Ama yapmadı…,

Bazen nasıl başlayacağını bilmezsin cümleye, ekranda öyle başıboş dolanırsın ne bulurum diye. Oysa kaybettiklerimi arıyordum, düzeltiyorum kaybettiklerimi değil, ben çaba göstermeyince biten bir aşkı desem daha doğru olacaktı.

Sevda, çok sancılı bir hastalık. İçinde bin bir evresi olan duygu durum bozukluğu. Mesela çok özlediğinde önce fotoğraflarına bakıyorsun, daha da depreşince özlemin mesaj yazayım diyorsun ve son cümleye geldiğinde dakikalarca düşünerek yazdığını saniyeler içinde geri siliyorsun, sonra kalbine bir ağırlık çöküyor, her gelen mesaj sesi ondanmış gibi gözlerin telefona yapışıyor, sonrası zaten derin bir yalnızlık! Bir zamanlar onunla dolu hayatının birdenbire uzay boşluğuna dönüşmesi seni arafta bırakıyor, ne ayağın yere değiyor ne kafan göğe…! İçtiğin su midene ulaşmadan kusasın geliyor, seni yere çeken koca dağ gibi sevda çıkıp gitmiş yüreğinden o yüzden bir türlü kavuşmuyor ayakların dünyanın tabanına. Her rüzgârda uçuşup duruyorsun, tutunabilmek imkânsız gözlerine. Yerle yeksan olmuş her yer, sanki hiç olmamışsın gibi hayatında, bocalıyorsun birden. Sonrası zaten ağır bir sıtma en terlisinden. Bir insanın kemikleri sızlar da ruhu da böyle sızlar mı dersin? Hem de nasıl! Söylenildiği gibi aşk heyecanlı bir şey değil, anlıyorsun. Aşk tehlikeli bir eğlence! Lunaparktaki en sevimsiz gemi de tepeye vardığında kollarını bırakıp ayağa kalkmak gibi. Düşmek an meselesi de mesele bu değil! Mesele yanındakinin seni tutmaması, mesele birazda güvenmek için kendini aşağıya bırakmak. Al sana depresyon! Öldün mü biraz daha! Kimse anlatmaz bak bunları. Her dilde özlem şarkıları söylerler aşka dair, seni seviyorum naraları, asla bırakmam yalanları… Mevzu bu ya YALAN! İlk kavşakta arabadan atılmak! Oysa her şey gibi güzel başlar hikâye Âdem ile Havva’dan. Sonra dağları deler de Kerem, Aslı yine de iflah olmaz, Mecnun delirse de Leylasına bir türlü kavuşamaz… Yani hiçbir hikâye güzelliklerle bitmemiş ki ne bekliyoruz hayattan. Her derdi içine atıyorsan da sonra o derdi içinden atamamak kötü. Anlayacağın az yaşayıp çokça ölüyoruz bu aralar yoksa hep mi böyleydi hayat, orası karmakarışık. Yine de düşünmeden edemiyor insan sevdaya kaç var? Çeyrek saatler mi? Yoksa bir ömür mü? Özlemin tavan yaptığı zamanlarda aklım hep kayıp. Aramaktan yorgun düştüğüm zamanlarda uyuyakalıyorum, gece bile üstümü örtmekten aciz. Yaşamak şöyle dursun yazamıyorsun artık, tek işin sevgiliyi beklemekmiş gibi (belki de öyle lakin benim bundan şimdilik haberim yok) sanki onsuz kalan zamanlarda yapılan hiçbir şeyin önemi yokmuş gibi, su bile içmek anlamsız olur mu? Yâda kahve, ben yazıyorum sen anla! Mevsimler zamansız hani, güneş çıkınca üşüyor, yağmur yağınca soyunuyorum hayallerimden, öyle çırılçıplak kalışlarım, sevgisiz! Yeme içmeyi bırak, uçuşan kelebekleri de boş ver, yorulmak bile sevdayla güzel değilse hepsi fazlasıyla sıradan kalmıyor mu? (Yine de özlüyorum, yapmamam gerek biliyorum) Buna rağmen yanımdan geçip giden zaman o kadar basit ve anlamsız ki tanrıyı gücendiriyor bu tavrım... Oysa ne gülmek istiyorsun nede yokluğuna ağlamak! Ben dursam da yolun ortasında vızır vızır geçen insanlar acılarımdan habersiz.

Yarına duyarsız, bugüne sabırsız, dünü hatırlamaya mecalsizim. Sanki o yokken zamansızım. Her şey eksik değil ama hiçbir şeyde tam değil. Aslında kelimelerin kifayetsiz kaldığı andayım. Sevdadan arta kalanlar kalbime emanetti ama o da bende değil. O yüzden canım acıyınca hisseder diye düşünüp aldanıyorum yine bu aralar. Love move yokmuş bu hayatta, sevdiğin tarafından incitilmiyorsan gerçek, değilse bir yalanın içinde kayboluyorsun ve en kötüsü de yalanlar içinde gerçeği aramak samanlıkta iğne aramaktan daha zormuş. Öğrendiğim tek şey sevdiğim kadar sevilmediğimdi, bu da bir şarjörün üzerine boşaltılmasından daha zordu. Çünkü duyduğum en anlamlı cümleydi “Aşk, söylediklerin değildir, aşk yaptıklarındır, Aşk neyi gerektiriyorsa onu yap”  

Ama yapmadı…,

Gülay MORGÜL