Lozan'ın Derinlikleri: Söyleşi (I. Bölüm)
Geçtiğimiz hafta 23 Temmuz 2025 Lozan Barış Antlaşması'nın 102. yıl dönümüydü. 100 yılı devirdik ne gizli maddeler ne de gizli petrol ve maden yatakları ortaya çıktı. Lozan ise geçerliliğini ve gündemdeki etkisini koruyor hâlâ... Nazım'ın: "Körler onları görmese de, yıldızlar vardır." dizesindeki gibi Lozan da onu reddedenlere inat varlığını ve geçerliliğini sürdürmeye devam edecektir.
Lozan'ı daha iyi anlamak amacıyla Emekli Dr. Öğretim Üyesi-Tarihçi İbrahim İslam ile görüştük. Kendisi Düziçi Öğretmen Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yakın Çağ Tarihi Anabilim Dalı'nda lisans eğitimini tamamladı. Yüksek lisans ve doktora eğitimlerinin ardından Dicle Üniversitesi'nde okutman, Harran Üniversitesi'nde ise öğretim üyesi olarak görev yaptı. Harran Üniversitesi'nde Dekan Yardımcılığı, Tarih Bölümü Başkanlığı, Atatürk İlkeleri Bölüm Başkanlığı ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdür Yardımcılığı görevini yürüttü. En son olarak Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde hukuk eğitimi aldı. Şu anda Adana'da avukat ve arabulucu olarak mesleki hayatına devam etmektedir.
2 bölümden oluşan Lozan üzerine söyleşimizin ilk bölümü:
Sayın İbrahim İslam, öncelikle hoş geldiniz. Lozan üzerine yapacağımız bu keyifli sohbet için sabırsızlanıyorum.
Öncelikle Türkiye'nin yabancı sermayeyle olan ilişkisini özetleyerek başlamak istiyorum. Bu uzun soluklu ve karmaşık ilişkiyi anlamak, Lozan Antlaşması'nın önemini de daha iyi kavramamızı sağlayacaktır. Türkiye'nin yabancı sermayeyle ilişkisini özetleyecek olursak, kapitülasyonları başlangıç noktası olarak alabiliriz. Osmanlı döneminde, 1838'de imzalanan İngiltere ile Ticaret Antlaşması sonucunda yabancı sermaye ülkeye tamamen girmeye başlıyor. Bunun ardından Lozan Antlaşması öncesinde İzmir İktisat Kongresi toplanıyor. Bu kongrede, kapitülasyonların kesinlikle kabul edilemeyeceği net bir şekilde dile getirilirken, yabancı sermayeden de tamamen uzak durulmayacağı mesajı veriliyor. Hemen arkasından Lozan Antlaşması geliyor. Lozan'dan sonra ise, 1963'teki Ankara Antlaşması ile Ortak Pazar süreci başlatılıyor ve bu antlaşma ile yabancı sermayenin önü yeniden açılıyor.
İbrahim İslam, Evet, haklısınız. Bahsettiğiniz gibi bir süreç var, ancak kapitülasyonlar ile mücadele aslında bunun biraz daha öncesi bulunuyor. İttihatçılar, özellikle 1912 ve 1914 yılları arasında kapitülasyonların kaldırılması için iki kez girişimde bulunuyorlar. Hatta bu, bir İttihatçı teorisi olarak da biliniyor. O dönemde, tek taraflı olarak kapitülasyonların 'ilga edildiğini' yani kaldırıldığını dünyaya ilan etti. Ancak maalesef, siyasi güçleri yeterli değil ve bu girişim, Birinci Dünya Savaşı'nın getirdiği karmaşa ve kargaşa içinde kaybolup gidiyor. Ayrıca Yerli Malı Haftası etkinliklerini de düzenledi İttihat Terakki. Yerli Malı Haftası günümüze kadar ulaşmıştır. Bu süreci daha iyi anlamak için dilerseniz biraz daha geriye gidelim. Öncelikle 1838'deki ticaret antlaşmasının adı Baltalimanı Antlaşması. Ardından, 1854-1856 Kırım Savaşı ve beraberindeki Osmanlı'nın ilk dış borçlanması çok önemli bir dönüm noktasıdır. 1856'da borçlanma başlayınca, sadece yirmi yıl sonra, yani 1874'e gelindiğinde, Osmanlı Devleti borçlarını ödeyemez hale geliyor. Çünkü borcu sürekli yeni borçlarla kapatmaya çalışıyor ve bu da borç yükünün giderek yükselmesine neden oluyor.
Hilal Bal, Bu borçlanmanın sebebi kapitülasyonlardan kaynaklı ve antlaşmalardan kaynaklı yerli üretim ve ticaretin sekteye uğraması ve kaynakların fütursuzca yabancı sermaye tarafından kullanılması diyebilir miyiz?
İbrahim İslam, Bu durumu şöyle daha geniş bir çerçevede ele alabiliriz: Aslında Osmanlı'nın toplam üretimi Orta Çağ seviyesindeydi. Osmanlı Devleti'nin kendine özgü bir örgütlenme biçimi vardı; ancak bu örgütlenme, hem ekonomik açıdan hem de eğitim ve ulaşım gibi diğer alanlarda modern dünyanın gereksinimleri için yetersiz kalıyordu. Genel anlayışları da ne yazık ki bu şekildeydi.
Coğrafi Keşiflerle birlikte de Avrupa'da bir güçlenme yaşanıyordu, bu doğru. Ama asıl yükseliş sanki kendini dışarıya kapatabilmiş, kendi iç dinamikleriyle var olabilmiş ülke modellerinde ortaya çıktı. Özellikle Fransız İhtilali ile gelen milliyetçilik akımıyla birlikte (o dönemdeki milliyetçilik akımını kastediyorum) kendini dış pazardan koruyabilmiş mesela Japonya başarılı oldu. Osmanlı Devleti ise sanki dış baskılara karşı başarılı olamamış gibi görünüyor.
İbrahim İslam, Japonya bir ada devleti ve Japonya'ya hiç yabancı girmemiş.
Hilal Bal, Evet, Japonya o dönemde ciddi anlamda kendi sınırlarını korumuştu. Özellikle Avrupa gemilerini, İngiliz gemilerini ülkelerine yaklaştırmamışlar, içeriye kimseyi almamışlar hatta yaklaşan gemileri de yakmışlar.
İbrahim İslam, Evet, doğru. Japonya sadece Amerika ile deniz kazalarında yaralılara yardım etmeye yönelik bir antlaşma imzalamış. Bunun dışında hiçbir ülkenin antlaşmasını kabul etmemiş ve yabancı gemilere izin vermemişler. Osmanlı Devleti'nin şartları çok farklıydı. Ülke içinde Hıristiyan, Rum vs tebaa vardı ve Batı ile sürekli temas halindeydi. Lale Devri'ne hatta daha önceki dönemlere baktığınızda, Osmanlı'nın Japonya gibi izole bir yapıda olmadığını görürsünüz; daha evrensel bir devlet.
Zaten Osmanlı Devleti'nin tam anlamıyla bir Batı devleti olarak kabul edilmesi, 1856 Paris Antlaşmasıdır. Bu antlaşma, Kırım Savaşı'nın sonunda borçlarımızın sayılması ve Osmanlı'nın resmen bir Avrupa devleti olarak tanınmasıyla sonuçlanıyor.
Hilal Bal, Bu antlaşmalarla ilgili dikkatimi çeken şey şu: 1838'deki Baltalimanı Ticaret Antlaşması ile 1963 Ankara Antlaşması'nın ortak bir noktası var gibi görünüyor. Her iki antlaşma da "Türkiye'nin ekonomik kalkınmasını sağlamak" gibi benzer bir amacı gerekçelendiriyor ama sanki tam olarak öyle olmuyor.
İbrahim İslam, Şöyle diyelim: Örneğin, 1535'te Fransızlara verilen kapitülasyonlar, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Batı bloğunu bölmek ve Fransa'yı kendi yanına çekmek amacıyla verildi. Burada kötü bir amaç yoktu; tamamen siyasi ve stratejik bir hamleydi.
Ancak 1838 Baltalimanı Serbest Ticaret Antlaşması'nda durum çok farklıydı. Bu antlaşmaya şöyle bir madde koyuluyor: İki ülkenin de tüccarları, gümrüksüz ve vergilendirilmeden karşılıklı olarak birbirine gitsinler gelsinler ve ticaret yapsınlar. Kâğıt üzerinde eşit gibi görünen bu durum, pratikte çok farklı işledi. İngilizler bunun %90'ını rahatlıkla yapabilirken, Osmanlı tüccarları geride kaldı. Peki, neden? Çünkü bunun arka planında büyük farklılıklar vardı. İngiltere'de ve Avrupa'da şirketleşme çok daha ilerlemişti; örneğin, 1680'lerde ilk sigorta şirketi Hollanda'da kurulmuştu. Deniz aşırı ticaretin gelişimi, Ümit Burnu'nun bulunması gibi faktörler, onlara büyük avantaj sağlamıştı. Osmanlı ise tüm bu gelişmelerden gerideyken, İngiltere ile bu konuda eşit şartlarda olamazdı.
Hilal Bal, Evet, tam da bu noktada akla İspanya geliyor: Coğrafi Keşiflerde İspanya yayılmasına rağmen elde ettiği o büyük sermayeyi üretime çeviremedi. Tam da bu yüzden, o kaynakları üretime dönüştürebilen İngiltere gibi ülkeler, İspanya'yı zamanla geride bıraktı.
İbrahim İslam, Kesinlikle doğru. Osmanlı'nın üretim sistemi, Coğrafi Keşifler ve Sanayi Devrimi'nin dışında kaldığı için çağın gerektirdiği sermayeyi, teknolojiyi ve örgütlenmeyi yakalayamadı. Bu da devleti geri kalmış bir konuma getirdi. Zaten 1856 Paris Antlaşması ile dış borç almaya başladılar. Ancak bu borçlar, sadece devletin temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetiyordu; üretime ve yatırıma dönüştürülemiyordu. Bu süreç, 1881'de Düyun-u Umumiye'nin kurulmasıyla zirveye ulaştı. Düyun-u Umumiye ile alacaklı devletler, Osmanlı Devleti'nin ne kadar borcu varsa, kendileri bir idare kurarak bu borçları yönetmeye başladılar. Bu idarenin her bir biriminde birer temsilci bulunuyordu. Ve en önemlisi, Osmanlı Devleti'nin bütün gelirleri -yani gümrük gelirleri, vergiler, vesaire- Osmanlı merkezî bütçesine girmeden doğrudan Düyun-u Umumiye'ye aktarılıyordu. Topladıkları vergileri ve diğer gelirleri de alacaklı şirketlere ve devletlere dağıtıyorlardı. Böylece, Osmanlı Devleti'nin gelirlerinin önemli bir kısmı fiilen bloke edilmiş oluyordu. İşte bu ve benzeri ayrıcalıklar, zaman içinde kapitülasyonlar şeklinde büyük bir sorun yumağı oluşturdu. Nitekim Lozan Antlaşması'nda çözümü en zor konulardan biri de kapitülasyonların kaldırılması meselesi haline geldi.
Hilal Bal, Bu ekonomik koşullara bağlı olarak dönemin siyasi koşulları nasıldı?
İbrahim İslam, Emperyalizmin ve sömürgeciliğin en yoğun, en yaygın uygulandığı dönemdi. Özellikle Osmanlı Devleti'ndeki gayrimüslimlerin haklarının korunması meselesi, yani azınlıkların durumu, Ermeni ve Doğu meseleleri gibi konular öne çıktı. Bu meseleler ile birlikte Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı gerçekleşti. Osmanlı Devleti bu savaşlarda yenilgiye uğradı ve Mondros Mütarekesi ile savaştan çekildi. Bunun devamında da San Remo Konferansı'nda Sevr Antlaşması imzalandı. Bir kısım büyük devletler, Osmanlı'nın tamamen çökmesini istemiyordu. Örneğin, İngiltere ve Fransa, Rusya'nın Balkanlardan Akdeniz'e inmesini engellemek amacıyla Osmanlı'nın varlığından faydalanmayı tercih ediyorlardı. Bu yüzden de Osmanlı'nın topyekûn bir çöküşe girmesini istemiyorlardı.
Hilal Bal, Yani şöyle mi: Ya benim çıkarlarım doğrultusunda kullanışlı bir enstrüman ol ya da yok ol!
İbrahim İslam, Evet, o zamanlar aynen öyleydi. Ancak şimdi, günümüzde, bu tür sorunların daha da şiddetlendiğini görüyoruz.
Hilal Bal, Peki, ülkede Sevr Antlaşması'na ve işgallere tepki nasıl oldu?
İbrahim İslamM, Sevr'in ön görüşmesi dahi TBMM'de reddedildi. Normalde Önce anlaşma imzalanıyor sonra meclise geliyor. Mecliste eğer onaylanırsa ancak kabul edilmiş sayılıyor.
Hilal Bal,O dönemde büyük güçler TBMM'yi tanımıyorlardı değil mi?
İbrahim İslam, Şöyle ki, Sevr Antlaşması aslında Meclis-i Mebusan'a gidecekti. Ama meclis kapatılınca, Ankara'da yeni bir meclis, yani TBMM açıldı. Süreç de buradan devam etti. Zaten işgallere karşı Anadolu'da hemen Kuvâ-yi Milliye hareketleri başladı. Bu da doğrudan Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcı oldu.
Hilal Bal, Süreç Lozan'a doğru ilerlerken genel durum nasıldı?
İbrahim İslam, Kurtuluş Savaşı başarıyla ilerledi ve çeşitli antlaşmalar yapılmaya Lozan öncesinde başlanmıştı. Önce Ermeniler ile Gümrü Antlaşması yapıldı. Arkasından, Ankara Hükümeti Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşması'nı 16 Mart 1921'de imzaladı. 20 Ekim 1921'de Fransa ile Ankara Antlaşması yapıldı. Batılı devletler ile Londra Konferansı gerçekleştirildi. İtalya ile antlaşma yapıldı ve bu antlaşma ile İtalya Anadolu'daki işgaline son verdi. Ankara Hükümeti, olabildiğince ülkelerle tekil antlaşmalar yaparak kendisine karşı olan bloğu parçalamaya çalıştı. Ekim Devrimi'nden sonra halkların bağımsızlığı esası üzerine kurulan üç tane Kafkas Cumhuriyeti kuruldu: Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan. Fakat kısa bir süre sonra, 1920'de bu ülkelerin bağımsızlıkları yerine özerk cumhuriyetlere dönüştü. Ankara ile ilgili konularda örneğin Batum'la görüşürken veya Tifliz ile biraz daha kolay oluyordu, zaten küçük devletler oldukları için. Fakat Sovyetler Birliği sistemi içine aldığı için konu biraz zorlaştı ve böylece Moskova Antlaşması oldu.
Hilal Bal, Bu gerçekten inanılmaz zorlu ve karmaşık bir süreç! Yani, bir yandan bu kadar kritik antlaşmalar yapılırken, diğer yandan da Kurtuluş Savaşı tüm hızıyla sürüyordu öyle değil mi?
İbrahim İslam, Evet, 1922'nin sonunda Anadolu tamamen düşman işgalinden kurtarılınca, bu askerî zaferin siyasi bir belgeye bağlanması ihtiyacı ortaya çıktı.
Hilal Bal, Bunu bir nevi kazanımları güvenceye alma ihtiyacı olarak da görebilir miyiz?
İbrahim İslam, Evet
Hilal Bal, Lozan görüşmeleri nasıl başladı? Taraflar birbirini nasıl davet etti? Yani, müttefik devletler mi Ankara Hükümeti'ni davet etti, yoksa Ankara Hükümeti mi görüşmek istedi? Zira daha önce zaten birçok anlaşma yapılmıştı; bu da gösteriyor ki, Kurtuluş Savaşı aslında TBMM'yi meşrulaştırmış. Adeta "Artık ben varım ve benimle konuşmak zorundasınız!" denmiş oldu. Sevr'de yok sayılan, kabul edilmeyen TBMM, bu defa kabul görmüş oldu değil mi?
İbrahim İslam, Evet, doğru. Bu durum zaten Londra Konferansı'nda ortaya çıkmıştı. Orada İstanbul Hükümeti, Ankara Hükümeti'ni de davet etmişti. İtilaf Devletleri, Lozan'da yapılacak görüşme için hem İstanbul Hükümeti'ni hem de Ankara Hükümeti'ni ayrı ayrı davet ettiler. Ankara Hükümeti, ikili temsili kabul etmediği için 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırdı ve İstanbul Hükümeti'ne son verdi. Böylece, Lozan'da Türkiye'nin tek temsilcisi durumuna geldi. Çünkü Ankara'nın itibarı çok yüksekti; İzmir'i kurtarmış, Mudanya Mütarekesi'ni imzalamıştı. Bu yüzden Ankara, "Tabii ki ben katılacağım, bu yetkiyi sizinle paylaşmam!" diyordu. "Devlet benim ve devlette ortaklık olmaz" diyordu.
Hilal Bal, Lozan görüşmeleri için Türk hükümeti içinde bir temsil sorunu yaşandı mı?
İbrahim İslam, Lozan'da Türkiye'yi kimin temsil edeceği önemli tartışmalardan biriydi.
Hilal Bal, Mesela, o dönem Dışişleri Bakanı İsmet Paşa değildi diye biliyorum, doğru mu?
İbrahim İslam, Doğru, o dönemde Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey idi, kendisi sonradan Tengirşenk soyadını aldı. Gerçekten de çok iyi bir diplomattı. Hem Moskova Antlaşması'nı hem de Ankara Antlaşması'nı bizzat kendisi yapmıştı. Lozan'a gitmeyi çok istiyordu; hatta anılarını yazdığı bir kitabı da var. Otuz küsur yıl diplomatlık ve bakanlık yapmış bir isimdi. Ancak Mustafa Kemal Paşa, çok güvendiği İsmet Paşa'yı heyet başkanı olarak Dışişleri Bakanlığına atayarak Lozan'a gönderdi. Bu durum, Meclis'te bazı tartışmalara yol açtı. Zira o zamanki Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ve hatta Başbakan olan Rauf Bey (Orbay), Lozan'da Türkiye'yi temsil etmek istiyorlardı. Rauf Bey, Osmanlı döneminde Bahriye Nazırı'ydı ve 'Hamidiye Kahramanı' olarak da bilinirdi. Bu durum, özellikle Rauf Bey tarafında bir hoşnutsuzluğa yol açtı ve bir süre sonra kendisi başbakanlıktan istifa etti.
Hilal Bal, Bu bölümde Lozan'a doğru giden süreci, Osmanlı İmparatorluğu ve Emperyalist güçlerin ekonomik ve siyasi koşullarını konuştuk. İkinci bölümde antlaşma görüşmelerinde Lozan'da ve imzalandıktan sonra TBMM'de yaşananları konuşacağız.
Sayın İbrahim İslam'a katkılarından dolayı teşekkür ederiz.