heyuladan Fenomene – Popülizmin demokrasinin argümanlarını kullanarak temsili demokrasiye meydan okuduğu vurgusu.
-
Ziya Öniş & M. Kutlay, “Sağ Popülizmin Ekonomi Politiği Üzerine” – Popülist siyasetin çoğunlukçu demokrasi anlayışına kaydığına dair tespit.
-
Heinrich Böll Stiftung Türkiye, Sağ Popülizmin Yükselişi Konferansı Notları – Sağ popülizmin otoriter, ırkçı, kadın düşmanı yönleri ve yükseliş sebepleri.
-
Yavuz Yıldırım, Neoliberal Dönemde Sosyal Demokrasi Mümkün mü? (2021) – Sosyal demokrasinin tarihsel gelişimi, 1945 sonrası refah devletiyle güçlenmesi ve neoliberal dönemdeki gerilemesi üzerine analiz.
-
Ertan Aksoy, “Sosyal Demokrasi ve Refah Devleti” – Sosyal demokrasinin neoliberal tahribat sonrası yeniden umut olma potansiyeli, refah devletinin krizlere karşı en güçlü araç olduğu tezi.
-
Carol Johnson, Is the crisis of social democracy a crisis of equality? Social Europe (2019) – Sosyal demokrasinin krizinin ekonomik eşitsizlikleri azaltamaması ve tarihi kimlik kurgusunun sınırlılıklarıyla ilişkisi.
-
Cuma Çiçek, “Türkiye’nin Sosyal-Demokrasi Potansiyeli”, Birikim (2022) – Türkiye toplumunda milliyetçilik, demokrasi ve sosyal barış tercihlerine dair anket bulguları; sosyal demokrat değerlerle uyumlu kesimlerin oranı.
-
KONDA/Barış Vakfı Araştırması (2022) – Kürt sorununun çözümünde uzlaşıyı destekleyen kesimin istikrarlı varlığı; Türkiye’de barışçıl çözüm yanlılarının toplumsal sözleşme potansiyeli olarak okunabileceği vurgusu.
-
Freedom House, Freedom in the World 2022 – “Democracy’s defenders must unite or authoritarian model will prevail” uyarısı, küresel demokrasi mücadelesinin aciliyetini vurgulayan ifade.
--
Muratcan IŞILDAK