Toplumun görünmeyen ya da daha az görünen katmanlarında, eşitsizlik sadece dikey eksende değil, yatayda da işlemektedir. Bu durum, "yatay düşmanlık" (horizontal hostility) olarak adlandırılır. Benzer baskıları yaşayan gruplar, sistemin öğrettiği normlara tutunarak birbirine karşı düşmanlaşır. Aynı baskı düzeninden çıkan, benzer şekilde dışlanan, ayrımcılık deneyimlemiş gruplar, her zaman birbirine destek vermez. Kimi zaman bir azınlık grubu, başka bir azınlığın hak mücadelesini, kendi grubunun güvenliğine yönelik bir tehdit olarak algılar. Bu algı, psikolojik değil, yapısal temelli olarak da şekillenir; çünkü mevcut toplumsal kaynakların adaletsiz dağılımı, gruplar arası rekabeti teşvik eder niteliktedir aslında (Sidanius & Pratto, 1999).
Zor hayatlar yaşamış, sürekli tehdit algısı yaratan koşullarla varolma çabası göstermiş gruplara bakıldığında, basit bir gerçeği görüyoruz: İnsan zihni zorlu koşullarda "hayatta kalma odaklı" işlemeye başlar (Hobfoll, 1989). Psikolojik kaynakların (güvenlik, sosyal statü, kabul) sınırlı olduğu inancı, kişinin dış dünyayı sıfır-toplamlı bir yarış olarak algılamasına yol açar. Yani kişiye göre başkasının kazanımı, kendi kaybıyla eşdeğerdir. Başka bir grubun görünürlüğü, kazanımı veya hak talebi, bir diğer grup tarafından konumunu daha da zayıflatan bir tehdit gibi algılanabilir (Esses et al., 2001). Özellikle yoksulluk, göç, etnik dışlanma gibi alanlarda büyümüş bireylerde bu mekanizma daha keskin çalışabilir. Sosyal kaynaklara erişimin adaletsiz olduğu bir dünyada, "diğer" gruplara alan açmak, bilinçdışı bir şekilde, kişinin kendi alanını daraltması olarak algılanabilir.
Gruplar arası dayanışmanın önündeki bir diğer engel, literatürde Competing Victimhood (Yarışan Mağduriyet) olarak bilinir (Noor et al., 2008). Bu durum, farklı grupların kendi mağduriyetini önceliklendirmesi ve diğer grupların acısını gölgede bırakması şeklinde ortaya çıkar. Özellikle tarihsel olarak dışlanmış, kimlik mücadelesi vermiş gruplarda, "biz daha çok acı çektik", "bizim sesimiz daha çok bastırıldı" gibi söylemler, dayanışmayı zayıflatır. Çünkü acının bir ölçüsü, sıralaması olduğu yanılgısı, kolektif empatiyi zedeler. Birey, zaman içerisinde, öncelikle kendi varoluşunu ve güvenliğini koruma refleksi geliştirir. Başkalarının hikâyesine alan açmak, bu koşullarda daha fazla uğraş isteyen, zor bir süreç hâline gelir. Mağduriyet hissi grup kimliğinin merkezine yerleştiğinde, diğer grupların acısına duyarsızlaşmanın yaygınlaştığını gözlemlenebilir.
Paulo Freire'nin "Ezilenin Pedagojisi" kavramından yola çıkarak, baskıcı sistemin değer yargıları, ezilenler tarafından da içselleştirilebilir. Bu, bireyin, kendisi baskı altındayken bile, sistemin ötekileştirdiği diğer gruplara karşı mesafeli veya önyargılı olmasına yol açar. Toplumsal baskılar sadece dışsal değildir; zamanla bireylerin ve grupların zihinlerine de sızabilir. Örneğin, sınıfsal dışlanma yaşayan birinin, göçmenleri tehdit olarak görmesi, bu mekanizmanın somut yansımasıdır.
Tüm bunlar olurken, dayanışmayı yeniden yeşertmek mümkün mü?
Gruplar arası empatiyi güçlendirmek için öncelikle travmanın, kıtlık algısının ve baskıcı sistemin kişilerdeki yansımalarını farkında olmak gerekiyor. Yani cevap evet, ama tahmin edersiniz ki bu da kolay bir süreç değil. Önce birbirimizin hikâyesine alan açmak, içselleştirdiğimiz önyargıları sorgulamak ve şunu hatırlamak gerek: Hiçbirimizin acısı, başkasının varoluşuna tehdit değil.
Kaynakça
● Esses, V. M., et al. (2001). "The Role of Perceived Group Competition in Immigrant Exclusion."
● Hobfoll, S. E. (1989). "Conservation of Resources: A New Attempt at Conceptualizing Stress."
● Noor, M., et al. (2008). "When Suffering Begets Suffering: The Psychology of Competitive Victimhood."
● Sidanius, J., & Pratto, F. (1999). "Social Dominance: An Intergroup Theory of Social Hierarchy and Oppression."