Devlet (1)

Sedat Peker, videolarında şimdiye kadar iki hassasiyetini dile getirdi. Biri "devlet" diğeri de "Tayyip abisi". Peker, "Tayyip abi" diye hitap ettiği muktedire kırgın ama onun hakkında konuşmayacağını, sadece helalleşeceğini söyledi. Gerçi videoları izleyenlerin çoğu, çok büyük ihtimalle kendisi de, her konuşmasının ucunun abisine dokunduğunun farkında ama şimdilik doğrudan onu hedef almıyor. "Devlet"e olan bağlılığını da "biz bu vatanın serdengeçtileriyiz, biz bu vatanın delileriyiz" retoriği ile dillendirmekte. Her videosunda devlete ihanet etmeyeceğini ve devleti zor durumda bırakmayacağını özellikle vurguluyor. Bu yazı Peker'in açıklamalarının ve kullandığı simgelerin yorumlandığı bir yazı olmayacak. Peker'in itiraf ve ifşa ettiği konuları ilk defa duyan ve şaşıranlar doksanlardan bugüne kadar yayımlanmış sol/sosyalist yayınlara baksınlar, daha nelere şaşıracaklar. Bu yazıda üzerinde duracağım konu Peker'in de içerisinde yer aldığı milliyetçi-mukaddesatçı çevrenin devlet algısı.

Milliyetçi-mukaddesatçı çevrenin devleti insanlardan bağımsız bir kendiliktir. İnsan ve siyaset üstü bu aşkın devlet mistik, kutsal, kusursuz; dolayısıyla dokunulmaz ve sorgulanamaz bir varlık olarak tarif edilir. Bu haliyle devlet denen siyasal aygıt adeta bir töz gibi varlığı her şeyden bağımsız ve değişmez bir gerçekliktir. Söz konusu devletin tarihsel olarak Türklerle beraber var olduğuna ve Orta Asya'dan Türklerin gittiği her yere taşındığına inanılıyor. Oysa bu mistik ve tözsel devlet anlayışı ne Orta Asyalıdır ne de Türk'e aittir. Tüm dünyaya Batılıların bir “armağanı”dır. Tinsel (her şeyin temeli olan madde dışı varlık) devlet anlayışının temeli 19. yüzyılda Almanya'da atıldı. Fikir babalarından biri Hegel'dir. Hegel'e göre devlet tözsel bir iradedir ve Geist olarak adlandırdığı “tin”in kendisini gerçekleştirdiği alanlardan biridir. Alman milliyetçiliği ve onun kutsal devlet anlayışı bu temeller üzerinde gelişmiş ve tüm dünyaya yayılmıştır. Yani Almanlar sadece mühendislik ürünleri değil kutsal devlet anlayışı ve onun ekürisi olan milliyetçiliği de ihraç etmişler. Öte yandan devlet kelimesi de Arapça'dır. Etimolojik olarak iktidar, egemenlik; servet, kısmet ve talih gibi anlamlara gelir. Bu nedenle talihi dönen insanlara veya servete kavuşanlara başına devlet kuşu kondu denir.

Her ne kadar mukaddesatçılar insan ve siyaset üstü görseler de devlet insanların siyasal olarak örgütlenmeleri sonucu ortaya çıkmış ve süreç içerisinde pek çok evreden geçerek çeşitli biçimlerde var olmuştur. Toplumların geçim stratejileri hem siyaseti, hem de devletin niteliğini belirlemiştir. Mesela ilk devletlerin, tarım ekonomisinin sağladığı artı ürün ve toplumsal katmanlaşma sayesinde Mezopotamya'da ortaya çıktığı söylenir. İlk devletler birbirleriyle kültürel ve ekonomik ilişki içerisinde olan ama yönetimlerinde bağımsız şehirlerden oluşmaktaydı. Antik çağa damgasını yine bu şehir devletleri vurmuştur. Özellikle Atina ve Sparta gibi Yunan şehir devletleri ve onların yönetim biçimleri günümüz devletlerine de temel oluşturmuştur. Aynı kültürel evreni paylaşan şehir devletlerinden bazıları birleşerek merkezi devletleri ortaya çıkardılar. Asur, Mısır, Roma, Pers ve Uzakdoğu'daki Qin Devleti bu tarz devletlerdendi. Merkezi devletler tıpkı öncülleri şehir devletleri gibi birer tarım devletiydi ve dayandıkları temel ideoloji dindi. Çoğunlukla devleti yönetenlerin kutsal bir soydan geldiğine, hatta bazı toplumlarda birer tanrı/tanrıça olduklarına inanılırdı. Bu nedenle insanların bağlılığı kutsal saydıkları bu tanrısal soylara olmuştur. Söz gelimi Mısır'da firavunlar tanrı olarak görülmekteydi. Bu kutsal soy inancı zamanla yerini asil soya bıraktı. Ortaçağ boyunca Avrupa'da devletler asil soydan gelen bir veya birkaç aile tarafından yönetildi. Günümüzde bile Avrupa'daki monarşilerin tamamı birbiriyle akraba. Mesela yakın bir zaman önce ölen Philip Mounbatten, Kraliçe II. Ellizabeth'in eşiydi. Aynı zamanda Philip hem Edinburgh (İskoçya) Dükü, hem Danimarka Prensi, hem de Yunanistan (eski) Prensi'ydi.

İlk dönem ve sonrasında ortaya çıkan tarım devletlerinde kutsal mekanlar olmakla birlikte genel olarak kutsal bir vatan düşüncesi henüz oluşmamıştı. Yahudiler için Yeruşalayim (Kudüs), içerisinde barındırdığı dinsel yapılar nedeniyle hep kutsaldı ama Kudüs ve çevresinin günümüzdeki anlamıyla bir vatan olarak görülmesi Fransız Devrimi'nden sonra olmuştur. Vatan düşüncesi ve buna paralel gelişen vatanseverlik veya yurtseverlik olarak tanımlanan teritoryal bağlılık, yani belli bir toprak parçasıyla kurulan duygusal bağ Fransız Devrimi'nden sonra siyasal bir anlam kazanır. Vatanseverlik ilk defa 16. yüzyılda Kraliçe Elizabeth dönemi İngiltere'sinde telaffuz edilmiştir ama siyasallaşıp yaygınlaşması ancak 18. yüzyılda olabildi. Ardından 19. yüzyılda Alman romantizminin etkisiyle vatanseverliğe milliyetçilik de eşlik etmeye başladı.

Türk devlet mitine ve milliyetçiliğine ata yurdu olarak dayanak oluşturan Orta Asya, göçer çoban toplulukların hanlık olarak adlandırılan siyasal yapılarına ev sahipliği yapmıştır. Asya bozkırlarındaki göçebe topluluklara özgü siyasal yapılar olan hanlıklar çoğunlukla aşiretlerin/boyların han, hakan veya kağan olarak adlandırdıkları bir liderin etrafında toplanmasıyla kurulmuşlardı. Göçer çoban devletlerin ömürleri genellikle kısadır. Çünkü hanlığın başındaki lider ölünce ele geçirilen topraklar han soyundan gelen erkekler arasında pay edilirdi. Aşiretler ancak güçlü bir lidere boyun eğerlerdi, onun ölmesi veya gücünü yitirmesi durumunda yeni bir liderin önderliğinde başka bir hanlık ortaya çıkardı. Göçer toplumlardaki siyasal bağlılık duygusu belli bir coğrafyaya değil; sürülerine otlak bulan, rakip boylara karşı kendi boylarının güvenliğini sağlayan ve yağmada gösterdiği başarılarla saygı kazanan liderlereydi. Günümüzde ülke ve vatan anlamında kullanılan “yurt” kelimesinin etimolojisi tam da göçebe yaşam biçimine uygun olarak çadır anlamına gelmektedir. Yani sınırları belli bir toprak parçası yerine çadırını/yurdunu kurdukları her yer göçerlerin vatanıydı.

Vatan ise Arapça memleket yani doğulan veya yaşanılan yer anlamındadır. Ülke derseniz o da Moğolca pay, üleş, bölge anlamındadır. Yine tam da göçerlerin yaşam biçimine uygun olarak ele geçirilen toprakların paylaşılmasına atıfta bulunan bir terim. Kendilerini İslamcı milliyetçilerden ayıran seküler milliyetçiler, millet yerine ulus; milliyetçi yerine de ulusalcı tabirlerini tercih ederler. Günümüzdeki anlamının aksine ulus terimi Moğolca aşiret/boy anlamına gelir. Yani eğer Cengiz Han'a hangi ulustansın diye sorma şansınız olsaydı alacağınız cevap Moğol yerine çok büyük ihtimalle Borcigin/Börçigin olacaktı. Zira Cengiz Han'ın kökeni Moğolların önemli boylarından biri olan Borciginlere dayandırılır. Millet kavramı da bilindiği üzere Arapça'dır ve belirli bir dine bağlı toplumları tanımlamak için kullanılır. Osmanlı siyasal olarak din merkezli millet sistemine göre örgütlenmişti ve resmi olarak kabul edilen dinsel cemaatlerin devlet tarafından muhatap alınan temsilcilikleri vardı. Müslüman milleti (Millet-i Hâkime), Ermeni milleti (Millet-i Sadıka), Rum milleti ve Yahudi milleti gibi. Millet sisteminden de anlaşılacağı üzere bir toprağa, vatana, yurda bağlı insan topluluğu/yurttaş fikri Osmanlı devlet örgütlenmesine çok uzaktı. Avrupa'da ortaya çıkan vatanseverlik, milliyetçilik ve belli bir toprağın anavatan olarak kutsanması Osmanlı'ya yıkılışına yakın, yani 19. yüzyılın sonunda geldi. Vatanseverlik fikrinin öncüleri arasında ilk akla gelen isim Namık Kemal'dir. Onun başyapıtı sayılan Vatan Yahut Silistre adlı tiyatro oyununda Kırım Savaşı üzerinden vatan sevgisi konusu anlatılır. Osmanlı'nın sürekli toprak kaybettiği bir döneme denk geldiğinden izleyenleri galeyana getiriyor diye oyun, Padişah Abdülaziz tarafından yasaklanmış ve Namık Kemal de sürgüne gönderilmişti.

Vatanseverlikle beraber Türkçülük fikri de Yusuf Akçura (Tatar), Agop Boyacıyan (Ermeni), Moiz Kohen (Yahudi), Ziya Gökalp (Kürt), Rıza Tevfik Bölükbaşı, Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Ağaoğlu ve Nihal Atsız gibi aydınlarca geliştirilip yaygınlaştırıldı. Türkçülerin önemli bir kısmı Turancıdır. Bu arada Peker de her videosunu “Turan'ı kuracağız kardeşlerim” diye sonlandırıyor. Yukarıda verdiğim kimi kavramlar gibi Turan kelimesi de Türkçe değil. Tarihsel olarak ne Turan ülkesinin ne de Turancılık fikrinin Türklerle doğrudan bir ilişkisi var. Turan, Firdevsi'nin Şehname'sinde geçen bir bölgenin adı. Efsaneye göre İran Şahı Feridun'un oğlu Tur, ejderhalarla savaşarak babasının takdirini kazanmış cesur bir insanmış. Cesur manasına gelen Tur adı bu nedenle ona verilmiş. Şah Feridun ülkeyi oğulları arasında pay etmiş ve Tur'a verilen topraklara Turan ülkesi denmiş. “An” Farsça'da çoğul ekidir, dolayısıyla Turan'ın Türkçe tam karşılığı Turların, yani Tur soyundan gelenlerin ülkesidir. Bu mitolojik coğrafya daha sonra Turancılık fikrine dayanak oluşturmuş. Turancılığın fikir babası ise Finlandiyalı dilbilimci ve tarihçi Matthias Alexander Castren'dir. Fince ile akraba diller konuşan halkların birliği fikrini gündeme getiren Castren'in bu düşüncesi daha sonra yayılmacı Alman ve Slav milliyetçiliklerine tepki olarak Macar milliyetçileri tarafından siyasal bir düşünce haline getirildi.

Hani iktidar ve çevresi hep sanayi ve teknolojide milli ve yerli olduk diyerek milliyetçilik yapıyor ya, bırakın teknolojiyi yapılan milliyetçilik fikri/ideolojisi bile yerli değil. Popülist bir propagandadan öteye gidemeyen millilik ve yerlilik teknolojide de düşüncede de gerçekçi ve olası değil. Milliyetçi ideolojinin tekçi ve özcü yaklaşımının aksine insanlığın ortak birikimi olan uygarlığımız kozmopolittir ve farklı düşüncelerin sentezi ile mümkün olabilmiştir. Konu çok uzun köşe sınırlı bu nedenle haftaya kaldığım yerden devam edeceğim...

Editör: TE Bilisim