Siyasetin tarihi, kişisel dramların, ailevi bağların ve ideolojik tercihlerle örülü hikâyelerle doludur. Ancak bu hikâyelerden bazıları, yalnızca bireylerin değil; toplumların ve siyasi hareketlerin geleceğini de şekillendirir. 2010 yılında İngiltere’de yaşanan Labour (İşçi Partisi) liderlik yarışı, bunun en çarpıcı örneklerinden biriydi.
Aynı ailenin iki ferdi, David ve Ed Miliband kardeşler, aynı partinin liderliği için yarışa çıktılar. Bu manzara, ilk bakışta bir aile rekabeti gibi görünse de, gerçekte sosyal demokrasinin geleceği için verilen stratejik bir mücadeleydi.
İki Kardeş, İki Yol, İki Gelecek
David Miliband, Tony Blair ve Gordon Brown döneminde öne çıkan, merkeze yaslanan ve “Yeni İşçi Partisi” çizgisinin devamını temsil eden bir figürdü. Ona göre Labour, geniş kitlelere güven veren, piyasa ekonomisini ürkütmeyen, sosyal harcamaları dengeli tutan bir vizyonla iktidara yürüyebilirdi. Onun mesajı netti: Seçilebilirlik ve istikrar.
Ed Miliband ise farklı bir yol öneriyordu. 2008 ekonomik krizinin gölgesinde, neoliberal politikalara duyulan tepkinin yükseldiği bir dönemde, daha solda duran bir çizgiyle sahneye çıktı. Sendikaların ve parti örgütlerinin desteğini yanına aldı. Mesajı ise şuydu: Eşitsizlikle mücadele, çevreye duyarlı kalkınma, işçi sınıfının haklarını merkeze koyan yeni bir sosyal demokrasi.
Bu noktada, yarış bir “ağabey-kardeş çekişmesi” olmaktan çıkıp, partinin ideolojik yönelimini tayin edecek bir referanduma dönüştü.
İnce Hesaplarla Gelen Büyük Dönüm Noktası
Yarışın başından itibaren David favori görülüyordu. Anketler, medya yorumları, parti içindeki pek çok güçlü figür onun adını işaret ediyordu. Ancak Labour’ın o dönemde kullandığı “electoral college” sistemi, her şeyin seyrini değiştirdi.
Bu sistemde oylar üç farklı gruptan geliyordu: milletvekilleri ve Avrupa Parlamentosu üyeleri, parti üyeleri ve sendikalar. Her grup, sonucun üçte birini belirliyordu. İşte bu yapı, Ed Miliband’in lehine çalıştı. Sendikalardan gelen güçlü ikinci tercih oylarıyla öne geçen Ed, sonunda %50,7’ye karşı %49,3 ile zafere ulaştı.
Aradaki fark sadece 1,3 puandı. Ama bu kıl payı fark, partinin geleceğini değiştirdi. David Miliband siyasetten geri çekildi, Ed Miliband ise İşçi Partisi’nin lideri oldu.
Bu sonuç bize şunu gösteriyor: Siyasette yalnızca adayların değil, seçim sistemlerinin de tarihi belirlediğini. Eğer klasik üyelik oylamasıyla seçim yapılsaydı, muhtemelen David önde çıkacaktı. Ancak kurallar, yeni bir sayfa açtı.
Aile Bağları, Siyasetin Sert Yüzü ve Demokratik Olgunluk
Kardeşlerin yarışı, siyasette duygusal bağların nasıl sınandığını da ortaya koydu. İki kardeş, çocukluklarını, evlerini ve anılarını paylaşmıştı; ama şimdi ülkenin en köklü partisinin geleceği için rakip olmuşlardı. Bu tablo, dramatik olduğu kadar düşündürücüydü.
Ancak dikkat çeken nokta, yarışın saygı çerçevesinde yürütülmesiydi. Ne kişisel saldırılar ne de aile bağlarını zedeleyen açıklamalar oldu. Yarış bittiğinde Ed liderliği aldı, David ise olgunlukla geri çekildi. Bu durum, demokrasilerde kaybedenin kalabilme kültürünün önemini bir kez daha ortaya koydu.
Sosyal Demokrasinin Sınavı
Miliband kardeşlerin rekabeti, aslında sosyal demokrasi için bir yol ayrımıydı. Parti tabanı şunu tartışıyordu:
-
“Merkez” siyaseti sürdürerek iktidar yolunu güvenceye almak mı?
-
Yoksa sola açılarak yeni bir toplumsal koalisyon kurmak mı?
Sonuç, ikinci seçeneğe işaret etti. Ed Miliband’in seçilmesi, Labour’ın daha solda konumlanmasına kapı araladı. Fakat bu tercih, beraberinde riskler de taşıyordu: Parti merkez seçmeni kaybeder mi? İş dünyası ile ilişkiler gerilir mi?
Bu tartışmalar, yalnızca Labour için değil, tüm sosyal demokrat hareketler için geçerli sorulara ışık tuttu.
Türkiye İçin Ne Anlama Geliyor?
Türkiye’de de sosyal demokrat hareketlerin önünde benzer bir ikilem var. CHP ve onun etrafındaki sosyal demokrat örgütler şu soruyla yüzleşmek zorunda:
-
Gelecek, gençlerin ve kadınların enerjisiyle, tabanı genişleten daha katılımcı bir demokrasiyle mi inşa edilecek?
-
Yoksa statükoyu koruyan, dengeleri gözeten, “iktidar alternatifi” olmaktan çok “denge unsuru” rolü oynayan bir çizgiyle mi devam edilecek?
Miliband kardeşlerin hikâyesi bize şu dersleri veriyor:
-
İç rekabet, bölünme sebebi değil, yenilenme fırsatıdır.
-
Seçim sistemi ve kurallar, sonuçları belirler. O nedenle şeffaf, demokratik ve üyelerin iradesine dayalı yapılar hayati önemdedir.
-
Kaybedenin kalabilmesi, kazananın kapsayıcı olması demokrasinin asıl testidir.
Bugün Türkiye’de de parti içi yarışların ilke ve vizyon üzerinden yürütülmesi, sosyal demokrasiyi büyütmenin ön şartıdır. Aksi halde tartışmalar kişisel hesaplaşmalara indirgenir ve toplumsal güven kaybolur.
Sonuç....
Miliband kardeşlerin yarışı, sadece bir aile hikâyesi değildi. Bu, sosyal demokrasinin yönünü, değerlerini ve toplumsal tabanını sorgulayan bir dönemeçti.
Aradan yıllar geçti ama o yarış hâlâ şu soruyu gündemde tutuyor:
Sosyal demokrasi, geleceğini kimler için ve nasıl inşa edecek?
Bu soru, yalnızca Londra’da değil, Ankara’da da geçerliliğini koruyor. Çünkü sosyal demokrasi, hangi toplumsal kesimlere seslendiğini netleştiremediği sürece, geleceğini inşa edemez.