"Bugün demokrasinin uzun süredir simgesi olan ABD’den gelen her haber, otoriterliğe bir adım daha yaklaşıldığını gösteriyor."

Umut Saf Bir İyimserlik Değildir. Bu Bir Siyasi Tercihtir

Akşam geç saatlerdeydi. Hafif bir yağmur altında, bir süvari birliği eşliğinde Başkan Wilson Capitol’e geldiğinde, dışarıda bekleyen kalabalık onu alkışlarla karşıladı. Meclis salonuna girdiğinde tüm milletvekilleri ayağa kalkıp alkışladı. Yan odada bekleyen bir görgü tanığı, Wilson’ın salona girmeden hemen önce aynada gördüğü halini şöyle anlatıyordu: Çenesi titreyen, yüzü kızarmış, belli ki derinden sarsılmış bir adamdı.

1917 Nisan’ında ABD Kongresi’nde Almanya İmparatorluğu’na savaş ilanını savunan Woodrow Wilson’ın konuşması bugün pek hatırlanmasa da, demokrasi ve özgürlük temelli gerekçesi ilham vericiydi; yankısı benim anavatanım İsveç’e kadar uzandı. Onun ünlü sözü “Dünya demokrasinin güvenliği için yaşanabilir hale getirilmelidir” ifadesi, her şeyden önce özgürlük çağrısıydı. Her türden otoriterlik, insanlara asla gerçek özgürlük vermez.

Popülizmin ayırt edici özelliği yalnızca elitleri eleştirmesi değil, aynı zamanda temsilin tek sahibinin kendisi olduğunu iddia etmesidir.

Bir yüzyıldan fazla zaman sonra, demokrasi ve özgürlük yine benzer tehditlerle karşı karşıya. Avrupa’da ve dünyanın başka yerlerinde sağ popülist ve otoriter hareketler – Macaristan’da Viktor Orbán’dan Fransa’da Marine Le Pen’e, İtalya’daki Fratelli d’Italia’dan ABD’de Donald Trump’a kadar – korku siyasetiyle özgürlüğe saldırıyor. Göçmenler varoluşsal tehdit olarak gösteriliyor, kültürel çeşitlilik çürüme gibi sunuluyor, demokratik kurumlar “gerçek halk”a karşı kurulmuş komplolar olarak tanıtılıyor.

Orbán sadece Brüksel bürokratlarının yanıldığını söylemekle kalmıyor; Macar ulusunun iradesini yalnızca kendisinin temsil ettiğini iddia ediyor. Trump yalnızca rakiplerini eleştirmiyor; kaybettiği her seçimi gayrimeşru ilan ediyor. Le Pen’in hedefi siyasal rekabet değil; farklılık ve muhalefetten arındırılmış bir Fransa. Avrupa’nın dört bir yanında bu tür demagogların ulusal versiyonları var.


Ortak Bir Geleceğin İnşası

Korku, onların siyasetinin merkezindedir — ve bu, özgürlüğün tam tersidir.
Korku hayal gücümüzü daraltır.
Geleceği bir olasılıklar alanı değil, sürekli tekrarlanan bir tehdit olarak çerçeveler. Yurttaşlara, yaklaşan tehlikeden yalnızca güçlü bir liderin koruyabileceği söylenir. Bu bakış açısında çoğulculuk bir güç değil, bir zayıflıktır; farklı fikirler meşru değil, haincedir.

Oysa demokrasi bunun tersini yapabilir: Geleceği açabilir.
1930’lar ve 1940’larda İsveç’te, Wilson’ın demokrasiyi koruma çağrısından ilham alan Sosyal Demokratlar, sendikalarla birlikte ekonomik bunalım ve işsizlikten sarsılan işçi sınıfıyla yüzleşti. Avrupa’da faşizm yükseliyordu. Ancak öfke ve nefret mobilize edilmedi; bunun yerine toplumsal dayanışmaya dayalı iyimser bir proje inşa edildi: Folkhemmet – yani “Halkın Evi”.

Folkhemmet yalnızca bir refah programı değildi. Bu, herkesin ait olduğu, kimsenin dışlanmadığı bir toplum fikrini içeren ahlaki ve politik bir vizyondu. Per Albin Hansson gibi liderler, konut, emeklilik, eğitim ve sağlık gibi maddi iyileştirmelerin yanı sıra, onur ve aidiyet dilini de geliştirdiler. İşçi sınıfı, kendisini çöküşün kurbanı değil, ortak bir geleceğin inşacısı olarak görmeye davet edildi.

Kurumlar ve günlük uygulamalar bu vizyonu güçlendirdi.
Kamu konutları sadece barınak değil, kolektif ilerlemenin anıtıydı.
Okullar, toplumsal hareketliliğin merdivenleri haline geldi. Refah reformları, demokrasinin aşağılamadan güvenlik sağlayabileceğinin kanıtıydı.
Her şeyden önce, işçi hareketi iyimserliği taşıyordu: Dayanışma ve uzlaşma yoluyla toplumun daha adil, özgür ve güvenli hale gelebileceğine dair inanç.
Bu, en somut haliyle umut siyasetiydi — kurumlara kök salmış, hayal gücüyle beslenen, yarının bugünden daha iyi olabileceğine dair inançla taşınan bir siyaset.

10 Ekim’de Adana’da Belgesel Gösterimi, Karanfiller ve Barış Mumlarıyla Anma
10 Ekim’de Adana’da Belgesel Gösterimi, Karanfiller ve Barış Mumlarıyla Anma
İçeriği Görüntüle

Umut Bir Siyasi Tercihtir

Bugünün sağ popülistlerine karşı mücadele ederken şunu unutmamalıyız:
Umut saf bir iyimserlik değildir. Umut bir siyasi tercihtir.

Orbán ve Trump çöküşü vaaz ederken, İsveç işçi hareketi olasılığa inanıyordu. Le Pen çeşitliliği zayıflık olarak resmederken, Folkhemmet farklılıkları aidiyet anlatısına dahil etti. Popülistler geleceği bitmek bilmeyen bir tehdit alanına kapatırken, İsveç projesi onu bilerek açtı; geleceğin kolektif biçimde şekillendirilebileceğini savundu.

Bugün sağ popülistlerle mücadele ederken hatırlamamız gereken şudur:
Umut saf bir iyimserlik değil, bilinçli bir tercihtir.
Demokrasinin gücü, açıklığında yatar — farklılıklara yer verme, yeni başlangıçlar yaratma ve geleceğin ufkunu hiçbir liderin tekeline bırakmama yeteneğinde.

Siyaset, korkudan ibaret olmamalı.
Demokrasi, yalnızca hakları koruduğu için değil, geleceği açık tuttuğu için savunulmaya değerdir.
Folkhemmet örneği, umudun yalnızca bir söylem değil, gerçek eylemlerle hayat bulan bir strateji olduğunu gösterdi. Zor zamanlarda istikrar, bağlılık ve ilerleme yarattı.


Bugünün Dersleri

Günümüz sosyal demokratları için buradan çıkarılacak dersler var.
Sağ popülistlere karşı kurumları savunmak gerekli ama yeterli değil. İnsanların demokrasiye inanması için günlük yaşamlarında karşılık bulan nedenlere ihtiyaçları var.
Bu da istihdam, barınma, iklim ve sağlık alanlarında maddi reformları; onur, dayanışma ve aidiyet anlatısıyla birleştirmek anlamına gelir.
Geleceği korkulacak bir şey olarak değil, birlikte şekillendirebileceğimiz bir alan olarak anlatmak gerekir.

Demokrasi, umut ve özgürlük sadece korunacak değerler değil; popülizm ve faşizme karşı en etkili silahlardır.
Sağ popülistler umutsuzluktan beslenir; insanlar yarının bugünden daha kötü olacağına inandığında kazanırlar.
Ama demokrasi, özgürlük ve ortak ilerleme umuduyla birleştiğinde yalnızca dirençli değil, ilham verici hale gelir.

Yüzyılı aşkın bir zaman sonra, Wilson’ın “Dünyayı demokrasinin güvenliği için yaşanabilir kılın” çağrısı hâlâ yankılanıyor.
Ancak bugün demokrasiyi tehdit eden tehlikeler, uzak savaş alanlarından değil, kendi toplumlarımızın içinden yükseliyor.

Bugünün sağ popülistlerinin korku söylemlerine karşı ilericilerin görevi, umudu diri tutmaktır:
Geleceğin, “halkı” tanımlama tekeline sahip olduğunu iddia edenlerin değil, tüm yurttaşların ortak alanı olduğunu açıkça belirtmektir.

Demokrasinin geleceği, bölünmeleri ortadan kaldırmakla değil, farklılıkların yenilenmenin motoru olmasını sağlamakla güvence altına alınacaktır.

Biz ilericiler, siyaseti yeniden bir tercihler alanı haline getirmeliyiz.
Neoliberal dönemin sloganı olan TINA (“Başka Alternatif Yok”) sona ermelidir.
Kendimize yapamayacaklarımızı söyleyip durmak yerine, siyaseti fırsat ve değişim alanı olarak yeniden kurmalıyız — bu, seçimleri kazanmayı da içerir.

Wilson ve ardından İsveç Başbakanı Per Albin Hansson’ın anladığı anlamda demokrasi, çıkar çatışmalarının ortadan kalkacağı vaadi değildi.
Tam tersine, bu çatışmaların kalıcı olduğunu ve demokrasinin görevinin onları ortak bir çerçevede yönetmek olduğunu kabul ediyordu.
Demokrasinin sunduğu şey bir modus vivendi’dir: Rakiplerin birbirini yok etmeden bir arada yaşayabilmesi, uzlaşmazlık içinde uzlaşma üretebilmesi ve ortak projeyi sürdürebilmesidir.
Bu, demokrasinin zayıflığı değil, asıl gücüdür.

Ne yazık ki, bugün demokrasinin uzun süredir simgesi olan ABD’den gelen her haber, otoriterliğe bir adım daha yaklaşıldığını gösteriyor.

Demokrasi, kapanmanın değil, sürekli yenilenmenin siyaseti olmalıdır.
Korku geleceği kapatır; bizim görevimiz, demokrasi ve umutla geleceği açmaktır.
Özgürlükle ilgili her düş, ancak demokrasiyle gerçeğe dönüşebilir.
Wilson’ın sözleriyle:
“Dünyayı demokrasinin güvenliği için yaşanabilir hale getirelim.”

Claes-Mikael Ståhl

Claes-Mikael Ståhl is the Deputy General Secretary of the European Trade Union Confederation.

Muhabir: Güven BOĞA