İnsanları diğer tüm canlılardan ayıran bir özellik kendi varoluşu ve öleceği üzerine düşünebilme yetisidir. Bir çocuk yaklaşık 5-6 yaşlarında kendi varlığını sezgisel olarak fark etmesine rağmen, bu varoluş üzerine düşünmesi daha ileriki yıllarda gerçekleşmektedir.  Kendi varlığınızı ilk olarak kaç yaşında fark ettiğinizi hiç düşündüğünüz oldu mu? Ya da varoluşunuz üzerine düşüncelere daldığınız?  

Heidegger' e göre insan dünyaya fırlatılmış bir varlıktır. Bunun anlamı insanın, öz belirleyiciliği ve iradesi olmadan bir anda kendisini var ve yaşarken buluvermesidir.  Dahası, sonsuz veya belirsiz bir geçmişten gelmesi; yaşamın ise bu sorunsalı çözebilecek bir ipucu sunmaması... Yani büyük ve çözümü olanaksız ancak öznel olarak çözülmesi gerektiği düşünülen bir bulmaca var insanın önünde. Gündelik uğraşlarla zaman öldürürken, birdenbire içinde oluşan saçmalık, hayatın son(suz)luluğu, ölümlülük, anlamsızlık, hiçlik düşüncelerini zihninden uzaklaştırmak için tekrar meşgalelere dalmak onun en büyük kaçışıdır irrite edici sorgulamalardan.

Ancak sorunsal bir saplantı gibi aniden zihinlere girer ve neredeyse bundan kaçınmak imkânsız. Sartre, bu türden düşüncelere bulantı uyandıran absürt düşünceler adını vermekteydi. Çünkü bir kedi öldüğünde sadece ölür; o, ne yaşadığının farkındadır ne de öleceğinin. Ama insan, kendine ölümü yakıştıramadığından bu düşünceden kaçmak uğruna türlü hokkabazlıklar yapmada ustadır ölene kadar. Çünkü o güne kadar ölenler hep ötekilerdi.

Yalnızlık

Peki ya kendi ölümü?

Belki de unutmak adına bir böceğin ölümünü küçümser ya da bilakis o böceği bizzat kendisi öldürür ölümü ayaklar altına almak ve değersizleştirmek için.

Varoluş sorunsalı ile ilintili olduğunu düşündükleri bazı temel kavramlar koymuşlardır ortaya varoluşçular: Özgürlük, Yalnızlık, Sorumluluk, Hiçlik, Anlam ve Ölüm gibi.

2. Dünya Savaşı yıllarında Faşist Alman Ordusu’ nun yakalayıp esaret altına aldığı ve Auschwitz kampına gönderdiği Yahudi asıllı bir doktor olan Frankl, bu kampta işkence gören bazı esirlerin hemen öldüklerini; daha yaşlı ve dayanıksız olarak değerlendirdiği diğer bazı esirlerin ise ölenlerden daha katmerli ve uzun süre işkence görmelerine rağmen dayandıklarını, hatta savaş bittikten sonra da evlerine dönüp yaşamaya devam ettiklerini hayretler içinde kalarak gözlemlemiştir.

Yaşamı hiçbir zaman kolay ve ümit ettiği kadar mutlu olmadı bireysel Homo-Sapiens’ in. Ara sıra yaşadığı mutlulukları acılar ve talihsizlikler takip etti hep. Bu yüzden hayalini kurduğu ideal yaşama tam varacaktı ki öldü.  Ölümünde de mutlu bir son yoktur onun.  Camus’ nun Veba’ sında basit ve sıradan (?) bir mikroorganizma serer onu yere yahut da kendi başlattığı hırs dolu bir savaş. Hâlbuki daha ne planları vardı dünya için. Uzun yaşamak şans mıdır bilinmez her insan için ama yaşadığının; hatta her an yaşadığının, hissettiğinin, sevdiğinin, nefret ettiğinin veya acı çektiğinin farkında olmak önemsenmeli.

Levinas’ a göre insanın en büyük talihsizliği onun yalnızlığa mahkûm olmasıdır.

Gruplar kuran, cemaatlere katılan insan her ne kadar geçici süreli rahatlık ve güvenlik hissi yaşasa da, yalnızlık duygusu bırakmaz peşini. Çünkü insan yalnız doğmaz sadece; aynı zamanda o, yalnız ölür. Bu yalnızlığın bilinciyle, özgürleşmeyi ve yaşamın zorluklarına tek başına göğüs germeyi öğrenmek, insanın temel sorumluluğudur. Bu sorumluluk dışında insanın yalnızlığını dindirebilecek tek teselli bir başka özneye duyulan sevgidir Levinas için.

Tek başına kendine değil, yayılan ölçüde ötekilere ve tüm evrene karşı duyulması gereken bu sorumluluk ve aşk ağır gelir çoğu insana. Yaşama doğrudan dalmak cesaretini gösteremeyen; farkındalık ve içgörü oluşturamayan bu bahtsız çoğunluk, özgürlüklerini kaybetmeleri pahasına adarlar kendilerini bir dine, cemaate, ideolojiye tüm benlikleriyle ve artık o olurlar. Kendi taşıdığı bedendeki tek bir DNA’ nın bile özel bir kimliği varken, kendi kimliğini yok etmiştir. Bu da bir tercihtir aslında; yaşama anlam katmak adına yaşamdan uzaklaşmak ve sorumluluğu başkasına atmak.

Bu yüzden, varlık özden önce gelir varoluşçulukta. İnsan önce varlığının farkına varır, sonra öznel tercihleriyle özünü ve kendi doğasını kendi yaratır; artık her ne ise ’o’ olmuştur, her ne değilse de ‘o’ Sartre’ a göre. Ayrıca mademki bir böcekten üstündür;  o halde tercihlerde bulunurken özgür iradesiyle sorumluluk alarak iyiyi de kötüyü de hak etmiştir.

Asıl doktorluk unvanını Auschwith kampından çıktıktan sonra hak ettiğini ifade eden  Frankl,  türlü işkencelere direnip ölmeyen insanları ziyaret fırsatını bulmuş ve niçin hala yaşadıklarını araştırmaya başlamıştı. Frankl,Duyulmayan Anlam Çığlığı’ ve ‘İnsanın Anlam Arayışı’ adlı eserlerinde açıkladığı üzere bu insanların kampın dışında bekledikleri anlam dolu bir yaşamları olduğuydu. Onlardan her biri, yaşamını kendine göre amaçlandırmış ve sevgiyle taçlandırmıştı. Ayrıca farklı yaştaki kişilerin farklı amaç ve anlamları olduğuydu. Çünkü anlam statik ve mutlak değil; dinamik ve diyalektikti. Frankl’ a göre bu olağanüstü bir keşifti çünkü yaşamı anlam dolu bireylerin zihinleri aydınlık, bedenleri ise çeliktendi.

Bu deneyimlerden sonra çalışmalarını Logo-Terapi (Varoluşsal Anlam Terapisi ) üzerine yoğunlaştıran Frankl, insanları güçlendiren şeyin her bireyin kendisine özgü, yaşam anlamları olduğuna dikkat çekmektedir.

Yaşamın kendi başına bir anlamı var mıdır bilinmez ama insanın öznel yaşamının ihtiyacı anlamlı bir yaşama sahip olmaktır. Kendi yaşamına bir anlam katamayan insanın, yaşama ve evrene bir anlam katmaya çabalaması ne acı! Bunun sebebi dinlerin veya ideolojilerin yanlış olup olmamasından değil, bizatihi o bireyin yaşamının anlamsız olmasından dolayıdır.

Siz hiç acı çektiği için intihar eden bir kedi gördünüz mü? Peki ya ayağını veya her hangi bir uzvunu kaybettikten sonra yaşama küsen bir başka kedi? Belki de kediler için yaşamın tek bir anlamı vardır, olabildiğince uzun süre yaşamak. Eğer öyleyse zekası ile övünç duyan insanın süresi sınırlı yaşam yolculuğunda belki de önemini ölüm anında fark edebileceği anlam sorunsalını bile isteye askıya alması nasıl bir paradoks?

Nazım Hikmet

Yaşamak şakaya gelmez,

Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

Bir sincap gibi meselâ,

Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,

Yani bütün işin gücün yaşamak olacak  (N.HİKMET)

Frankl ve Yalom tarafından temel sistematiği oluşturulan varoluşsal terapideki temel amaç kendi duygularına tahammül edemeyen, içerisindeki boşluk duygusunu doldurmak amacıyla tüketmeye, işkolikliğe veya başka boş etkinliklere yönelen, özgür seçimlerle kendi yaşamının sorumluluğundan kaçan ve bireysel yaşamı dışında evreni de anlamsız bulup intihar düşüncesini zihninden atamayan bireylere yönelik destekleyici bir terapi yöntemidir.

Editör: TE Bilisim