“Neoliberalizm, yaşamlarımızı sonsuz bir şimdiki zamana sıkıştırıyor; sosyal ve ekonomik temeller sabit kalsa da, hızlanmanın egemen olduğu ve bize daimi bir değişim izlenimi veren bir dünyaya. Serbest piyasa toplumu, bize yaşamlarımızı, kurumlarımızı ve toplumsal ilişkilerimizi şekillendiren toplumsal ve antropolojik model bağlamında bütün arzularımızın –ütopyalarımız bireysel ve “özelleştirilmiş” hale geliyor- tatminini vaat ediyor.”[1]

1980’lerden itibaren, dünya kapitalizminin hâkim sistemi olan neoliberalizm salt ekonomik değil, siyasal, toplumsal ve bireysel boyutları olan bir zeminin üzerine bina edildi. Her şey neoliberalizmin tabiatına göre değişip dönüştürülürken, özne de “neoliberalizmin yeni öznesi” olarak inşa edildi. Neoliberalizmin yeni öznesi bir sınırsız tüketiciye dönüştürülürken, siyaset de ona içkin olarak bozuma uğrayıp şekil değiştirdi.

Toplumsal alanı bir seyirci demokrasisine dönüştürüverir.

Byung-Chul Han’ın işaret ettiği gibi; “Neoliberalizm yurttaşı tüketici haline getirir. Yurttaşın özgürlüğü yerini tüketicinin edilgenliğine bırakır. Siyasete sadece edilgin bir biçimde, homurdanarak şikâyet ederek tepki verir, tıpkı hoşuna gitmeyen hizmet ya da mal sektörüne yaptığı gibi. Siyasetçiler ve partiler de bu tüketim mantığı uyarınca davranır. “Sunmak” zorundadırlar. Böylelikle de tüketici olarak seçmeni tatmin etmesi gereken tedarikçiler durumuna düşerler.”[2] Bu aslında neoliberal ideolojinin hem avantajı hem de dezavantajıdır.

Neoliberal iktidar biçimleri toplum ve bireye çok yönlü saldırılarıyla bireyin arzularını, ufkunu, düşünce, davranış ve yaşam tarzını belirler, giderek daha incelikli sömürü biçimleriyle makro ve mikro ölçeklerde kültürel hegemonya kurarak yaşamın tüm alanlarında toplumsallaşır, bireyi sömürünün nesnesi haline getirir.  Temsili demokrasinin bile sınırlarına gelindiği şimdiki zamanın içinde, o sınırı da aşındırarak toplumsal alanı bir seyirci demokrasisine[3] dönüştürüverir. Ortak yaşam tahayyülünün tüm zeminlerini tarumar ederek toplumsal olanı tahrip edip, bireyi gösteri dünyasının içinde daha görünürmüş gibi sunup görünmezleştirilen gizli özne konumuna getirir.

Bireyin tarihteki rolü nedir?

Peki ama o siyasal-toplumsal alanın içerisindeki birey tüm bunlar olup biterken durağan bir nesneden mi ibarettir, tarihin akışı bireyden azade mi şekillenir?  Akış yukarıda bir yerlerde kararlar verilip uygulanan bir olgu mudur ve birey o akışın edilgen öznesi olarak oluşa tabi olan mıdır? Birey tarih yapılırken onu seyreden midir? Bireyin tarihteki rolü nedir?

Plehanov, Bireyin Tarihteki Rolü Üzerine çalışmasında,  bu soruyu sorar ve tartıştırır. Bismarck’ın kimi görüşlerini aktararak, burjuva ideolojisinin mantığının bireyin tarihe müdahale edemeyeceği, sadece onun seyrine ayak uydurabileceğine dair fikirleriyle polemik kurar ve sorar: “Bismarck, tarihi yapamayacağımızı, o yapılırken beklememiz gerektiğini söylemiştir. O halde tarihi kim yapmaktadır?” Tam da zamanın şimdisinde burjuva ideolojisinin neoliberal iktidar biçimleriyle değişen dönüşen dünya ve ülke çehresinde peşine düşülmesi gereken bir soru. Bu sorunun peşine düşmeden, tarihteki rolümüzü keşfe çıkmadan, yola koyulmadan varoluşumuzu gerçekleştirmemiz zaten mümkün mü?

Gelmekte olan kendisini defalarca farklı biçimlerde gösterdi, göstermeye de devam ediyor. Üzerinde konumladığımız bu zengin karmaşa zemininde, toplumsal-siyasal çelişkiler bir sol, sosyalist iradenin müdahalesiyle buluşmadığı için bireyin ve toplumun tarihe müdahalesi henüz akışı değiştirebilecek bir güce erişemiyor. Bu buluşma ötelendikçe toplumun arayışı bir kurtarıcı bekleme durağanlığına yahut toplumsal çürüme eğilimine terk ediliyor.

Marx Alman İdelojisi’nde “ancak (başkalarıyla) bir topluluk halindedir ki (her) birey yeteneklerini her yönde geliştirme imkânına kavuşur; yani kişisel özgürlük ancak topluluk içinde mümkündür” diyerek “toplumsal insanı” tanımlar. İnsan, toplumsal bir yaratıktır ve verili koşullar içinde, diyalektik bir toplumsal ilişkilenme, etkileşim içerisinde koşulları eğip bükebilen, tarihe müdahale edendir.

Faşizmin hızlanan adımları

Bugün, siyaset sahnesinde sağdan soldan yukarıdan aşağıdan her türlü olanağın önünün açıldığı kaotik bir zaman dilimini yaşıyoruz. Faşizmin hızlanan adımlarının ağır basıncının hissedildiği, sermaye ve iktidar pastasından pay alarak,  sistemin kimi yerlerini onarıp kimi yerlerini törpüleyerek verili olana devam etme yolundaki restorasyoncu güçlerin hamlelerini sıklaştırdığı ve ama politikleşmenin olanaklarının da açıldığı çatallanmış bir kavşaktayız. Bu kavşakta aynı anda birçok yol ayrımı, o yol ayrımlarında birden fazla olasılık devinim halinde, her adımın birbirini doğrusal olarak ya da tersinden iç içe geçmiş bir ilişkisellikte etkilediği, koşulların her zamankinden belki de çok daha fazla müdahaleye açık olduğu uzun erimli bir anın eşiğindeyiz.

Bu dönemi tüm karmaşıklığıyla birlikte kavramaya çalışmalı ve o karmaşıklığa hangi yol ve yöntemlerle müdahale edeceğimiz sorusunu öncelemeliyiz.

Gelmekte olan kendisini defalarca farklı biçimlerde gösterdi, göstermeye de devam ediyor. Üzerinde konumladığımız bu zengin karmaşa zemininde, toplumsal-siyasal çelişkiler bir sol, sosyalist iradenin müdahalesiyle buluşmadığı için bireyin ve toplumun tarihe müdahalesi henüz akışı değiştirebilecek bir güce erişemiyor. Bu buluşma ötelendikçe toplumun arayışı bir kurtarıcı bekleme durağanlığına yahut toplumsal çürüme eğilimine terk ediliyor. Ve ama o arayışın politik özneyle buluşması süreci de eskinin verili kodlarıyla sınırlandığı için kalıcı bir gerçeklik kazanamıyor. Böylesi bir buluşma ancak ortak mekanizmalar etrafında somut mücadelelere dayandığında bir güce dönüşecek ve etkili sonuçlar verecektir.

O yüzden gelinen aşamada, Türkiye solunun bir dönemi aşılmak zorunda. Bugünün devrimci mücadelesinin gereklilikleri, sosyalist solu bu aşma cesaretine çağırmakta. Böylesi bir aşma cesaretinden doğan yeni bir söyleme, eyleme ve davranma biçimine, yeni bir siyaset yapma tarzına, yeni bir dile ihtiyaç var.

“Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil”

Samuel Beckett’in o ünlü “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil” sözü devrimcilerin çok sık başvurduğu kıymetli sözlerden bir tanesidir. Kıymetine gölge düşürmeden, ifade etmek gerekir ki, bu söz sol cenahta çoğunlukla çilecilikle, fedacılıkla hatta daha da ötesinde arabesk bir yenilme kültürüyle özdeşleştirilir. “Vurulmakla bitmeyiz” ajitatifliği, “bozar mı sandın acılar” jargonuyla buluşarak, devrimci romantizmle bezeli, çileciliğe öykünme hali devrimcinin yaşam tarzı haline geliverir ve bu tarz solun giyimine, kuşamına, yürüyüşüne, konuşmasına, kelimelerine, diline, toplumsal-siyasal ilişkilenme biçimlerine, ufkuna, tahayyülüne de yansır. İşte tam da böylesi kritik ve tarihsel bir momentte, nasıl yenildiğimizin parlak ajitasyonlarını geride bırakıp, nasıl kazanacağımıza odaklanmanın elzem olduğu bir vakti yaşıyoruz.

Halkın arayışı ile sosyalist özneyi buluşturmak

Yerleşikleşmiş kabulleri yıkıp bu döneme özgü bir kurucu iradeyi, esnekliği ve kapsayıcılığı içerisinde barındıran, 21. yüzyılın dilini ve eylemini inşa etmeliyiz. Halkın kendi bağımsız çıkarları etrafında kendilik bilincini inşa ederek kendi hareketini yaratmak ve gündelik yaşamın en basit bir sorununu dahi politikleştirerek ilerlemek için sorumluluk almayı önümüze koymalıyız. Bu ancak bu dönemin özgünlükleri içerisinden çıkagelen sorumlu bir dil ve sorumlu bir siyaset yapma tarzıyla mümkün olacaktır. O sorumlu dil, “kahrolsun faşizm” “yaşasın sosyalizm” tarzındaki slogan solculuğunu aşarak, halkın sözcülüğünü yapacak bir politik öznenin dili, üslubu ve ilişkilenme biçimidir. Türkiye sosyalist hareketinin tarihi, gerek pratik gerekse de teorik birikimi, geçmişi içerip aşacak, yeni dönemin gereklerini güncelleştirerek önemli bir dönüşümü gerçekleştirecek yaratma potansiyeline sahip. Sosyalist sol bugün çeşitli biçimlerde de olsa henüz boşlukta salınan bir muhalefet odağının ihtiyacını duyumsuyor. Halk ise uzun erimli olağanüstülük ikliminin içerisinde öznenin arayışını sürdürüyor. Halkın arayışı ile sosyalist özneyi buluşturmak için dönemin keşifçi, yaratıcı, kurucu kimliğini buluşturmalıyız. Zira tarihin akışına müdahale önce kendine müdahale ile mümkün olacaktır.

[1] http://imdatfreni.org/enzo-traverso-utopyasiz-bir-simdicilikten-kurtulmak-icin-hafizaya-ihtiyac-var/

[2] Byung-Chul Han, Psikopolitika, Metis Yay.

[3] Age.

PERİHAN KOCA 

[email protected]

Editör: TE Bilisim