Grevler Savaş Okulu: İşçi Sınıfının Çağlar Boyu Süren Mücadelesi ve Türkiye'deki Zorlu Yükselişi
İşçi sınıfının tarihi, grevlerin sadece ekonomik taleplerin ötesinde, toplumsal dönüşümün ve sınıf bilincinin gelişmesinin temel araçlarından biri olduğunu gösteriyor. Antik Mısır’dan günümüze dek uzanan bu mücadele, modern kapitalizmin acımasız koşullarında dahi işçilerin kendi kaderlerini tayin etme iradesinin en güçlü ifadesi olmuştur. Ancak Türkiye’de grev hakkı, tarih boyunca çeşitli yasaklar ve engellemelerle karşılaşmış, neoliberal dönemde ise fiilen ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Tüm bu baskılara rağmen, işçi sınıfı kendi kurallarını yeniden yazmaya devam etmektedir.
Grevler: İşçi Sınıfının "Savaş Okulu" ve Tarihin Tanıklığı
Karl Marx ve Friedrich Engels'in deyişiyle grevler, işçi sınıfının "kurtuluş mücadelesinde gerekli bir silah" ve bir "savaş okulu"dur. Grevler aracılığıyla işçiler, kolektif eylemin, sınıf dayanışmasının ve ortak karar almanın önemini kavramış, devletin kolluk güçleriyle karşılaştıkça "kimin devleti?" sorusuyla yüzleşmişlerdir. Başarılı olup olmamasından bağımsız olarak, grevler işçi sınıfının kendi kolektif belleğini ve deneyim dağarcığını oluşturduğu birer okul işlevi görür.
Tarihteki ilk grev kaydı M.Ö. 1170 yılına, Antik Mısır'a dayanır. III. Ramses döneminde firavunun mezarını hazırlayan zanaatkârlar, tayınlarının gecikmesi üzerine iş bırakıp Krallar Vadisi yolunu kapatmışlardır. Bu ilk deneyimin başarısı, III. Ramses'in hükümdarlığı boyunca grevlerin devam etmesine ve çoğu zaman işçilerin taleplerinin karşılanmasıyla sonuçlanmasına yol açmıştır. Bilinen ilk "siyasal" grev ise Antik Roma'da İ.Ö. 5.-3. yüzyıllar arasında pleblerin haklarını genişletmek için başvurdukları toplu iş bırakma eylemleri (secessio plebis) olarak kaydedilmiştir. Bu eylemler, yasa yapma yetkisine sahip Plebler Meclisi'nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Ortaçağ boyunca Avrupa ve İslam dünyasında da emekçi sınıflar, özellikle kentli esnaf, zanaatkârlar ve köylülük, toplu iş bırakmaların eşlik ettiği ayaklanmalarla sınıf mücadelelerini sürdürmüştür.
Sanayi Devrimi ve Modern Proletaryanın Yükselişi
Sanayi Devrimi ile birlikte işçi sınıfının oluşumu sancılı bir süreç olmuştur. İşçi ile makinenin ilk karşılaşması düşmancadır; makinenin işsizliğe yol açacağı kaygısı, Avrupa ve Osmanlı İmparatorluğu'nda makine kırıcılığı (Ludizm) eylemlerine yol açmıştır. Özellikle 1810'lu yıllarda İngiltere'de şiddetlenen bu hareketler, "Kral Ludd" efsanesi etrafında örgütlenmiş, maskeli çeteler halinde makineleri kırmış, ancak devletin sert baskılarıyla karşılaşmıştır.
Marx ve Engels, işçi sınıfının gelişim sürecini "Komünist Manifesto"da şöyle açıklar: Proletarya başlangıçta tek tek işçiler veya fabrikalar tarafından, daha sonra bir bölgedeki aynı işkolundaki işçiler tarafından burjuvaziye karşı savaşır. İlk saldırılar doğrudan üretim araçlarına yönelir, makineler parçalanır, fabrikalar ateşe verilir. Ancak sanayinin gelişmesiyle proletarya hem sayıca çoğalır hem de daha büyük yığınlar halinde bir araya gelerek gücünün daha fazla ayırdına varır. Tek tek çatışmalar giderek iki sınıf arasındaki çatışmaya dönüşür ve işçiler ücretlerini korumak için birlikler oluşturmaya başlarlar. Bu savaşımın gerçek meyvesi, işçilerin gittikçe genişleyen birliğindedir. Zamanla işçiler, makine kırmanın anlamsızlığını fark ederek iş bırakma ve grev gibi daha etkin yöntemler geliştirmiş, sendikalar aracılığıyla örgütlenme gereğini duymuşlardır.
ABD ve İngiltere'de Grev Dalgaları: Uzun ve Zorlu Bir Mücadele
Kapitalist dünyanın grevler tarihi, işçilerin "kendinde sınıf"tan "kendisi için sınıf"a dönüşüm sürecini açıkça ortaya koyar. ABD'de ilk sanayi grevi 1824 yılında Pawtucket Tekstil Grevi olarak kaydedilmiş, 101 kadın dokumacı yüzde 25'lik ücret kesintisine karşı iş bırakmıştır. Bunu Philadelphia terzileri grevi (1827), New York kadın terziler grevi (1831), Boston gemi marangozları grevi (1832) ve Lowell Fabrika kızları grevi (1834) gibi pek çok eylem izlemiştir. Özellikle 1835'teki Philadelphia genel grevi, 10 saatlik işgünü mücadelesinde önemli bir köşe taşı olmuştur. Ancak patronlar, kolluk kuvvetlerini kullanarak, farklı etnik gruplardan işçileri birbirine kırdırarak ve grev kırıcıları kullanarak grevleri engellemeye çalışmıştır. 1850'de New York'ta grevci giyim işçilerine saldıran polis iki işçiyi öldürerek, ABD'deki ilk grev cinayetini işlemiştir. Buna rağmen 1881-1905 yılları arasında ABD'de 37.000 grev gerçekleşmiş, tekstil, madencilik, demiryolu, liman, fabrika işçileri gibi birçok sektörden işçi, sendikaların kuruluşunu tetiklemiştir.
Sanayi Devrimi'nin beşiği İngiltere'de de benzer bir durum yaşanmıştır. Chartist hareketin etkisiyle 1840'lı yıllarda grev dalgası yoğunlaşmıştır. 1870-79 yılları arasında ülkede 2.352 grev yapıldığı kaydedilmiştir. 1912'deki Ulusal Kömür Grevi, bir milyon maden işçisinin asgari ücret talebiyle genel greve gitmesiyle başlamış ve Kömür Madeni Asgari Ücret Yasası'nın kabulüyle sonuçlanmıştır. 1926 Genel Grevi'nde ise 1.5 milyon işçi ücret kesintileri ve çalışma koşullarını protesto eden kömür işçilerine destek vermek üzere iş bırakmış, ancak bu grev dokuz gün sonra sona ermiş ve 1927'de dayanışma grevleri ve işyeri önünde toplanma yasaklanmıştır.
Kıta Avrupası ve Rusya: Grevlerin Siyasal Dönüştürücü Gücü
Kıta Avrupası'nda grevler, 1830, 1848 ve 1871 devrimlerinin tamamlayıcı parçası haline gelerek işçilerin ekonomik taleplerinin ötesinde siyasal bir nitelik kazanmıştır. Özellikle 1848 Avrupa'sında gelişen kapitalist uygulamalara karşı ayaklanan işçiler ve köylüler, işçi devrimlerini başlatmıştır. Fransa'da devrimler sonucunda Chapelier Yasası kaldırılmış, işçi temsilcileri yasama organına dahil edilmiş, işsizler için ulusal atölyeler kurulmuştur. Ancak hükümetin bu önlemleri geri çekmesi, 100.000'den fazla Parisli işçinin katıldığı bir protestoya yol açmış, kanlı çatışmalarla sona ermiştir. Bu devrimler, liberalizmi ve sosyalizmi popülerleştirerek ve mutlak monarşi kavramını reddederek Avrupa hükümetinin gelecekteki seyrini etkilemiştir.
Bu durumun en çarpıcı örneği Rusya'da yaşanmıştır. Sanayileşmeye geç girmesine rağmen Çarlık Rusyası, kısa sürede devasa işçi grevleriyle yüzleşmek zorunda kalmıştır. 1895'ten itibaren tutulan istatistikler, grevlerin Çarlık işçi sınıfının giderek daha fazla benimsediği bir mücadele aracı haline geldiğini göstermektedir. Özellikle toplumsal mücadelelerin ve siyasal gerilimin yoğunlaştığı 1905-1907 döneminde grev ve grevci sayısında büyük bir patlama yaşanmıştır (1905'te 13.995 grevde 2.8 milyondan fazla işçi!). Benzer bir durum 1917 Şubat ve Ekim devrimlerine giden yolda da görülmüştür, grevler ve işçi-asker çatışmaları devrimin fitilini ateşlemiştir.
Osmanlı'dan Cumhuriyete Grevler ve İşçi Sınıfının Engelli Yolu
Osmanlı İmparatorluğu'nda sanayi geç girse de, geleneksel tezgâhların yerini fabrikalara bırakmasıyla birlikte işçi sınıfı sayıca artmaya başlamıştır. Sanayi öncesi dönemde de işçilerin "huzursuzluk çıkardığı", örneğin 1473'te Çinili Köşk inşaatında çalışan seramik işçilerinin, 1500'lerde cami inşaatında çalışan taş ustalarının ve 1587'de inşaat işçilerinin iş bırakma eylemlerinde bulunduğu bilinmektedir. Sanayi, Osmanlı coğrafyasına makine kırıcılığı eylemleriyle girmiştir; 1839 Plevne ve 1851 Samakov'da kadın işçilerin Luddist eylemleri, 1861'de Bursa'da bir fabrikanın halk tarafından yerle bir edilmesi yaşanmıştır.
Devletin grevlere karşı tutumu ise sert olmuştur. 1845 tarihli Polis Nizamnamesi, "işini bırakarak, greve gitmeyi amaçlayan işçilerin dernek ve toplulukları ile buna benzer kamu düzenini bozucu fitne, fesat derneklerini ortadan kaldırmak"ı polisin görevleri arasında saymıştır. Buna rağmen Tanzimat'tan II. Meşrutiyet'in ilanına kadar geçen dönemde 95 grev tespit edilmiştir. Bu grevler genellikle ücretlerin ödenmemesi, yetersiz ücretler, kötü çalışma koşulları gibi nedenlerle ortaya çıkmıştır. Tersane-i Âmire işçileri, Zonguldak maden işçileri, demiryolu işçileri, terziler ve tütün işçileri bu dönemdeki önemli grevci gruplar arasında yer almıştır. 1905 Kavala tütün işçileri grevi, bir işçi örgütü (Tütün İşçileri Saadet Cemiyeti) tarafından örgütlenen ilk grev olması açısından önemlidir.
II. Meşrutiyet'in ilanı (1908) ile birlikte "özgürlük söylemi" işçileri etkilemiş ve Osmanlı topraklarında bir "grev patlaması" yaşanmıştır: sadece 1908 yılında 143 grev kaydedilmiştir. Bu dönemde birçok yeni işçi örgütü kurulmuştur. Ancak bu durum, İttihat ve Terakki iktidarı için kabul edilebilir değildi. Hükümet, yabancı şirketlerin baskısıyla 1908'de "geçici kanun" olarak yayınladığı ve 1909'da yasalaştırdığı Ta'til-i Eşgal Kanunu ile grevleri kayıtlara bağlayarak neredeyse olanaksız hale getirmiştir. Bu yasa, kamu hizmeti veren işyerlerinde sendika kurulmasını yasaklamış, grev yapan veya kışkırtanlara hapis ve para cezaları öngörmüş, gerektiğinde askeri güç kullanılmasına izin vermiştir.
Cumhuriyet dönemine geçildiğinde de benzer bir baskıcı tutum devam etmiştir. 1923 İzmir İktisat Kongresi'nde işçilerin sendikalaşma, sekiz saatlik işgünü ve asgari ücret gibi talepleri kabul edilse de çoğu kâğıt üzerinde kalmıştır. 1925'te Şeyh Sait İsyanı gerekçesiyle çıkarılan Takrir-i Sükun Yasası, işçi hareketini ve solu uzun süreli bir suskunluğa mahkum etmiştir. Bu dönemde sadece CHP tarafından kurulan "amele birlikleri" ayakta kalabilmiştir. İttihat Terakki'nin Ta'til-i Eşgal Kanunu Cumhuriyet'in ilk on yılında yürürlükte kalmıştır. 1936'da yürürlüğe giren yeni İş Yasası ise grevleri tamamen yasaklamış, bu durum Ceza Kanunu ve Cemiyetler Kanunu ile de desteklenerek sınıf temelli sendikaların kurulması engellenmiştir.
Neoliberal Dönemde İşçi Sınıfının Yeniden Yükselişi ve Mevcut Durum
II. Dünya Savaşı sonrası "demokratik açılımlar" ile sosyalist partiler ve sendikalar yeniden canlansa da, CHP iktidarı 1946'da bu örgütleri kapatmış, 1947 Sendikalar Kanunu ile sendikaları bizzat yaratma yoluna gitmiştir. Bu sendikalar, "Devletle beraber, amme menfaati içinde zümrelerin menfaatlerini müdafaa eden hür sendika" olarak tanımlanmış, ancak "gayri siyasi", "gayri beynelmilelci" ve "milli karakterli" olması emredilmiştir. Bu yaklaşımla, Türkiye'de kendine özgü, daha çok sosyal yardımlaşma derneklerine benzeyen bir işçi örgütlenmesi geliştirilmiştir.
Ancak işçi sınıfı, bu "deli gömleğini" yırtıp atmak için 1960'lı ve 70'li yıllarda büyük mücadeleler vermiştir: 200 bin kişilik Saraçhane Mitingi (1961), Kavel Direnişi (1963), Kozlu Direnişi (1966), DİSK'in kurulmasına yol açan Paşabahçe grevi (1966), Singer işgali (1969) ve burjuva iktidarın DİSK'i devre dışı bırakmak üzere çıkardığı yasayı çöpe atan 15-16 Haziran direnişi (1970) bu mücadelenin önemli duraklarıdır.
1970'lerin sonunda kapitalizmin krize girmesiyle birlikte, emekçi sınıflara yönelik neoliberal küreselleşme adı altında topyekûn ve radikal bir saldırı başlatılmıştır. Sermaye hareketlerinin liberalleşmesiyle sermaye, işgücünün ucuz ve "uysal" olduğu Güney ülkelerine yönelmiş, işçi sınıfı ise "kolayca gözden çıkartılabilen, ikame edilebilen, 'itibarsız' bir sınıf"a dönüştürülmüştür. Özelleştirmeler, deregülasyon, taşeronlaşma ve iş güvencesinin ortadan kaldırılmasıyla sınıfın gücü büyük ölçüde kırılmış, işsizlik korkusuyla terbiye edilen işçiler örgütsüzleştirilmiştir.
Bugün Türkiye'de durum vahimdir: Toplam işçi sayısı 16.8 milyon iken, sendikalı işçi sayısı sadece 2.5 milyondur; sendikalaşma oranı yüzde 14.97'lerde kalmıştır. Özel sektörde bu oran yüzde 7, toplu iş sözleşmesi kapsamı ise yüzde 5-6 civarındadır. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu'nun (ITUC) raporuna göre Türkiye, sendikal haklar açısından dünyanın en kötü 10 ülkesi arasındadır.
Mevcut sorunlar şunları içermektedir:
- 12 Eylül darbesiyle getirilen sendikalaşma önündeki engeller hala sürmektedir. Patronlar sendikalaşan işçiyi işten atmakta, yargı kararları dahi bu durumu değiştirmemektedir.
- Sendikacıların tutuklandığı ve ev hapsine tabi tutulduğu bir ülkedir Türkiye; DİSK ve Eğitim Sen gibi sendikaların yöneticileri bu duruma maruz kalmıştır.
- Grev hakkı, "grev erteleme" adı altında fiilen yok edilmiştir. AKP hükümetleri döneminde 21 grev erteleme kararnamesiyle onlarca grev "milli güvenlik" bahanesiyle yasaklanmış, 197 bine yakın işçinin grev hakkı engellenirken, bu dönemde sadece 90 bin civarında işçi grev hakkını kullanabilmiştir.
- Emekli aylıkları dibe vurmuş, asgari ücret yaygınlaşarak ortalama ücret haline gelmiş, kıdem tazminatı oranı düşmüş ve gelir dağılımı bozulmuştur (Gini katsayısı OECD'de en kötü ikinci ülke).
- Türkiye, haftada 60 saat ve üzeri çalışanların oranının yüzde 21 olduğu, en uzun çalışma sürelerine sahip ülkeler arasında yer almaktadır.
- Taşeron işçi uygulaması yaygınlaşmış, zorunlu arabuluculuk işçi haklarını yok etmiş, işsizlik sigortası fonu patron destek fonuna dönüşmüş, esnek çalışma yaygınlaşmış ve iş cinayetleri katlanmıştır.
- Kadınların istihdama katılımı konusunda Türkiye OECD sonuncusudur (yüzde 32 civarında).
Tüm bu olumsuzluklara, sendikaların "finans sendikacılığına" yönelmesi ve yeni işçi kesimlerini (genç, kadın, göçmen, taşeron) örgütlemekten imtina etmesi gibi içsel sorunlara rağmen, işçi sınıfı mücadelesi devam etmektedir. Son yıllarda Türkiye'de grev sayıları ve yoğunluğu düşüş kaydetse de, 2022 yılında 197 grev yaşanarak bir rekor kırılmıştır. Dahası, bu grevlerin yüzde 58'i herhangi bir sendikanın öncülüğü olmaksızın işçiler tarafından örgütlenmiştir. Yetkili sendikaların örgütlediği grev oranı sadece yüzde 18 iken, resmi grevler tüm grevlerin yalnızca yüzde 9'unu oluşturmuştur.
Bu durum, işçi sınıfının dayatılan "deli gömleğini parçalayıp atma iradesini" her yerde ve defalarca gösterdiğini ortaya koymaktadır. Neoliberal kapitalizme karşı kendi kurallarını yeniden yazan işçiler, tarihin akışını şekillendirmeye devam etmektedir.
(GREV, İŞÇİ SINIFININ “SAVAŞ OKULU”DUR… -SİBEL ÖZBUDUN'UN MAKALESİNDEN YARARLANILMIŞTIR)