İnsan DNA’sı milyonlarca yıllık yaşamın birikimidir. Her hücre, geçmişin izlerini taşır. Nasıl ki beden genetiğine uymayan organı reddederse, toplumlar da tarihsel genetik kodlarına uymayan sistemleri reddeder.

İnsan doğuştan belirli bir yapıya ve genetik kodlara sahiptir. Toplumların ve devletlerin de tarihsel genetik kodları vardır. Bu kod, yüzyıllar boyunca birikmiş kültürel, siyasal ve kurumsal deneyimlerin toplamıdır. Beden genetiğine aykırı bir organ nasıl reddedilirse, ülke ya da ülkeler de kendi tarihsel genetiğine uymayan yönetim biçimlerini doğal olarak reddeder. Türkiye’nin siyasal genetiği, monarşiden cumhuriyete uzanan ‘parlamenter’ bir karakterdir. Bu nedenle, bu genetiğe uymayan her sistem zamanla toplum tarafından geri itilmekte, kurumsal doku tarafından reddedilmektedir. Türkiye bugün, siyasal ve ekonomik krizlerin ağırlığı altında yönünü arıyor. 2017 referandumuyla geçilen başkanlık sistemi, sadece anayasal bir tercih değil, aynı zamanda tarihsel bir kırılma olarak da değerlendirilebilir.

Peki, bu sistem Türkiye’nin siyasal genetiğine uygun mu? Araştırmalarım göre dünyada yaklaşık 40-45 ülke başkanlık, 20-25 ülke yarı başkanlık sistemiyle yönetiliyor. Başkanlık sistemleri özellikle Amerika kıtasında yaygınken, yarı başkanlık modelleri Avrupa ve Afrika’da görülüyor.

Başkanlık sisteminin özellikle Amerika kıtasında kök salmasının en önemli sebebi sömürgecilik tarihi, devlet inşası biçimleri ve toplumsal sınıf yapılarıyla ilgilidir. Amerika Avrupa’daki gibi köklü monarşik veya feodal bir geçmişe sahip değildi. Bu nedenle halk egemenliğini, ulusal kimliği tek bir figürde sembolleştirdiler. Başkanla. Ayrıca, Amerika tarihinde Monarşi imparatorluklarındaki gibi bir Kral olmadı. Kral yerine ise seçilmiş bir başkan kondu. Latin Amerika ise örnek alabilecekleri cumhuriyet modeli ABD başkanlık sistemiydi.

Bir diğer önemli soru ise şudur: Ülkelerin demokrasi geçmişi kurulacak yeni sistemi etkiler mi? Bu ülkelerin (Amerika Kıtası) çoğu zengin doğal kaynaklara sahip. Ancak bu zenginlik her zaman refah getirmiyor; aksine, ‘kaynak laneti’ denilen bir duruma dönüşerek otoriterleşmeyi hızlandırabiliyor. Başkanlık sistemlerinde gücün tek merkezde toplanması, demokratik denetimi zayıflatıyor ve siyasal yozlaşmayı artırıyor. Bu yozlaşmanın sonucu Siyasal Parti (+Kaynaklar) = Devlet denkleminin oluşmasına neden oluyor. Parlamenter sistem de ise kaynaklar denetimine bağlı olduğu için Kaynak = Kamu malı gibi bir denklem oluşur.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan tarihsel sürece baktığımızda ise, Türkiye’de meclis, danışma ve istişare kültürü çok erken yerleşmiştir. 1839 Tanzimat Fermanı’yla hukuk fikri yönetime girmiş, 1876’da Kanun-i Esasi ile meclisli monarşi doğmuştur. 1908’de II. Meşrutiyet ile parlamenter kültürün temelleri güçlenmiş, 1923 Cumhuriyeti ise bu mirası halk egemenliğiyle taçlandırmıştır. Atatürk döneminde bile meclis üstünlüğü esası korunmuş, yürütme organı yasamanın üzerinde değil, onun denetimi altında çalışmıştır. Çok partili döneme geçiş ve 1961 Anayasası, meclis merkezli yönetim anlayışını daha da derinleştirdi. Türkiye’nin siyasal refleksi, kişisel liderlikten çok kolektif (çoğulcu) aklı önceler.

Bu nedenle başkanlık sistemi, kısa vadede bir çözüm gibi görünse de uzun vadede Türkiye’nin siyasal genetiğiyle uyumsuzdur. Gerçek kurtuluş, güçlü bir meclisle, hesap verebilir bir yürütmeyle, emeğin, adaletin, ekolojinin ve insan haklarının öncelendiği bir demokrasiyle mümkündür. İnsan bedeni genetiğine uymayan dokuyu nasıl reddederse, Türkiye de kendi tarihsel ve siyasal genetiğine aykırı yönetim biçimlerini reddedeceğini düşünüyorum.