Kapitalist sistemde yüksek tabakadakiler işçilere, efendilerin kölelere verdikleri değerden fazlasını vermiyorlardı. İşçi çalışkan ve dikkatli olmalıydı, kendisini düşünmemeliydi, sadece efendisine bağlılık ve sadakat borçluydu, onlara düşünmeleri değil hareket etmeleri öğretilmişti.

Kendilerini afacan ya da aptal çocuklardan daha iyi idare edemiyorlardı, uzun vadede neyin "kendilerinin çıkarlarına" daha uygun düşeceğini görmek bir yana, onlara neyin doğru neyin yanlış, neyin yararlı neyin zararlı olduğunu da anlatmak gerekiyordu. Onlar elden geçirilecek ve doğru şekil verilecek ham insani maddeden başka bir şey değildiler; en azından uzun bir süre sosyal değişimden zarar göreceklerdi. İnsan topluluğunun devam etmekte olan rasyonel revizyonunun özneleri değil nesneleri olarak kalacaklardı.

Adım adım reddedilen değer yargıları arasında belirgin şekilde göze çarpanlar acıma, merhamet ve sorumluluk ilkeleriydi. Azimli olamayacak kadar güçsüz kurbanlara acımak, değişimin hızını kesenlere merhamet duymak ve ilerlemeyi durduran ya da yavaşlatan bir şey ahlaki olamazdı. Diğer yandan doğanın kesin fethine yarayan her şey iyiydi ve "en nihayetinde" ahlaki açıdan olumluydu, "uzun vadede" insanoğlunun ilerleyişine hizmet ediyordu.

Bu yazımızın konusu;

En Alttakiler, kitabı olacak

21 Ekim 1985 yılında yayınlanan En Alttakiler araştırmacı gazeteci, yazar Günter Wallraff'ın 1980'li yılların başlarında, Federal Almanya'daki insan hakları ihlalleri ve yabancı düşmanlığını anlatan, uluslararası bir başarı elde etmiş eseridir. Yazar Günter Wallraff, Levent Ali Sinirlioğlu isimli bir Türk işçisi olarak iki yılda neler yaşadığını sade bir üslup ile okuyucuya aktarmıştır.

“Bir Alman olarak bir Türk işçisinin duyduklarını, yaşadıklarını hiçbir zaman tam anlamıyla kavrayamayacağımı biliyordum. Başıma peruk geçirmem, lens takmam, onların arasına karışmam, buna benzer dış etkenler bunu pek değiştirmeyecekti. Yurtlarından koparılmış olmalarının yanı sıra işgüçlerini sattıkları, sağlıklarını yitirdikleri bir ülke toplumunun onları dışlamasının ezikliğini, kimse onlar gibi duyamaz! Benim yapabileceğim, olsa olsa, onların içinde bulunduğu konuma bir yaklaşma denemesi olabilirdi.”

“Türk işçileri dişlileri arasına alan sömürü çarkını görmezlikten gelen çok 'etkili ve bilgili' kişiler olduğunu bildiğim için, yaşadıklarımı aynı zamanda belgelemem gerekiyordu. Yiyecek çantama yerleştirdiğim gizli video kamerasıyla, fotoğraf ve ses kayıtlarıyla elden geldiğince çok ayrıntıyı saptamak zorundaydım.”

“Bir de bu ağır çalışma koşulları, beni yıkıp geçmemeliydi. Yoksa gördüklerimi, yaşadıklarımı kamuoyuna aktarmama fırsat kalmazdı. Bu yüzden düzenli spor yapmaya başladım. İyi bir maraton koşucusu oldum. Projenin gerçekleşme aşamasına geldiğimde ciğerlerime yedi litre hava çekebiliyordum. Levent Ali olarak iki yıl çalıştıktan sonra kapasitem beş buçuk litreye düştü. Thyssen şirketinin zehirli tozlarından kaptığım bronşit, müzminleşmişti bile. Kısacası yoğun bir hazırlık döneminden geçtim; ama bir beş yıl daha hazırlansam da, bu toplumun en altında yaşamak zorunda bırakılanların durumunu, onlar gibi yaşamam söz konusu olmazdı.”

“Almanya'daki yabanca gençlerin hemen hemen yarısının ruhsal bozukluklar içinde olduklarını biliyordum. Kendilerine reva görülen uygulamaları artık kaldıramıyorlardı. İş bulabilmeleri olanaksızdı. Burada yetişmişlerdi; ülkelerine geri dönmeleri de bir çözüm oluşturmuyordu. Yurtsuz kalmışlardı. Yabancılar yasasında, siyasal sığınma konusunda tutum sertleşiyordu, yabancı düşmanlığı alabildiğine kendini belli ediyor, yabancılar daha çok 'getto'lara itiliyorlardı.”

“Almanya'da yaşayan Türk işçilerin Almancasını dikkatle dinlemiş

olan biri benim kötü bir taklit yaptığımı hemen fark edebilirdi. Ama anlaşılan, bu yabancı işçileri kimsenin öyle dikkatlice dinlediği yoktu! Oynadığım rol; çevresinde olan biten her şeyi kavrayamayan yabancı rolü, benim toplumdaki birçok olguyu daha iyi anlamamı sağladı. Kendisini becerikli, üstün, kalıcı ve adil sayan bir toplumun asıl yüzünü, onun dar görüşlülüğünü ve buz gibi soğuk yanlarını yaşadım. Bu toplumun gözünde bir budalaydım sanki: Gerçeklerin çarpıtılmadan suratına vurulabileceği bir budala.”

“Almanya'da yaşayan yabancılar, günlük yaşamdaki ırkçı tutuma, ayrımcılığa, horlanmaya nasıl katlanıyorlar; bunun sırrına hala ermiş değilim. Arna hiç değilse artık nelere katlanmak zorunda olduklarını biliyorum. Çünkü insanlara karşı saygısızlığın ülkemde ne kadar yaygın olduğunu yakından görebildim. Bizim demokrasi olarak adlandırdığımız bu sistemde bir ırk ayrımcılığı yaşanıyor. Gördüklerim, yaşadıklarım, düşünebildiklerimi kat kat aştı: Federal Almanya'nın göbeğinde, 19. yüzyılı anlatan tarih kitaplarında dile getirilen koşullarda yaşıyordum.”

“Seni Anadolu’dan ben mi çağırdım, evine dön. Bütün işleri doldurdunuz, sizin yüzünüzden biz Almanlar işsiz kaldık. Almanya’yı kirletiyorsunuz. Tembelsiniz, sarımsak kokuyorsunuz, beceriksiz ve ilkelsiniz, çocuk yapmaktan başka bir şey bilmiyorsunuz. Tıklım tıklım dolu bir otobüste sırf Türk olduğum için yanıma kimsenin oturmaması ne kadar acıydı. Fabrikanın tuvaletlerini temizlerken yüzüme karşı insan idrarı ve dışkısından daha kötü kokan şey, bir Türk’ün kokusu denmesine ses çıkaramamak ve daha niceleri…”

Günter Wallraff’ın mesajının sadece Almanlara yönelik olduğunu mu, düşünüyorsunuz?

Editör: TE Bilisim