ertyyyy

Mutlu muydunuz, yoksa biraz kırgın mı hayata?

Belki de tüm yorgunları gecede bırakmak yerine sabaha taşıyarak daha da bir yoruldunuz. Sonra sırtınızda bin bir yükle duşa girip kederlerinizi de ıslatarak daha ağır çekmesini sağladınız.

Bu tam olarak neye benziyor biliyor musunuz? Hani iki günlük tatile kaçmak için sizi kurtaracak bir sırt çantası yerine kocaman bir valizi tercih edersiniz ya! İşte o. Şunu da koyim bunu da koyim, belki buda lazım olur, ha birde bunu da şuraya sıkıştırayım derken, iki mayo, iki tişörtle iki günü geçirip sadece hamallık yaptığımız, dönüşte de valizinizdeki eşyaları yıkayıp tekrar yerine kaldırmak gibi gereksiz işlere soyunmaktan başka bir şey değil. Az eşya az insanla hayat güzel. Malum hayat kısa, bazı mutlulukların tekrarı yok, zamanın ise asla geri dönüşü yok. Her gün hanene yüklenen günlük kontörün bir gün biteceğini bile bile boşa harcadığımız hayatın her anına her saniyesine ihtiyacımız olduğunda her şey için çok geç kalmış olacağız. Herkes bilir ki bazıları hayatı yazar, bazıları yaşar, bazıları ise sadece konuşur, birde öyleleri vardır ki nasihatte bulunur, sizi uyarır, kendinize gelmeniz için söyler de söyler, bilin ki o tip insanların kendine bile hayrı yoktur, (benim gibilerin mesela) çokta şey yapmayın yani…!

Elbet şimdi bana soracaksınız sen bir sabaha nasıl uyanıyorsun? Kâbuslar görüp kan ter içinde mi, sancılı bir geceye keder doğurarak mı, ya da gözlerini açar açmaz yeni bir güne tebessüm ederek mi?

İçimdeki sıkıntıları yarın akşam tekrar kucaklamak için yastığımın üzerine bırakarak güne başlamak gibi tüm zırvalıkları yazmak isterdim ama konu yalnızca ben değilim.

Konu siz, biz, onlar ve ne olursa olsun uyanamayanlar!

Her şeyin güllük gülistanlık ve harika gittiğine dair efsaneler etrafta dolaşmasına rağmen bizi buna kim inandırabilir diyoruz? Aslında tüm mesele işte burada, ya uyanmış gibi yapıyoruz ya da inanmış gibi davranıyoruz.

Bu ikisi arasında arafta kalmış gibi bir güne uyanmak sizi ne kadar mutlu edebilir ki. Geçmiş tarihe bakılırsa teknoloji bakımdan üstün zamanlar yaşıyorduk lakin insanlık açısından zamanların en kötüsü. Bilimde çığır açmışken bir taraftan da cahilliğin dibinde karanlık bir yere gömülmüştük. Bahar vardı ama biz hala üşüyorduk. Yani her şeyimiz var gibiyken aslında hiçbir şeyimiz yoktu. Cenneti vaat etmişlerdi lakin cehenneme girmek için sıraya dizilmiştik.

Tek tek değil, toplu mezarlara atılmıştık.

Kimsenin çukurunun başında ismi yazmıyordu bir tek ölüm nedenimize mukadderat yazılmıştı. Yani bir gün herkes ölecekti. Yaşarken herkesin kendine münhasır bir tarzı vardı ama ölünce herkes birbirine benzer. Yani boylu boyunca uzanmış, suskun, kıpırtısız, gözleri kapalı, sadece ağzı gördüğü şey karşısında hayretler içerisinde açık! Ölürken tek derdimiz ağzımızı kapalı tutamamamız değildir herhalde! Varsa bir ruhumuz şayet, rahat edeceği bir yere oturup tüm bu olanları izlemekle meşgul olabilir. Ve siz, yani biz, yani onlar her şey için geç kalmış olabiliriz. O yüzden hala gözlerinizi açıp ağzınızı kapatabiliyorsanız ve hala tek parça olarak güne uyandıysanız bu hayatı tüm ekşiliğiyle tüm heyecanlarıyla kabul edip yeni bir güne göz kırpabilir, hala sevmeye zaman ayırabilir ve geriden gelenler için mücadeleye devam edebilirsiniz. Yalnızca aynada kendinize tebessüm etmeyi unutmayın, gerisini de çokta şey yapmayın…,

Gülay MORGÜL