KESK Eş Genel Başkanı Mehmet Bozgeyik; "Bu başlığı belirlerken Richard Sennet ve Jonathan Cobb’un “Sınıfın Gizli Yaraları” adlı eserinden esinlendik. Bu önemli eserde sınıf bilincinin şekillenmesinde işyeri dışında girilen toplumsal ilişkilerin, kültürel değerlerin, gündelik yaşamın rolünün altı çiziliyor."

Değerli katılımcılar hepinizi Konfederasyonum, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu KESK adına sevgi ve saygı ile selamlıyorum.

Bilindiği üzere İkinci Yüzyılın İktisat Kongresinin normal takvimi bugün burada yaptığımız konuşmaları bir ay önce gerçekleştirme üzerine planlamıştı. Kongre sekretaryası bu planlamaya göre yapacağımız konuşma için başlık bildirmemizi istediğinde başlığımızı “Emeğin Açık Yaraları ve Çözüm Önerileri” olarak iletmiştik. Ne yazık ki resmi rakamlara göre bugüne kadar elli bin dense de aslında bunun çok üstünde yurttaşımızın yaşamını yitirmesine neden olan 6 Şubat depremleri sadece emeğin değil tüm halkın, hepimizin yaralarını derinleştirmiştir.

Dolayısıyla ben de sözlerime başlarken öncelikle 6 Şubat’ta yaşadığımız depremlerde ve geçtiğimiz hafta yaşadığımız sel felaketinde hayatını kaybeden tüm insanlarımızın yakınlarına başsağlığı, yaralılarımıza acil şifalar diliyorum.

WhatsApp Image 2023-03-21 at 14.24.35 (1)

6 Şubat depremleri üzerinden bugün itibari ile tam kırk beş gün geçti. Ancak milyonlarca depremzede hala yoklukla, rüzgârla, yağmurla boğuşuyor. Hala sağlıklı ve hijyen bir ortamda barınma, temiz suya erişim sorunları giderilmiş değil. Evler, iş

yerleri, mahalleler, kentler harabeye dönmüş durumda. Deprem bölgesinde mutlak bir yoksullaşma ve mülksüzleşme hüküm sürüyor. Deprem sonrası da devam eden bu ihmal ve yönetememe krizi nedeniyle Milyonlar, sevdiklerini, komşularını, toplumsal hafızalarını, benliklerini oluşturan büyüdükleri şehirleri bin bir güçlükle terk etmek zorunda bırakıldı.

Buna rağmen hepimiz yıllarca uyguladıkları akıl ve bilim dışı, ranta dayalı ekolojik yıkım politikalarıyla, imar barışı adı altında gerçekleştirdikleri yıkım, talan politikaları ile doğa felaketlerinin yaratacağı can ve mal kaybını etkisini kat be kat artıranların bu felaketler yaşandığında da ne kadar yetersiz kaldığına şahit olmaya devam ediyoruz.

İflas eden bu tek adama dayalı rejim ve sorumlular hesap verme yerine bir kez daha 20 yıl borçlandırarak satacakları konutlar için depremzede vatandaşlardan 1 yıl süre istemeye devam etse de yüz binlerce insan başını sokabileceği bir çadıra dahi hala ulaşabilmiş değil. 20 yılı aşkın bir süredir ülkeyi yönetenler Kızılay’ın elindeki çadırı dahi yardım derneklerine satar hale gelmiştir. Geçtiğimiz hafta Urfa ve Adıyaman’da yaşanan sel felaketi hakkında “sel 15 canımızı aldı ama toprak da suya kavuştu” diyecek kadar pervasızlaşmıştır.

Bu zifiri karanlık tabloya rağmen bu süreçte her türlü baskı ve engellemelere rağmen filizlenen toplumsal dayanışma yüreklerimizi ısıtmıştır. KESK olarak bu toplumsal dayanışmayı daha da büyütmek için ilk andan itibaren kriz masalarımızla, heyetlerimizle, deprem bölgesinin her ilinde, ilçelerde kurduğumuz koordinasyon çadırlarımız ve sağlık ekiplerimizle doğrudan sahada depremzedelerin yanında yer aldık. Yer almaya devam ediyoruz.

Ülkenin dört bir yanından topladığımız yardımları depremzedelere hem kendi olanaklarımız hem de Büyükşehir Belediyelerimizin de destekleriyle ulaştırdık, ulaştırmaya devam ediyoruz. Binlerce üyemiz deprem bölgesindeki koordinasyon çadırlarımızda görev yapmak için gönüllü oldu. Her beş günde bir onlarca arkadaşımız yıllık izinlerini kullanarak deprem bölgesinde gönüllü çalışmaya katılıyor. Şu anda onuncu gönüllü grubumuz ile deprem bölgesinde yaraları sarmaya devam ediyoruz.

Değerli dostlar hepimizin bildiği üzere her toplumsal dayanışma halkın gücünü tekrar tekrar ispatlar. Bir taraftan halkın dostlarını ve düşmanlarını daha net görmesini sağlarken diğer taraftan iktidarın esas kaynağının da kendisi olduğunu hatırlatır.

Yıllardır bizzat iktidar eliyle sürdürülen kutuplaştırma, düşmanlaştırma politikalarına rağmen, filizlenen toplumsal dayanışmanın önümüzdeki süreçte daha da yeşererek her alana yayılacağına yürekten inanıyoruz. Çünkü 6 Şubat depremleri de 20 yıldır iktidar eliyle süslenen yalan perdesi bir kez yırtılmış, gerçek en yalın hali ile ortaya serilmiştir.

Değerli Katılımcılar,

Sözlerime başlarken de ifade ettiğim üzere konuşmamın, sunumumun başlığını, “Emeğin Açık Yaraları ve Çözüm Önerileri” olarak belirledik.

Bu başlığı belirlerken Richard Sennet ve Jonathan Cobb’un “Sınıfın Gizli Yaraları” adlı eserinden esinlendik. Bu önemli eserde sınıf bilincinin şekillenmesinde işyeri dışında girilen toplumsal ilişkilerin, kültürel değerlerin, gündelik yaşamın rolünün altı çiziliyor.

Elbette ki tüm bunlar işçiler, emekçiler açısından çok önemli. Öte yandan ne yazık ki ülkemizde genelde emeğin özelde kamu emekçilerinin gizli olmayan, hepimizin bildiği, yaşadığı açık yaralarının çok daha önemli hale geldiği, emeğin adeta 19. Yüzyıl kölelik koşullarına itildiği bir noktada bulunuyoruz.

WhatsApp Image 2023-03-21 at 14.24.19

Bu noktaya nasıl gelindi sorusuna verilecek cevabın temelinde elli yılı aşkın bir süredir dünya genelinde hâkim hale getirilen emek karşıtı neo liberal politikalar yatmaktadır.

Bilindiği üzere Neo liberal politikalar 1970’lerin başında dünya genelinde sermayenin aşırı değerlenmesi buna karşın yükselen sabit sermaye yatırımlarının yeteri kadar artık değer üretememesinden kaynaklı krize çözüm olarak gündeme getirilmiştir.

Neoliberal dönemde kapitalizmin tarihindeki oransal olarak en büyük sermaye birikimi sağlanmış, en büyük karlar elde edilmiş, ancak dünyanın her tarafında işçi sınıfı başta bütün ücretlilerin hakları önemli ölçüde ellerinden alınmıştır. Devletin piyasa üzerindeki etkisi en aza indirilirken, küresel finansal hareketlilik artmış, özelleştirmeler ile kamu kaynakları ve doğal alanlar sermayeye devredilmiş, suyun ticarileştirilmesi ile başlayan süreç su havzalarının bütünleşik olarak maden, enerji, su, inşaat şirketleri tarafından paylaşılmasıyla sürdürülmüştür.

Bu dönemde işçi sınıfı açısından; üretim örgütlenmesinde çok merkezlilik esas alınarak sendikal örgütlenmelerin önüne geçilmeye çalışılmış, esnek ve kuralsız çalışma ile emek sömürüsü arttırılmıştır. Bu dönemde sermayenin küreselleşen niteliğine karşı, sınıf mücadelelerinin de küresel bir hüviyet kazanmakta olduğu özellikle vurgulanmalıdır. Bununla eş zamanlı olarak ekoloji mücadeleleri de yaşam alanlarını kapitalizmin tahakkümünden korumak için sermayenin müdahale ettiği her yerde mücadeleye başlamıştır. Dolayısıyla neo liberallerin ilk işi sermayenin karları üzerinde baskıya neden olduğunu iddia ettikleri sosyal/refah devleti ve işçilerin, emekçilerin çalışma hakkını hedef almak olmuştur.

Emekçilerin ekonomik, sosyal haklarının güvencesi olan sendikalar, bir engel olarak görülmüş, sendikal örgütlülük olabildiğince zayıflatılmış, çalışanlar farklı istihdam biçimleri ile onlarca parçaya bölünmüştür.

Emeğin örgütlü̈ mücadelesiyle elde edilen, kurumsallaşan ve emekçilere görece güvenceli çalışma ve yaşam olanağı sağlayan çalışma rejimi ve sosyal haklar hızla ortadan kaldırılmıştır. Düşük ücretler ve uzun çalışma saatleri karşılığında yapılan kuralsız, esnek, güvencesiz istihdam temel istihdam biçimi haline getirilmiştir.

İşçi-emekçi sınıfı örgütlülüğünün yüksek olduğu merkez kapitalist ülkelerde karşılaşılan engelleri aşmak için ise üretimin çeşitli aşamaları ya da bazı sektörlerin bütünü emeğin ucuz olduğu azgelişmiş̧ çevre ülkelere doğru kaydırılmıştır.

Böylece merkez ülkelerde yüksek maliyetlerle gerçekleşen üretim, emeğin örgütsüz, ücretlerin ve sosyal hakların zayıf olduğu ve sermayeye birçok ayrıcalığın tanındığı çevre ülkelerde son derece düşük maliyetlerle gerçekleştirilmiştir.

Merkez ülkelerdeki emeğin, çevre ülkelerin işçileri ile rakip hale getirilmesi her iki ülke grubunda da işçilerin, emekçilerin ücretlerinin gerilemesine ve 19. yüzyıl sonlarından başlayarak elde edilen hakların birer birer ortadan kaldırılmasına yol açmıştır.

Yarım yüzyıl önce kapitalizmi içine düştüğü krizden çıkartmak için uygulanan ekonomik model sonuçta küresel işsizliği, ücretlerde erimeyi, kuralsız bir çalışma yaşamını, servet ve gelir dağılımında muazzam bir eşitsizliği beraberinde getirmiştir.

Öte yandan neo liberal politikalar kısa bir süreliğine sermaye birikiminin önünü açsa da kapitalizmi kriz kıskacından kurtarmaya yetmemiş ve telafisi son derece güç insani, toplumsal ve ekolojik tahribata yol açmıştır.

Söz konusu tahribatlara ilişkin tespitler sadece Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) değil, Dünya Bankası ve IMF gibi küresel ekonominin temel aktörleri konumundaki uluslararası kurumların raporlarında her yıl daha fazla yer kaplar hale gelmiştir.

Elbette ki Türkiye gibi neo liberal politikaların Yapısal Uyum Programları (YUP) araçlığı ile hayata geçirildiği çevre ülkelerin ve bu ülkelerin işçilerinin ve emekçilerinin bu süreçte yaşadığı kayıplar daha derindir.

Türkiye, geç kapitalistleşmiş, geç ulus devletleşmiş, emperyalist kapitalist sisteme entegre, azgelişmiş bir ekonomi olarak, büyük ölçüde uluslararası sermaye hareketlerinin konjonktürel gelişmelerinden etkilenerek sürekli dönemsel krizlere girmektedir. Türkiye’ye 24 Ocak 1980 kararları ile bu sürece adım atan ve son 20 yıldır çok daha acımasız bir şekilde sürdürülen neo liberalizme yapısal uyum programları iki temel hedef üzerinde şekillenmiştir.

Bunlardan birincisi kamu işletmelerinin ve kamu mallarının özelleştirilmesi, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ve ekonomi yönetiminin sözde bağımsız kurullar aracılığı ile piyasaya, uluslararası tahkime devredilmesidir.

 İkinci temel hedef ise Türkiye’yi sermaye için “cazip bir ülke” haline getirme hedefidir. Ancak bu hedef için en başından beri ülkemizde hâkim olan emek yoğun üretim modelini değiştirmeye dönük bir adım da atılmamıştır. Dolayısıyla ülkeyi sermaye için “cazip” hale getirmenin yolu emek maliyetinin alabildiğine düşürülmesinde aranmış, bunun için isçilerin, emekçilerin tüm kazanılmış haklarının ortadan kaldırılması hedeflenmiştir.

Üstelik bu hedef milyonlarca işçinin, emekçinin gözünün içine sokarcasına resmi olarak da ilan edilmiştir. Örneğin 2012 yılında Başbakanlığa bağlı Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı resmî web sayasında “Türkiye’ye Yatırım Yapmak İçin 10 Neden” başlığı açmış, bu başlığın altına da “Azalan reel birim ücretle birlikte artan çalışan verimliliği” maddesini yerleştirmiştir. Bununla da kalınmamış “Avrupa’daki en uzun çalışma süreleri ve çalışan başına ortalama hastalık izninde en düşük oran (haftada 53,2 çalışma saati ve çalışan başına yıllık ortalama 4,6 gün hastalık izni)” maddesini de “Türkiye’ye Yatırım Yapmak İçin 10 Neden” başlığı altına eklemiştir.

Değerli Katılımcılar,

Ne yazık ki aradan geçen yaklaşık 50 yılın sonunda Türkiye’de ifade ettiğim iki

hedefe de önemli ölçüde ulaşılmıştır.

AKP iktidarı altında geçen 20 yıllık süreçte tüm kurumlar, ekonomik kaynaklar, para ve maliye politikaları, sosyal politikalar, hukuk sistemi ve Üniversiteler sermaye lehine kullanılmıştır. Bilim üretmesi gereken bu tür kurumlar iktidarın aparatı haline gelmiştir.

Doğa bu amaçla dizginsiz bir biçimde sömürülmüştür. Ülkede geniş bir rant ekonomisi oluşturulmuş, rantiye devlet kurulmuş ve ahbap-çavuş-akraba kapitalizmi yaratılmıştır.

Devlet mafya ile iç içe geçecek şekilde yeniden yapılandırılmıştır.

Şirketler giderek devlet yetkileri ile donanırken, devlet de şirketleşerek kapitalizmle bütünleşmektedir. Ulus devletlerde açığa çıkan bu yeni sistem (yönetişim) ile kapitalizmin yaşama ve yaşam alanlarına tahakkümü kolaylaştırılmıştır. Gelinen noktada sistemin ekonomi, emek, barış, demokrasi ve doğadan yana hakiki çözümler üretememekte, çözüm olarak öne sürülenler de daha evvel denenmiş politikaları aşamamaktadır.

Özellikle son 15-20 yıl içinde neredeyse özelleştirilmeyen kamu işletmesi, KİT kalmamıştır. Öncelikle dar gelirliler olmak üzere milyonlarca yurttaşın ihtiyaç duyduğu eğitim, sağlık ve ulaştırma başta olmak üzere tüm kamu hizmetleri piyasalaştırılmıştır.

Her ne kadar iktidarın talimatı ile TÜİK tarafından açıklanan gerçek dışı rakamlarla perdelenmeye çalışılsa da hayat pahalılığı, mutlak yoksulluk alabildiğine artmıştır. İşçilerin, emekçilerin reel ücretleri, satın alma güçleri erimiş, ücretlerinden kaynakta kesilen gelir vergisi başta olmak üzere vergi yükü her yıl daha fazla artırılırken, emeğin milli gelirden aldığı pay en dip seviyelere inmiştir.

Çalışanlar hem özelde hem kamuda onlarca güvencesiz istihdama bölünmüştür. Taşeron, sözleşmeli, geçici, vekil, mevsimlik, kiralık gibi istihdam biçimleri, toplum yararına çalışma gibi eğreti istihdam modelleri yaygınlaşmış̧, güvencesizlik bir norm halini almıştır.

Yıllardır ‘reform’, ‘dönüşüm’ adı altında hayata geçirilen düzenlemelerle kamu alanı tanınmaz hale getirilmiştir. Sonuç itibari ile kamu hizmetleri alanını kârı esas alan piyasaya, kamu kurumlarını ticarethaneye, vatandaşlar müşteriye, kamu emekçilerini ise iş güvencesi tamamen ortadan kaldırılan kapı kullarına dönüştürme yolunda ciddi mesafe kaydedilmiştir.

Kamunun temel ilkeleri olan kariyer ve liyakat ilkeleri yok sayılmıştır. Anayasaya bağlı ve tüm vatandaşlara eşit, tarafsız kamu hizmeti veren kamu emekçisinin yerini mevcut iktidara biat eden memur tipinin alması için ayrımcılık, kadrolaşma hat safhaya çıkarılmıştır.

Her yurttaşın kamu hizmetine girme hakkını ve hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemeyeceğini düzenleyen Anayasa hükmü açıkça çiğnenmiştir.

İşin en kötüsü emeğin saflarına sendika, konfederasyon adı altında her dönem yeni

Truva Atları yerleştirilmiştir. İktidarın gölgesinde palazlanan, yeni dönemde de palazlanmak istenen bu yapılar kendilerine verilen rolü yerine getirmiş, emeğe yönelik her saldırıya ortaklık etmiştir.

Kamu hizmetlerinin piyasalaştırılarak tasfiye edilmesinin bedelini bugün sadece biz kamu emekçileri ödememektedir. En son 6 Şubat’ta yaşadığımız depremlerin tahribatını azaltıcı önlemlerin zamanında alınmayışından, arama, kurtarma ve yardım çalışmalarında ortaya konulan basiretsizlik, liyakatsizlik, iş bilmezlik sonucu 100 bine yakın canımızın aramızdan koparılmasına, halkın yaralarını sarmakla görevli Kızılay’ın bir şirket haline getirilerek çadır satar hale getirilmesi kadar tüm halk bunun bedelini ödemeye devam etmektedir.

Değerli Katılımcılar,

Hem emek alanında hem de milyonlarca yurttaşın temel hakkı olan kamu hizmetleri alanında yaratılan tahribatı burada anlatmaya kalksak günlerimizin yetmeyeceğini siz de ben de çok iyi biliyoruz. Bu meseleleri zaten uzun süredir devam eden paydaş bulaşmalarında hep birlikte tartıştık ve çeşitli kararlaşmaları yaşadık. İşçi buluşması deklarasyonunda yer verdiğimiz başlıklar bile yıllar içinde sorunlarımızın ne kadar arttığını fazlası ile ortaya koyuyor.

Aslında işçi buluşması deklarasyonumuzun hemen hemen tüm başlıklarını, maddelerini güvence kavramı üzerinden tanımlamak mümkündür. Çünkü güvence kavramı geleceğe güvenle bakmamızı sağlayan tüm unsurları barındırmaktadır.

Güvencenin unsurlarını iş-istihdam güvencesi, adil gelir güvencesi, sosyal güvenlik ve kamusal emeklilik güvencesi, kamu görevine girme ve görevde yükselmede adalet, örgütlenme ve toplu pazarlık ve grev hakkı başta olmak üzere sendikal hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması gibi temel başlıklar halinde sıralayabiliriz.

Biz KESK olarak bir emekçi için güvenceyi sıraladığımız temel unsurların iç içe geçtiği halkalardan oluşan bir zincir olarak tanımlıyoruz. Bu halkalardan herhangi birinde yaşanan yıpranma veya kopmanın zincirin bütünlüğüne yansıması, dolayısıyla çalışanın güvencesini tehdit etmesi kaçınılmazdır.

Bugün geldiğimiz noktada zincirin tüm halklarında yıpranmalar, kopmalar yaşıyoruz. Meselenin özü budur.

En başından beri demokrasinin olmadığı yerde emeğin haklarının korumanın ve geliştirmenin de mümkün olmadığına dikkat çeken bir konfederasyon olarak genelde emek alanında özelde ise kamu hizmetleri alanında emekçiler ve halk aleyhine yaşanan dönüşümün ülkenin demokratik atmosferinde yaşanan dönüşümden/gerilemeden kopuk olmadığını çok iyi biliyoruz. Bu nedenle Ağustos ayından bugüne yaptığımız her toplantıda bu noktanın üzerine özellikle parmak basmaya çalışıyoruz.

Nitekim özellikle 15 Temmuz sonrası ilan edilerek yaklaşık 2 yıl sürdürülen OHAL ve bugüne kadar devam eden fiili OHAL ve Anayasasızlık, belirsizlik rejimi döneminde kendisini Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında Tek adama dayalı rejim olarak kurumsallaştırmak isteyen OHAL hukuku-düzeninde emekçileri, emeği hedef alan saldırılar katlanarak artırmıştır.

Bugün ülkemizin bir taraftan enflasyon ve işsizliğin toplamından oluşan Dünya Sefalet Endekisinde liderliğe yerleşmiş olması hem de demokrasi, ifade özgürlüğü, adalet alanında açıklanan uluslararası raporlardaki yeri bu durumu fazlası ile ispatlıyor.

Bir kez daha altını çizmekte fayda görüyorum. Demokrasi, eşitlik, barış ve kardeşlik emekçilerin vazgeçmeyeceği ekmeğidir. Emeğin haklarının tanınmadığı yerde ne demokrasiden ne hukuktan ne de eşitlikten söz etmek mümkün değildir.

Bu duygu ve düşüncelerle hem emeğin hem de halkın kanayan açık yaralarını kapatmak için hepimizin görev ve sorumluluğunun gereğini yerine getirmeye devam edeceğine yürekten inanıyor, konfederasyonum KESK adına hepinize tekrar saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Editör: Haber Merkezi