Hiç açlıkla sınandığınız zamanlar oldu mu? Sevgiye, aşka, hayata, inanmaya, yaşamaya, belki biraz da yemeğe. Ötelediğiniz her ne varsa yemeğe dair midenizde ülseri oluşturuyor, diğerleri ise kalbinizde. Midenizdeki ülser tedavi ile geçse de kalbinizde açlık hissettiğiniz şeyler öyle derin yaralar bırakıyor ki iyileşmesi bırakın zaman almayı tam bir cehenneme dönüşüyor. Aşkın şiddetinin sevgiye dönüşme zamanına kadar yaşananların kalpte bıraktığı tahribat bir atom bombası niteliğinde, buna rağmen tüm çabamız o duyguyu yaşamak için nedense.

Belki küçük biran için yaşayacağın mutluluğu gelecekteki tüm günleri mutsuzlukla sonuçlandırmaya razı gelmek büyük bir cesaret örneğidir kim bilir? Sorsam kim böyle yaşadı? Herkes parmak kaldırır sanırım. Aslında aşk sizi bir yerden alıp başka bir yere götürüyor ve bazı yangınlar ne yaparsanız yapın hiç sönmüyor. Mesafelerin, imkânsızlıkların, arzuların, tutkuların sizi siz olmaktan çıkardığı zamanlarda verdiğiniz kararlar akıl tutulmasından öteye gidemiyor. Yine de aklımızın tutulmasını seviyoruz, yoksa nasıl doludizgin heyecanlar yaşanırdı, nasıl filmlere, romanlara konu olurdu kavuşulamayan aşklar. Şairler neyi yazardı şiir diye, şarkılar hangi uzak mesafeleri birleştirirdi gönüllerde. Bir müzik tınısında nasıl dans ederdi kalpler. Yoksa aşk aslında bir mucize mi sadece bazılarının gördüğü! Ki bana kalsa aşk; hislerin sese, gürültüye hatta kıyamete bürünmüş hali. Öyle yoğun öyle taban ya da bazen öyle tavan ki yükseldikçe kanatsız nasıl uçtuğuna şaşarsın ta ki düştüğünde tabana yapışmış halini resmettiğinde anlarsın ve aradaki boşluk hiçbir kelimelerle yeteri kadar anlatılamaz. O yüzden duyguların dizilimi psikolog koltuklarında çocukluğuna inmekten geçer. Oysaki o kadar uzun bir merdiven yok, bunu kimseler bilmez! Bizse oturduğumuz deri koltuklarda çocukluğumuza inip top koşturduğumuzu sanırız kırklı yaşlarda.

Hayat durmuyor biliyoruz. Zaman, zamansız akıp gidiyor tutamıyoruz. Aşk, iki elimizin arasında kaybolan bir gençlik. Nasıl geldiğini anlamadığın ama nasıl gittiğinin farkına varırken kalbinin tuzla buz olduğunu gösteren bir aynadan ibaret sadece. Ve hepsi hileli…! Birine aldanmaksa iki kişi arasındaki hırsızlık, kimin neyi çaldığı filmin sonunda belli olan. Güzel bir rüyanın kâbusa dönmeden önceki son halinde uyanmak istense de karabasan çökmüş gibi parmağını kıpırdatamamak tahrip ediyor tüm bedeni. Kan ter içinde uyandığın günlerin adı aşk olmaktan çıkıyor, elinde birkaç pimi çekilmiş bombayla kalakalıyorsun ortada. Ölmek an meselesi, sevmekse bir ömür süren garip bir serüven… Yine yaşamayı tercih etmekten başka şansımız kalmıyor aslında, çünkü sonrasını bilmemek her zaman korkutucu gelmiştir insana. O yüzden ölmek biraz daha bekleyebilir! Lakin hayat belli bir duruştan sonra fazlasıyla ikna edici! Başaramadıklarını kabullenmek zorunda kaldığında mecburi alışkanlıklara dönüşüyor davranışlar ve yeni kapılar açılıyor önünde zorlamaktan vazgeçtiğin! Yani hala âşıksan zorladığın, değilsen vazgeçtiğin hayatlara yelken açtığında bir eksikte olsa derinlere yol alıyorsun. Vazgeçmek ya da vazgeçilmek burada anlam kazanıyor. Durduğunuz yerden ne kadar uzağı görüyorsanız hayatınız ondan ibaret, o yüzden hayallere ihtiyacımız var, biraz sevdaya düşmeye, biraz acılardan beslenmeye, biraz da oyalanmaya ihtiyacımız var belki de biraz yara berelere sarıp sarmalanmaya ama asla imkânsızlığa, olmazlara değil.

GM