Sosyal demokrasi, tarihsel olarak emek ile sermaye arasındaki mücadelede bir denge kurma, halk sınıflarının temel haklarını güvence altına alma ve toplumu daha adil, daha eşitlikçi bir yapıya kavuşturma idealinin siyasal ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılın sonlarında doğan bu hareket, 20. yüzyıl boyunca özellikle Avrupa'da sendikalarla, işçi partileriyle ve sosyal refah devletiyle kurumsallaşarak milyonlarca insanın yaşamını dönüştürmeyi başarmıştır. Sosyal güvenlik sistemleri, kamusal sağlık ve eğitim hizmetleri, toplu sözleşme hakkı, gelir dağılımında görece adalet ve sosyal hareketliliğin artırılması gibi çok sayıda politika, sosyal demokrasinin doğrudan kazanımları olarak tarihe geçmiştir. Ancak bugün, bu ideolojik miras büyük bir sınavla karşı karşıyadır.
Küresel neoliberal politikalarla birlikte refah devleti aşındırılmış, sosyal demokrat partiler piyasa dostu dönüşümlerle halkla arasındaki organik bağı zayıflatmış, sermayenin küresel gücüne karşı kolektif müdahale kabiliyeti törpülenmiş, bunun sonucunda da sosyal demokrasi birçok ülkede yalnızca geçmişin nostaljisiyle anılan bir hareket hâline gelmiştir. Oysa içinde bulunduğumuz tarihsel moment, tam da sosyal demokrasinin yeniden yükselebileceği bir fırsat alanı sunmaktadır: büyüyen eşitsizlikler, otoriter rejimlerin yükselişi, iklim krizinin toplumsal yıkımı ve temsili demokrasinin krizi, sosyal demokrasiyi yeniden kurmak için güçlü gerekçelerdir. Ancak bu yeni inşa süreci, geçmişin modellerini tekrar etmekle değil, çağın çelişkilerine cesurca müdahale etmekle mümkündür.
Bugün sosyal demokrasinin geleceğini inşa etmek isteyen her siyasal akıl, dört başlıkta derinleşen küresel krizi analiz etmek ve ona uygun yeniden yapılanma önerileri geliştirmek zorundadır. Bunların başında ekonomik eşitsizlikler gelir. Küresel kapitalizm, emeğin güvencesizleştirilmesi, taşeronlaşma, otomasyon ve platform ekonomileriyle birlikte tarihsel bir ücretli emek krizini doğurmuştur. Yoksulluk artık sadece azgelişmiş ülkelerin sorunu değil; merkez ülkelerde de orta sınıfın hızla erimesi, konut krizleri ve borçluluk oranlarının artmasıyla birlikte yaygın bir toplumsal gerçekliğe dönüşmüştür. Sosyal demokrasinin bu düzlemde yeniden söylem ve politika üretmesi gerekir.
Yalnızca yüksek vergilendirme değil, aynı zamanda üretim araçlarının demokratikleşmesini içeren kooperatif modeller, temel gelir güvencesi, evrensel hizmetler ve kamusal yatırımlar gibi araçlar bu yeni çağın emek merkezli politikalarını oluşturmalıdır. Ekonomide piyasanın insafına terk edilen alanların yeniden kamucu perspektifle düzenlenmesi, halkın çıkarlarını önceleyen bir kalkınma modeliyle mümkündür. Aynı zamanda bu dönüşüm, salt ücretli emekle sınırlı kalmamalı; bakım emeğini, ev içi emeği, göçmen emeğini ve dijital çağın görünmez emek biçimlerini de kapsamalıdır.
Demokrasinin aşınması, sosyal demokrasinin yalnızca bir ekonomi politikası değil aynı zamanda bir rejim savunusu olduğunun altını bir kez daha çizmektedir. Son yıllarda birçok ülkede seçimle gelen otoriter liderler, yargı bağımsızlığına, medya özgürlüğüne, akademik özerkliğe ve ifade özgürlüğüne saldırmakta, yurttaşlık haklarını sistemli biçimde budamaktadır. Sosyal demokrasi bu noktada yalnızca sandığa sıkışan bir siyaset tarzı benimsememeli, halkın karar süreçlerine doğrudan katılımını esas alan katılımcı modelleri hayata geçirmelidir.
Mahalle meclisleri, yurttaş forumları, katılımcı bütçeleme, yerel demokrasi araçları ve dijital katılım platformları bu bağlamda hem halkın siyasete olan güvenini onaracak, hem de sosyal demokrat partilerin toplumsal bağlarını yeniden güçlendirecektir. Temsili demokrasinin krizine yanıt, ancak halkın kolektif iradesine dayalı yeni kurumsal yapılarla verilebilir. Bu noktada kadınların, gençlerin, göçmenlerin ve marjinalleştirilmiş tüm kesimlerin siyasete eşit ve etkin katılımı sosyal demokrasinin yeniden kurucu gücü olmalıdır. Çünkü adalet yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda temsilde ve kültürel tanınmada da inşa edilmelidir.
Ekolojik kriz, sosyal demokrasinin geleceğinde merkezi bir önemde olmak zorundadır. Gezegenin doğal sınırlarını zorlayan fosil yakıt temelli büyüme modeli artık sürdürülemezdir. Kuraklık, iklim göçü, gıda güvenliği, afet riskleri ve çevresel tahribat; sadece doğa meselesi değil, aynı zamanda sınıfsal bir meseledir. İklim krizi en çok yoksulları, emekçileri ve kırılgan toplulukları etkilemektedir. Bu nedenle sosyal demokrasinin ekolojik dönüşümü adalet temelinde örgütlemesi gerekir. "Adil geçiş" ilkesine bağlı olarak kömür bölgelerinde çalışan işçilerin haklarının korunması, yeşil iş alanlarının yaratılması, enerji demokrasisinin tesisi ve kamusal ulaşımın güçlendirilmesi, hem ekolojik hem de sosyal hedefleri bütünleştiren bir politik zemini doğuracaktır. Sosyal demokrasi, piyasaya terk edilen yeşil dönüşümün yerine planlı, adil ve katılımcı bir çevre politikasıyla toplumsal güven inşa edebilir.
Tüm bu kriz başlıkları, ulusal sınırların ötesinde bir koordinasyonu, yani enternasyonalist bir perspektifi zorunlu kılmaktadır. Sermaye küresel ölçekte hareket ederken, emek hareketlerinin ulusal ölçekte sınırlı kalması, sosyal demokratların etkisini zayıflatmaktadır. Bu bağlamda sosyal demokrasinin geleceği, uluslararası işbirliğiyle örülecek bir yeniden doğuşun içinde yatmaktadır. İstanbul’da düzenlenen Sosyalist Enternasyonal toplantısı bu ihtiyacı güçlü şekilde ifade etmiş, eşitsizliğe, otoriterliğe ve iklim krizine karşı küresel ölçekte ortak mücadele ağlarının kurulması gerektiğini vurgulamıştır.
Ortak kampanyalar, senkronize siyasal çıkışlar, bilgi ve deneyim paylaşımı, seçim güvenliği ağları, dijital veri izleme sistemleri ve gençlik dayanışma ağları bu yeni enternasyonalist stratejinin yapı taşları olabilir. Bu tür bir yeniden inşa süreci, sosyal demokrasiyi sadece parlamentolarda değil, sokaklarda, üniversitelerde, dijital mecralarda ve gündelik yaşamda da etkili kılacaktır.
Sosyal demokrasinin geleceği, sadece geçmişteki başarılarla övünmekle değil, bugünün krizlerine karşı halkın güvenini yeniden kazanacak bir vizyon ve irade ortaya koymakla mümkündür. Bu vizyon, neoliberalizmin öğrettiği bireyselleşmeye karşı kolektif yaşamı, piyasalaşmaya karşı kamusallığı, kutuplaşmaya karşı ortak iyiyi, umutsuzluğa karşı ise örgütlü umudu savunmayı gerektirir. Gelecek, teknokratik çözümlere değil, halkçı ve radikal demokratik yaklaşımlara açılacaktır.
Eğer sosyal demokrasi, bu tarihsel momenti doğru okuyarak kendi içinde hem ilkesel hem yapısal dönüşümünü gerçekleştirirse, yalnızca bir ideoloji olarak değil, yeniden bir toplumsal hareket olarak güç kazanacaktır. Bu nedenle mesele bir seçim değil, bir kuşak meselesidir. Şimdi görev, yeni kuşaklara umut, adalet ve özgürlük vaat eden bir sosyal demokrasi inşa etmektir. Bu yalnızca mümkündür demekle değil, kararlılıkla, cesaretle ve örgütlülükle mümkündür. Sosyal demokrasi geleceğini yeniden kurabilir – yeter ki halkla yeniden bağ kursun, dönüştürücü bir cesaret göstersin ve enternasyonalist bir ufku pusulası yapsın.
--
Muratcan IŞILDAK