İlkokuldayken televizyonlar henüz yeni yeni yayındaydı. Ve birçok insanın evinde televizyon yoktu. Belki bizim evimizde de olmazdı da babam çocuklarının başkalarının evine gidip gece film izlemesini istemiyordu. Hangi komşudalar acaba, komşular bu kalabalıkları laf eder mi diye düşünüyor olmalıydı. Bu konularda hayli hassastı. Bizi de bu yepyeni teknolojik aleti izlemekten alıkoyamıyordu. Aldı bir televizyon, çocuklarını “kapılardan” kurtardı.

İşte o güzel zamanlar Tatlı Cadı diye bir dizi var. Cuma günleri saat 17:00’da başlardı. Okulun tatile girdiği en rahat olduğumuz gün… Sokakta oynarken diziyi kaçırmak korkusuyla eve koşardım. Muhteşem duygular hissediyordum. Bir şeyi sadece burnunu oynatarak değiştirme gücü muhteşem bi şeydi. Cadı sözcüğünü ilk kez o zaman duymuştum. Hayatım boyunca da merak konusu oldu benim için. Bugüne kadar çekilmiş bütün cadı filmlerini izlemişimdir. Cadıların kötü olduğunu hiç düşünmedim.

Bilinçlendiğim dönemlerde cadıların gerçekte var olmadığını anladığım dönemlerde sözcüğün tarihine merak saldım. Batı kökenli bu sözcüğün aslında “günah keçisi” kavramıyla da çok yakın olduğunu fark ettim. İnsanlığın var olduğu ilk zamanlardan başlayarak bu kavramın hangi dönemlerde ortaya çıktığını araştırdım. İnsanlık ne zaman komün yaşamaktan sınırların çizildiği, mülkiyetin ortaya çıktığı tarım toplumuna geçmiş; ne zaman geniş kitleleri askeri güçle idare etmeye başlayan krallar-rahipler peyda olmuş işte o zaman günah keçisi ve cadı kavramları da tarih sahnesinde yerini almış.

Yani demem o ki ticari alışverişin başlangıcı, üretilenin depolanıp satılmaya başlandığı dönem tüm kötülüklerin de başlangıcı olmuş. Çünkü ürün tek elde toplanmaya, yukarıdaki yönetici üretileni alttakine kendi isteğince dağıtmaya başladığında toplulukları idare etme yöntemleri çeşitlenmiş. İhtiyaca uygun mal takası yerini parayla satın alınabilir zenginliklere ve konfora terk etmiş. Bu zenginliğin, konforun sağlanması tabii ki birilerinin omuzlarına yüklenmiş. Kim daha kötü, kim daha güçlü, kim daha entrikacıysa para onda, yönetim onda, güç onda kalmış. Aslında ezen ve ezilen ilişkisinin en basit-sade anlatımı bu…

Kral olmak, rahip olmak, padişah olmak öyle kolay değil. Gücü uzun süreli elinde tutmak kolay değil! Nasıl olduysa önce köle tarım işçileri bir şekilde başlarında bir kral olması gerektiğini kabul etmişler. Kabile reislerinden farklı bir şey tabii krallık… Kabile reisleri kabile üyeleriyle aynı koşullarda yaşarken tek farkları daha akıllı ve doğanın tehlikelerine karşı daha savaşçı olmalarıyken, krallar topluluk üyelerinden farklı daha güvenli, yüksek yerlerde yaşamaya başlamışlar. Kendilerini korumak için askerlere ihtiyaç duymuşlar! Aslında bu askerlerin kendilerini değil tarım ürünlerini koruduğunu iddia ederken tarım kölelerinden itiraz eden olmuş mu bilmiyorum ama itiraz eden olduysa da kralın askerleri tarafından öldürüldüğü kesin… Büyük ihtimal ilk yaratılan “dış güçler” hikayesi, burada başlamış. Ben olmazsam ürettiklerinizi birileri çalar, aç kalırsınız, o nedenle kralınız olarak askerlerimle sizi koruyorum… Daha önce biz kabileler halinde yaşarken kimse bizden bir şey çalmıyordu diye soran olmuş mu bilmiyorum ama soran olduysa da kellesi gitmiştir diye düşünüyorum. Gerçek hırsızın yukarıda olduğunu düşünen de olmuştur mutlaka!

Çok sorunun sorulması gereken bu süreçte kölelerin soru düşünmekten çok, saatlerce çalışması ve kralına şükran duyması gerekmiştir mutlaka! Bunu kim yapacaktır? Kralın yanında ona tam destek sunarak zenginlikten, güçten pay alacak olan kimdir? Kuşkusuz bu, kitleleri en fazla korkutacak kişi olmalıdır. Onları tanrıların gazabından koruyacak, tanrıların gazabını da çağırabilecek biri… Sümerlerden itibaren bu işi tabii ki din adamları, rahipler yapacaktır. Ziggurat denilen binaların en üst katının hem rasathane hem de tarım ürünlerinin defterlerinin tutulduğu yer olduğunu biliyor muydunuz? Ve bu işleri yapan yani defter kayıtlarını tutanın rahipler olduğunu… Ve Zigguratların birer tapınak olduğunu… Bunları bilen üretim ve din ilişkisini kolayca bilebilir. Üretim-din-yöneten ilişkisini de…

Hoca cadılardan günah keçilerinden buraya nasıl geldin diyorsunuz. Deyin tabii… Soru sormak iyidir. Sizi iyi ya da kötü bir cevaba götürür. Bu pek “müstesna” krallar ve rahipler bunca soru soran, ezilen, zenginlikten pay alamayan geniş toplulukları nasıl yönetecektir? Bir kısım azınlıkla zenginliğini paylaşarak onları yanına çekecek, bu azınlığa devlet erkanı diyecek; bir kısmına sarayda yer vererek, onlara da sarayın muhafızı diyecek; bir kısmına susarsan ve bu sistemi yürütürsen sana da serbest ticaret hakkı tanıyacağım diyecek ve bunlar da tüccarlar olacak; geri kalana da halk diyecek, halk da çalışmak ve üretmekten, hayatta kalmaktan başka bir şey istemeyecek… Çünkü kral onları “koruyacak” ve hayatta kalacak kadar yaşamlarını idare etmelerini sağlayacaktır! Hepsine zenginlikten pay veremez çünkü o zaman zenginlik olmaz. Gücünü paylaşamaz çünkü güç paylaşılırsa güç olmaz… Tarih boyunca bu paylaşıma itiraz edenler çok olmuştur tabii. Ama aynı tabilikle “başları ezilmiştir” muhakkak. Bu itiraz edenleri azaltmanın, toplulukların bu itiraz edenleri dinlemelerini engellemenin bir yolu yok mudur? Bu halk kitleleri sessiz sedasız itirazsız köleliğe nasıl devam etmelidir? Bildiniz! Korku… Dış güçlerden, hırsızlardan, katillerden, kötülüklerden sizi “koruması” için krala ve din adamlarına inanmanız, güvenmeniz gerekir! Yoksa tanrının gazabından korunamazsınız…

Tek hedefleri var; kaos ve korku

Bu sistem ne zaman işlemez olur, ne zaman üretim azalır, ne zaman kıtlık başlar, ne zaman kriz yaşanır, ne zaman kitleler açlıktan, yoksulluktan şikayet eder, kral ve rahip kafa kafaya verir ve bir günah keçisi bulurlar. Tanrıyı kızdıracak büyük günahlar işlenmiştir, zina yapılmıştır, yeterince dua edilmemiştir, şeytanla işbirliği yapanlar vardır. Önceleri gerçekten her kötülük bir keçiye yüklenip keçi cezalandırılıp krallar aklanırken, insanlığın daha fazla düşünce üretir hale geldiği süreçlerde yani bir keçinin yetmediği dönemlerde bu günah keçisi insanlardan seçilir olmuş. İşte bu, bu var ya kıtlığın sebebi bu denilir olmuş ve o kişi idam edilmiş. Kral aklanmış. Bu kadın bir cadı… Cadılar şeytanla işbirliği yaparak dünyaya kötülük yayıyorlar. Onları yakarsak, ortadan kaldırırsak şehrimiz huzura kavuşacak… Bilin bakalım bu işi kimler üsteleniyor? Bildiniz. Rahipler… Tek hedefleri var; kaos ve korku yaratarak açlığın yoksulluğun, krizlerin üstünü örtmek…

Orta Çağ boyunca Avrupa’yı kasıp kavuran kıtlık, yoksulluk, veba salgınları ve sistemin alt üst oluşu cadı avı sayesinde sorumluların, zenginlerin, kralların, halkı sömüren kilisenin suçlanmasını perdelemiş; halk birbirini cadı olarak ihbar eder, korkuyla birbirlerinin yakılmasını izler hale getirilmiştir. İtiraz eden, onlar cadı değil diyen herkes aynı akıbete uğrayarak yakılmıştır. Çünkü egemenin askerleri vardır ve egemen cadılar var diyorsa vardır. Cadı avı ne zaman sönümlenmiştir biliyor musunuz? Avrupalılar coğrafi keşiflerle yeni kıtalardaki yeraltı ve yer üstü kaynaklarını ülkelerine taşımaya başladığında… Çünkü o zaman ticaret canlanmış, yoksulluk görece azalmaya başlamış, artık krallar ve kilise cadı avına ihtiyaç duymaz hale gelmiştir. Çünkü ekonomik kriz çözülünce kitleleri korkutmaya, kaos içinde hayatta kalmak için birbirlerini ihbar etmelerine, ihtiyaç kalmamıştır.

Sizce cadı avı ya da günah keçisi meselesi tamamen ortadan kalkmış mıdır? Asla! Nasıl krallar, şahlar, padişahlar isimleri değişip hala halkı ezen egemenler olarak yaşamlarını sürdürüyorlarsa; sistem hala egemen-din adamı- muhafızlar-tüccarlar bir yana; üreten ve hayatta kalmaya çalışan modern köleler bir yana şeklinde kendisini devam ettiriyorsa günah keçileri ve cadı avı da ismi değişerek devam ediyor.

Bugünün günah keçisi terörizm! Ekonomik kriz derinleştiğinde Amerika ikiz kuleleri patlatıyor Afganistan’a giriyor ve orada cadı avına başlıyor mesela. Saddam’a Irak’ta tüm kötülükleri yaptırıyor, sonra Saddam günah keçisi ilan ediliyor, Irak’a giriyor ve vatanını savunan Iraklıları cadı ilan ederek cadı avına başlıyor. Benzer işler… Libya’da Kaddafi vs. Kendi yarattığı, süsleyip, boyadığı günah keçilerini halklara hedef gösterip bunun üzerinden cadı avına başlıyor.

Bizim ülkemizde günah keçisi daha fazla…

Kürtler her dönemin günah keçisi ve cadıları… Ülkesini seven, soran sorgulayan, daha güzel bir dünya mümkün diyen herkes günah keçisi ilan ettikleri bir örgütün üyesi ilan ediliyor ve cadı avı başlıyor. Aleviler, Ermeniler, Rumlar dönem dönem ekonomik-siyasi kriz baş gösterdiğinde bu ülkenin cadıları oluyorlar. Ve en korkuncu cadı olmakla suçlanmamak, bu avın bir cadısı olmak istemeyenler de bu dönemin ihbarcısı, infazcısı oluyor.

Son dönemin en “gözde” cadıları KHK’lılar… Hepsi terörist! Haliyle KHK ile ihraç edilmek istemeyenler, işlerinden olmak istemeyenler, bu avın cadısı olmak istemeyenler ya sessizce “cadıların” yakılmasını izliyor ya da avcıya yaranmak için ihbarcılık yapıyor.

Aslında cadı olmak iyi bir şey ama avcıların yöntemleri kötü… Orta Çağ’da cadılar genellikle neşeli, dans eden, şakacı, zeki ve güzel kadınlar oluyor. Büyük ihtimal soyluların, papazların gözüne kestirdiği fakat elde edemedikleri güzel kadınlar cadılıkla suçlanıp hedef gösteriliyor. Bilim insanları, filozoflar, düşünen, sorgulayan, gerçekleri ifade eden herkes cadı ilan edilebiliyor. Sonradan bu cadı avı yaygınlaşınca birbiriyle kavga eden komşular, birbirini çekemeyen akrabalar, bakmaktan bıktıkları yaşlıların ölmesini isteyenler bu ava dahil oluyor. Yani kimin kime düşmanlığı varsa cadı diyerek intikam alabiliyor.

Bu anlamda KHK’lıların işi zor. İktidar yarattığı korku ortamıyla ekonomik krizin, yoksulluğun, yolsuzluğun üstünü örterken toplumda onarılmaz yaralar açıyor, insani değerleri alt üst ediyor. Burada Orta Çağ’da cadı avcılarının cadı teşhisindeki bir yöntemini anlatmalıyım. Birinin cadı olup olmadığını anlamak için cadıyı suya atıyorlar. Eğer suya atılan suyun üstünde kalırsa kesinlikle cadıdır. Boğulursa masum olduğu anlaşılır. Ne “güzel” yöntem değil mi? Ne yaparsanız yapın ya yakılarak öldürüleceksiniz ya da boğularak öleceksiniz. Vahşetin akıl tutulmasının boyutları korkunç… Bugün KHK ile ihraç edilenlere de aynı yöntem uygulanıyor. Eğer yaşama beceriniz isteğiniz varsa çabalayıp boğulmazsanız kesin cadısınız ve sudan çıkarılıp yakılacaksınız; yok boğulursanız yani gözaltında kalp krizi geçirip Gökhan Açıkkollu öğretmen gibi ölürseniz göreve iade edilecek, masum ilan edileceksiniz. Bugün öldükten sonra göreve iade edilmeyen KHK’lı var mı? Ölmezseniz cadısınız, yandınız; ölürseniz masum…

Direnenlerle birlikte çok şey değiştirdiğime de inanıyorum.

Bugün 29 Ekim… Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun. Hoca, buradan 29 Ekim’e nasıl atladın diyorsunuz. Demeyin! Var bir sebebi deyin. Ben de 29 Ekim 2016’da okuldaki cumhuriyet bayramı töreninden eve döndükten sonraki akşam yemeğindeyken KHK ile ihraç edildiğimi ava konu bir cadı olduğumu öğrendim. O gün çocukluğumda izlediğim tatlı cadı olmak istediğime karar vermiş olmalıyım. Belki burnumu oynatarak değil ama direnerek bir şeyleri değiştirebileceğimi düşündüm. 4 buçuk yıl sokaklarda bilfiil suyun üstünde kaldım. Direnenlerle birlikte çok şey değiştirdiğime de inanıyorum.

Cadı olmaya devam ediyorum hala. Çok bedel ödedim. Defalarca odun ateşlerinde yakıldım. Yaralarım var ama hayattayım tabii. Direnmeye başka bir yerden devam ediyorum. Bu defa da o çok korktukları şeyi deniyorum; Yazılarımla düşüncelere soru işareti takmayı, neden diye sordurmayı, bilimi… Çünkü başımıza ne geliyorsa bilmemekten geliyor!

Hala cadı mıyım? Evet cadıyım! Tüm KHK’lılar cadı mı? Evet cadı. Madem cadıyız, “sihirli” güçlerimizi kullanmalıyız öyle değil mi?

Acun Karadağ

Editör: TE Bilisim