Yeni ABD ulusal güvenlik stratejisi, küresel aşırı nüfus kaygılarından Batı dünyasında yaşanan demografik gerilemeye yönelerek transatlantik ilişkilerde yeni bir ideolojik ve siyasal kırılma yaratıyor. Avrupa’nın askeri zayıflığına yönelik eski eleştiriler, bu kez nüfus azalması tartışmalarıyla birleşerek güncelleniyor.

Yeni ABD ulusal güvenlik stratejisi, tarihsel açıdan önemli bir dönüm noktasına işaret ediyor. Bu strateji, yalnızca güncel güvenlik tehditlerine verilen teknik bir yanıt değil; aynı zamanda Batı dünyasının kendisini nasıl algıladığına, geleceğini hangi riskler üzerinden kurduğuna dair ideolojik bir çerçeve sunuyor. Strateji, uzun yıllar boyunca küresel aşırı nüfus sorununa odaklanan yaklaşımı terk ederek, Batı dünyasında —özellikle Avrupa’da— nüfus azalmasına dair artan endişeleri merkeze alıyor. Avrupa’nın askeri kapasitesine yönelik yeniden canlanan eleştirilerle birlikte bu yaklaşım, köklü Avrupa karşıtı söylemleri de günümüz koşullarına uyarlıyor.

Transatlantik Yüzyıl ve Karşılıklı Bağımlılık

ABD–Avrupa ilişkileri, 20. ve 21. yüzyılların siyasal ve toplumsal seyrini derinden etkiledi. New York Üniversitesi tarihçisi Mary Nolan’ın bu dönemi “transatlantik yüzyıl” olarak nitelendirmesi boşuna değil. İlişkiler, büyük ölçüde askeri müdahaleler ve tüketim kültürleri etrafında şekillendi.

Amerika Birleşik Devletleri’nin hem Birinci hem de İkinci Dünya Savaşları’ndaki rolü, ayrıca Yugoslavya’nın dağılmasının ardından yaşanan Avrupa savaşlarındaki belirleyici etkisi bu ilişkinin askeri boyutunu oluşturdu. Avrupa, aynı zamanda Amerikan tüketimciliğinin ve piyasa normlarının yayılması için de önemli bir alan haline geldi.

Atlantik’in her iki yakasında da askeri müdahaleler ile piyasa kültürleri arasındaki etkileşim, yalnızca işbirliğini değil, karşılıklı kızgınlıkları da besledi. Avrupa’da daha 1902 gibi erken bir tarihte, kültürel egemenlik korkularına dayanan Amerikan karşıtı duygular açıkça dile getirilmeye başlanmıştı.

Popüler Kültürde Amerikan Karşıtlığı, Siyasette Avrupa Eleştirisi

Bu duygular, ilerleyen yıllarda popüler kültürde de karşılık buldu. İngiliz grup The Clash’in I’m So Bored with the USA şarkısı ya da Alman grup Rammstein’ın Amerika adlı parçası, bu algıları geniş kitlelere taşıdı.

Buna karşılık ABD’deki Avrupa karşıtı söylem, büyük ölçüde Avrupa’nın askeri zayıflığı algısına dayanıyordu. Bu algıyı besleyen tarihsel örnekler de mevcuttu. İkinci Dünya Savaşı sırasında uygulanan ödünç verme anlaşmaları sayesinde İngiltere ve Sovyetler Birliği hayati askeri yardımlar alabildi; bu yardımlar olmaksızın Nazi ilerleyişine karşı direnişin sürdürülmesi neredeyse imkânsızdı.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından ise Amerikalılar, Avrupalı müttefiklerinin küresel güvenlik sorumluluklarında daha fazla pay üstlenmesini bekledi. Ancak bu beklenti, özellikle iki kritik dönemeçte karşılanmadı.

Askeri Yükün Dengesiz Dağılımı

1991’de Irak’ın Kuveyt’i işgaline karşı gerçekleştirilen uluslararası müdahalede ABD yarım milyondan fazla asker gönderdi. Buna karşın İngiltere, Fransa ve İtalya’nın toplam katkısı yalnızca 93 bin askerle sınırlı kaldı. Almanya ise askeri operasyona doğrudan katılmak yerine yalnızca mali destek sağladı. Bu tablo, ABD’li yorumcu Charles Krauthammer’ın ülkesini “yalnız süper güç” olarak tanımlamasına yol açtı.

1990’ların sonunda NATO öncülüğünde Sırbistan’a yönelik düzenlenen hava harekâtı da büyük ölçüde ABD tarafından yürütüldü. Amerikan uçakları saldırı görevlerinin yüzde 70’ini, savunma görevlerinin ise yüzde 90’ını üstlendi. Amerikan istihbarat desteği olmaksızın operasyonun başarıya ulaşması neredeyse imkânsızdı. Nitekim önde gelen bir Alman diplomatın itiraf ettiği üzere, “Kosova bizim için iki ya da üç beden fazla büyüktü.”

2003’teki Irak Savaşı, ABD’nin Avrupa’ya dair bu algısını daha da pekiştirdi. Almanya ve Fransa gibi ülkelerin savaşa karşı çıkması, şahin Amerikan sağında sert bir dile yol açtı; bu ülkeler “Avrupa’nın zayıfları” olarak yaftalandı ve alaycı ifadelerle hedef alındı. Savaşın en ateşli savunucularından ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in militarist ve aşırı erkeksi bir figür olarak yüceltilmesi de bu dönemin ruhunu yansıtıyordu.

“Önce Amerika”dan Demografiye

Bugün “Önce Amerika” çizgisindeki muhafazakârların, bir zamanlar Avrupa’da dile getirilen Irak müdahalesi eleştirilerini sahiplenmesi dikkat çekici. Onlara göre bu, ABD’nin savaşı değil. Buna rağmen Avrupa’nın —özellikle Ukrayna’ya verilen destek konusunda— ABD’ye olan sürekli bağımlılığı, askeri zayıflık algısını güçlendirmeyi sürdürüyor.

Dünyaca ünlü plajda silahlı saldırı: 12 ölü, çok sayıda yaralı
Dünyaca ünlü plajda silahlı saldırı: 12 ölü, çok sayıda yaralı
İçeriği Görüntüle

Bu noktada tartışmaya yeni bir unsur ekleniyor: nüfus.

Askeri müdahaleler bağlamında şekillenen Avrupa karşıtı duygular uzun bir geçmişe sahip. Ancak bugün Avrupa’nın yerli nüfusundaki azalma, ABD ulusal güvenlik stratejisinin yeni ve merkezi bir unsuru haline gelmiş durumda.

Aşırı Nüfustan Demografik Çöküş Korkusuna

Modern tarihte nüfus eğilimleri her zaman kaygı kaynağı oldu. 18. yüzyıl sonundaki Malthusçu gıda kıtlığı korkularından, 20. yüzyıldaki küresel aşırı nüfus endişelerine kadar uzanan bu tartışmalar, Atlantik’in her iki yakasında da güçlü yankılar buldu.

Avrupa ve Amerika’daki düşünürler, nüfus tartışmalarının şekillenmesinde belirleyici rol oynadı. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde doğurganlık oranlarını düşürmeyi hedefleyen küresel kampanyalar, uzun süre Batılı nüfus politikalarının merkezinde yer aldı.

Bugün ise tablo tersine dönüyor. Aşırı nüfus tartışmaları sürse de, nüfus azalmasına dair endişeler hızla öne çıkıyor.

Bu dönüşümün en görünür simalarından biri Elon Musk. Musk, yalnızca çok sayıda çocuk sahibi olmakla kalmadı; demografik düşüşü açıkça siyasi bir mesele haline getirdi ve doğum oranlarındaki gerilemeyi “uygarlığın karşı karşıya olduğu en büyük tehdit” olarak tanımladı.

Avrupa’da Demografi ve Popülist Sağ

Avrupa’da azalan doğurganlık oranları, özellikle popülist ve göçmen karşıtı partiler tarafından sahipleniliyor. Bu söylem, gerçek demografik verilerle desteklendiği ölçüde toplumsal karşılık buluyor. 1990–2020 yılları arasında Orta ve Doğu Avrupa’nın nüfusu yüzde 8 oranında azaldı. En dramatik düşüşler, nüfusunun yüzde 24’ünü kaybeden Bulgaristan ve yüzde 17’sini kaybeden Romanya gibi görece yoksul ülkelerde yaşandı.

ABD ve Avrupa’daki sağ popülist hareketler, yerli doğum oranlarının artırılmasını savunuyor. Bunu, refah devletlerini ayakta tutmak için göçmenliğe dayandığı düşünülen Batı Avrupa modeline bir alternatif olarak sunuyorlar.

Sosyolog Ivan Krastev ve hukukçu Stephen Holmes, 2020 yılında Journal of Democracy dergisinde yayımlanan çalışmalarında, demografik çöküş kaygısının “asimile edilemeyen yabancıların ulusal kimliği sulandıracağı ve toplumsal bütünlüğü zayıflatacağı korkusu” şeklinde tezahür ettiğini vurguluyor.

Macaristan Başbakanı Viktor Orbán ve Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vučić’in açıklamaları bu dünya görüşünü açık biçimde yansıtıyor. Orbán, Batı Avrupa’dan farklı olarak “Biz sadece sayı istemiyoruz, Macar çocukları istiyoruz. Bizim için göç teslimiyettir” sözleriyle bu yaklaşımı özetliyor. Vučić ise demografik bir dönüşüm yaşanmadığı takdirde Sırpların kendi ülkelerinde varlıklarını sürdürme şanslarının azalacağı uyarısında bulunuyor.

Benzer söylemler Almanya’daki AfD’den Fransa’daki Ulusal Birlik’e kadar pek çok Batı Avrupa partisinde karşılık buluyor ve Donald Trump’ın başkanlığı döneminde ABD siyasetinin de ayırt edici unsurlarından biri haline geliyor.

Sonuç: Güvenliğin Yeni Ekseni

Sonuç olarak, yeni ABD ulusal güvenlik stratejisi, Atlantik’in her iki yakasında muhafazakâr sağın demografik düşüşü temel bir siyasal kaygı olarak ele aldığı daha geniş bir yeniden yapılanmanın doruk noktasını temsil ediyor. Algılanan bu gerileme, artık ABD ulusal güvenlik düşüncesinin temel direklerinden biri haline gelmiş durumda.

Washington’ın Avrupa’daki sağ popülist hareketleri güçlendirmeye yönelik girişimleri ise önümüzdeki yıllarda transatlantik ilişkilerde istikrarsızlık ve kutuplaşmayı derinleştirebilecek yeni gerilim alanları yaratma potansiyeli taşıyor.

Assistant Professor in Modern European History, Dublin City University

Muhabir: Güven BOĞA