Solculuk memlekette çoğu zaman bir fikir olmaktan çok, bir kişilik pelerinine dönüşüyor. Kimileri bu pelerini gerçekten adalet duygusuyla taşıyor; kimileri ise yıllardır içini kemiren değersizlik duygusunu bastırmak için… Hele bazıları var ki solculuğun kolektif söyleminin arkasına saklanıp, bizzat kolektif ruhu tüketiyor. İşte tam burada, narsisizm ile solculuk arasındaki o tuhaf, kendine özgü, “birbirine benzemeyen ama bir araya gelince garip bir armoni oluşturan” ilişki ortaya çıkıyor.

Solcu narsist için solculuk, eşitlik mücadelesi değil; kendisini merkezde hissettiği, parladığı, alkış aldığı bir sahnedir. Kolektif kavramlar –yoksullar, ezilenler, emekçiler– onun için soyut dekorlardır. Sahnede hep kendi vardır. Fakat en ilginç olan şu: Bu kişiler, psikolojik bozuklukları küçümser, terapiyi “burjuva lüksü” sayar, narsisizmi “psikiyatri icadı” diye hiçe indirger. Çünkü kabul ederlerse, kabuklarında bir çatlak açılacaktır.

Oysa aynı kişi sendikada bir pozisyona geldiğinde, dernekte bir kürsüye çıktığında, partide bir yürütmeye girince bir anda görünmez bir nehir gibi güç akmaya başlar damarlarına. Kendisini solcu sanır ama aslında güç savaşının en keskin tarafındadır. “Benim dediğim sosyalizm”, “benim hizbim devrimci”, “benim fikrim en ilerici” diye diye bir bakarsınız ki solculuk adına içgörü zerresi kalmamış. Üstelik bütün bunları yaparken sürekli birilerini alt ederek, küçük düşürerek, eleştiriyi “ihanet”, sorgulamayı “karşı devrim” ilan ederek ilerler.

Doğrusu şu ki:
Solculuk narsiste geniş bir oyun alanı sunar. Kolektif söylem, kişisel kırılganlıkları görünmez kılar. “Hepimiz eşitiz” diyen kişi, bir bakarsınız kendi odasını küçük bir krallığa çevirmiş; toplantıyı yönetirken ses tonu polis memurundan sert, davranışları CEO’dan buyurgandır. Kendisine dokunulduğu anda ise “yoldaşlık ruhu zedelendi” diye feveran eder.

Partiler, sendikalar, dernekler… Bazılarında öyle bir narsistik ekosistem oluşur ki içeri giren idealist birey, kendisini farkında olmadan küçük güç savaşlarının, sessiz hırs çatışmalarının tam ortasında bulur. Çünkü narsist solcu, fikir ile var olmaz; ancak bir grubun “merkezi” olduğunda hisseder kendini.

İçgörü ise…
Evet, tam da burada en eksik olan şeydir. Bir narsistin solculuk adına içgörü geliştirmesi neredeyse imkânsızdır; çünkü hayatta en son yüzleşeceği şey aynada gördüğüdür. Onu devrimle, örgütle, mücadeleyle, “komünal ruhla” defalarca örtbas eder. Kendisini her zaman haklı, karşısındakini her daim eksik görür. Kendi öfkesini politik, başkalarının tepkisini kişisel sayar.

Velhasıl, meselenin özü şudur:
Solculuk, narsistin ruhunda bir ayna kırıcı değil, tam tersine bir ayna çoğaltıcı etki yaratır. Çünkü her yeni toplantı, her yeni grup, her yeni alkış, aynaya eklenen yeni bir çerçevedir. Ve o aynalar salonunda narsist hep bir devrimci kahraman gibi görünür; hatta kendisi bile bu görüntüye inanır.

Ama gerçek solculuk…
Ülke tarihindeki en temiz örneklerine bakın: Hepsi mütevazıdır. Kendini değil mücadeleyi öne çıkarır. Yeri gelir susar, yeri gelir dinler, yeri gelir geri çekilir. Çünkü bilir ki “eşitlik” ancak egonun gölgesinde değil, egoyu geride bırakarak savunulur.

Belki de bu yüzden sol içinde zaman zaman yaşanan bıkkınlıkların, küskünlüklerin, bitmeyen bölünmelerin ardında sadece ideolojik farklılıklar değil, görünmez ama çok güçlü narsistik çatışmalar vardır.

Yani yiğidim…
Bazen solculuğu geliştirmek için yeni manifestolara değil, sadece bir terapi seansına ihtiyaç vardır.