KAZIM ÇELİKKAYA: Tarihin Derinliklerinden Bir Öğretmen Hikâyesi
17 Nisan 2025'te, Köy Enstitülerinin kuruluş yıldönümü vesilesiyle ziyaret ettiğim Düziçi Köy Enstitüsü'nden geriye kalan harabelerin arasında dolaşırken, kendimi adeta tarihi bir yolculukta hissettim. Bedenim ve ruhum, o eski koridorlarda ve merdivenlerde gezinirken, tarihin acıtan izleri ruhuma işliyordu. Kim bilir, vaktiyle hangi çocuk ayaklar koştu şu tahta merdivenlerde? Hangi umut dolu küçük parmaklar gezindi suskun duran mandolinin tellerinde? Hangi parlak zihinler geleceği dokudu bu tozlu sıralarda? Şu geniş bahçe... Burada kimler hayaller kurdu? Zamanında bilim ve sanat üreten o değerli araç gereçler, şimdi tozlu vitrinlerin ardında, harabe bir halde can çekişiyordu.

Doğa, baharın taptaze renkleriyle kendini yenilemiş, her yeri yemyeşil bir örtüyle kaplamıştı; ne var ki, binalar üzerlerindeki kış kasırgasının izlerinden kurtulamamışlardı.
İnsanın insana yaptığı yıkımın kanıtı olan bu yapılar, yaşanan her şeyi anlatıyordu.
İşte bu duygu ve düşüncelerle etrafta gezinirken, elinde dosyalarla anılarını düzenlemiş olan Kazım Çelikkaya ile karşılaştım. O, önüne gelen her insana yaşadıklarını sanki bugünmüş gibi bir heyecanla anlatıyordu; sanki Enstitü ruhunu hâlâ yaşıyordu.


Kendisine Ceyhan'daki evine kadar eşlik ettim. Yol boyunca anlattı, anlattı...
Ben ise onu can kulağıyla, yürekten dinledim, dinledim…
O kadar çok etkilenmiştim ki, gözlerim doldu ve boğazım düğümlendi. Ona bunu belli etmedim; nedense utandım. Aslında "Bize nasıl kıydılar?!" diye boynuna sarılıp hıçkıra, hıçkıra ağlamak istedim.
Şimdi size kendisi ile yaptığım söyleşiyi sunuyorum.
Aydınlama neferlerine saygıyla…

Düziçi Köy Enstitüsü'nden, Düziçi İlk Öğretmen Okuluna
(Hilal Bal): Sayın Öğretmenim, dilerseniz hayatınızın dönüm noktası olan Köy Enstitüsü yıllarına gelmeden önce, doğum tarihinizden başlayabiliriz.
Kazım Çelikkaya: 15 Mart 1937 ama 1935 doğumlu da olabilirim tam net değil doğum tarihim.
(Hilal Bal): Köyde büyüdünüz değil mi? Yani mesela çobanlık gibi işler yaptınız mı?
Kazım Çelikkaya: Tabii neler neler... Aynı zamanda iki ay fabrikada da çalıştım. Çırçır fabrikasında. Tatil zamanı dayımın kuzularını güderdim. Dayım para yerine anneme iki kilo peynir verirdi. Para kimsede yoktu ki… Üretim, hep satmak için değildi. Birkaç ağa zengindi, onların elinde tarlalar vardı. O dönemde bir karış tarlası olanın da tarlayı işleyecek malzeme ve traktörü yoktu. Kırklı yıllardı, öküzü kağnıya bağlayıp sürüm yaparlardı.
(Hilal Bal): Yani köyün şartlarına aslında, yoksulluk diyebilir miyiz?
Kazım Çelikkaya: Kıtlık demek daha doğru olur. O senelerde herkes fakirdi ve ciddi bir kıtlık oldu. İkinci Dünya Savaşı'na katılmadık ama Churchill'in Yenice'ye geldiğini biliyorum mesela. Babam beni oraya kadar götürdü. İsmet İnönü'yü de Churchill'i de göremedim ama yanındaki subayların hepsini gördüm. Özel bir trenle gelmişlerdi.

(Hilal Bal): Peki, Köy Enstitüsü sınavını nasıl öğrendiniz?
Kazım Çelikkaya: İlkokul öğretmenim benden çok memnundu ve vazgeçemiyordu. Çünkü okumayı yazmayı daha önce biliyordum. Ben okumayı gazetelerden öğrendim. Babamın aboneliği vardı o zaman gazeteler trenden atılırdı. Babam gazeteyi her gün alıp okuduktan sonra görevlilerle bana gönderirdi okumam için. Babamın kulağı delikti, demiryolunda çalıştığı için her gün işe gidip geldikçe her şeyden haberi olurdu. Köy Enstitüsü’nden de haberdardı.
(Hilal Bal): Köy Enstitüsü macerası nasıl başladı?
Kazım Çelikkaya: Köyümüzde Mustafa Genç (Allah rahmet eylesin) vardı. Evi de yakındı. Babam onunla arkadaştı. Beni enstitü sınavına hazırladı, bana destek oldu. Sınav için, "10 yaşından küçük ve 15 yaşından gün almış olanlar giremez" deniyordu. O zaman ilkokul eğitimi 5 yıllıktı. İlkokulu bitirdikten sonra yaşımı büyütmek için babam Karaisalı'daki adliyeye gitti, dilekçe verdi. Hatta şimdi gibi hatırlıyorum: “Dede Ağa” denen bir adam vardı. Birinci Dünya Savaşı'na katılmış, kahramanlık göstermiş, savaştan dönünce de çiftlik sahibi olmuş. Biz babamla birlikte mahkemeye giderken yolda, Çakıt Irmağı kenarında kendisiyle karşılaştık. Babama, "Mehmet, nereye böyle?" dedi. Babam da "Mahkemeye gideceğiz, Kazım'ın yaşını büyüteceğiz" dedi. Dede Ağa, "Niye?" diye sordu. Babam da "Haruniye'de, Düziçi Köy Enstitüsü var, oraya götüreceğim" dedi. Dede Ağa da: "Gönderme yahu oraya! Orada çocukları namaz kılmayın, oruç tutmayın diye, dinsiz, imansız, Allahsız yetiştiriyorlarmış." dedi. Hayret bir şey değil mi? Savaşta bu ülke için mücadele etmiş, kahramanlık göstermiş birisi nasıl böyle düşünebiliyor? Hayret doğrusu. Dede Ağa'nın ünü vardı; oğlu, sülalesi nüfuzluydu hatta kardeşi belediye başkanı olmuştu. Ama bizim okumamıza karşı geliyordu.
(Hilal Bal): Maalesef böyle şeyler olmuş. Babanız ne yaptı peki?
Kazım Çelikkaya: Babam eski yazıyı da yeni yazıyı da bilirdi, iyi bir okurdu ve çok güzel yazısı vardı. Babam bu tür laflara hiç önem vermezdi, aldırmadı ve beni Enstitüye yazdırmak için uğraştı. Hatta sonradan kardeşlerimi de sınava girdirdi ve onlar da kazanarak okudu. Ama benim okula kayıt sürecim iki adım atıyorsak bir adım geri gitmişti. Mahkemeyi kaçırdık mesela, müracaat edememiştik. Kimlikte yaşım küçük olduğu için diploma aldığım halde bir sene okula tekrar devam etmek zorunda kaldım. Öğretmenim beni ilkokul beşinci sınıfta tekrar okuttu. Öğretmen: "Yalnız devamlı geleceksin, geç kalmak bile yok" dedi. Müfettiş geldi bir gün öğretmenime (kayıtsız diploma aldığım için) "Bak, bir kişi fazla" dedi. Öğretmenimin talebi ile bana bir soru sordu: "Saat dokuzda, akrep ve yelkovan ucu arasındaki mesafe 5 cm iken, dairenin alanı ne kadardır?" Esasında matematiğim kuvvetli değildi. Zaten öğrencilerin %99'unun matematiği zayıf olurdu. Ben sorunun cevabını akıl yürüterek bildim. Müfettiş, öğretmene, "Demek ki bu konuyu işlemişsiniz, devam, bu çocuk okula gelsin," dedi. Benden önce mezun olan '34 doğumlu bir arkadaşımız daha vardı. O, ben ve bir kişi daha girdik sınava; arkadaşım ve ben kazandık. Karaisalı'dan o yılın sonunda 21 kişi girdi sınava, 7 kişi kazandı.
(Hilal Bal): Çocuksunuz, yatılı bir okul, anneniz babanız yanınızda değil...
Kazım Çelikkaya: Aslında sınavı kazandığımı öğrendiğimde çok sevinmiştim. Bir an önce gitmek istedim. O dönem bayrama yakın bir zamandı büyüklerim bayramdan sonra gitmemi istediler ama ben bayramı beklemeden gitmek istedim. Çünkü çok heyecanlıydım, merak ediyordum. Babamla beraber yola çıktık. Babam beni okula bırakınca bir süre ailemi ve evde tavuklarımı, civcivlerimi, kedimi, köpeğimi bile özledim. Kardeşlerimi de öyle. Arkadaşlarım da özlüyordu ailelerini kimisi Yarbaşı'na gidip oradan memlekete kaçsak diye planlar yapıyordu. Onlar Karsantı (Aladağ) gibi uzak ilçelerden geliyorlardı. O zaman Karsantı ve Pozantı Karaisalı’ya bağlıydı.
(Hilal Bal): Yani siz başta özlüyordunuz evinizi.
Kazım Çelikkaya: Tabii. Dersler başlayınca unuttuk; günler, dakikalar nasıl geçiyor anlayamadık. Hep yeni bir hayat, yeni bir uğraş vardı. Cumartesi, pazar bile...
(Hilal Bal): Öğretmenler nasıldı? İlk başlarken mesela ağlıyorsunuz, üzülüyorsunuz...
Kazım Çelikkaya: Tabii, öğretmenler çok iyiydi. (Hep resimleri de var, zaten şöyle göreceksiniz.) Sınıf öğretmenimiz vardı ve sınıfın her şeyinden sorumluydu. Elbiseleri, ayakkabıları verirdi. Beykoz kunduraları gelirdi. Yazlık, kışlık elbise...
(Hilal Bal): Kıyafetleriniz devlet tarafından mı karşılanıyordu?
Kazım Çelikkaya: Tabii, yatılıydı. Bu yüzden yazlık ve kışlık giysilerimiz karşılanıyordu. Sonra üç ayda bir olan karne tatili çok hoş oluyordu. Gidip gelmek, bu yüzden daha kolay oldu alışmak.
(Hilal Bal): Tatiller nasıl oluyordu?
Kazım Çelikkaya: Yaz tatilinde öğrencilerin yarısı iki ay okulda kalır, yarısı ise tatile çıkardı. Tatile gidenler döndüğünde, okulda kalanlar tatile çıkardı.
(Hilal Bal): Peki okulda kalanlar ne yapıyordu?
Kazım Çelikkaya: Tiyatro ve daktilo kursu gibi faaliyetlere katılıyordu. Ben daktiloyu gördüğümde, "Bunu nasıl yapıyorlar acaba?" diye düşünmüştüm. Girdik, öğrendik. Tiyatro kursunda ise "Ressam Namık" rolünü oynadım. Hiç unutamam. Arkadaşlarım bana, "Ya Kazım, sen onu gerçekten ezberledin mi yoksa kafadan mı attın?" diye sorarlardı. İki ay boyunca okul aktifti. Bu süre zarfında en az 15 gün kurslara katıldık. Yani boş durmuyorduk. Daktilo kursu ve tiyatro kursunu hiç unutmam.
(Hilal Bal): Bize o dönemki öğrenim ortamınızı anlatır mısınız? Aldığınız dersler nelerdi mesela?
Kazım Çelikkaya: Mesela ilk olarak her sınıfta Atatürk'ün resmi önde, arkada İsmet İnönü'nün resmi olurdu; Türkiye haritası devamlı, Dünya haritası ise arkada, ortada olurdu. Bizde hem sanat dersleri vardı hem de mesela demircilik, marangozluk ve inşaat derslerimiz vardı. Sanat derslerinin yanı sıra, tarih, coğrafya ve yurttaşlık bilgisi gibi dersleri de okurduk. Bir taraftan da işçi gibi çalışır, uygulamasını da yapardık. Boş tuğlalarla binalar inşa ederdik. Her ay 'Köy Dergisi' adında bir dergi de çıkarırdık. Tarlada susam yetiştirdik... İlk sene, abilerimiz derdi ki: "Toplam 45 gün ders, 45 gün uygulama yaparız" Uygulama ve ustalara yardım vardı. Para ihtiyacımız yoktu. Devlet, Hazine'den bu araziyi (3.500 dönüm) almış, tarla sahiplerine parasını ödemiş. Orası, döner sermaye olarak işletiliyordu. Bak, o zamanlar köyümüzde traktör yokken enstitüde traktör ve biçerdöver, iki de kamyonumuz vardı. Hatta İnönü gelmeden önce bölge sakinleri tarafından kendisine bazı talepler iletilmiş. Mesela tren Yarbaşı İstasyonu'nda durmuyordu. Rampa olduğu için kalkamıyordu. (Bahçe'de dururdu.) bunun düzeltilmesi gibi taleplere rağmen O enstitü tarafından talep edilen ikinci kamyonu göndermeyi tercih etmişti. Ayrıca müzik salonumuz vardı. Okulda 200 mandolin, 2 piyano ve 5-6 keman bulunuyordu, mandolin zaten bizim milli çalgımızdı.
(Hilal Bal): Mandolinin şöyle bir özelliği var: Telli çalgı olduğu için saza yakın, kültürümüze daha yatkın müzikler çıkarılabiliyor. Hem de taşıması kolay, küçük ve ucuz.
Kazım Çelikkaya: Evet, ucuzdu, 2,5 liraydı. Müzik öğretmenimiz de çok ilgiliydi. Hatta bitirme sınavından yıllar sonra, müzik öğretmenimiz Mehmet Yener'i (Allah rahmet eylesin) ziyaret ettik. Okulda en çok kalan öğretmen oydu. 85 yaşında Adana Baraj Yolu'nda oturduğunu söylediler; iki kardeşimle beraber gidip ziyaret ettik.
(Hilal Bal): Okulda mandolin ve müzik derslerinde yetenekli olanlar ayrılıyor muydu? Herkesin yeteneğini keşfedebileceği bir sistem vardı, değil mi?
Kazım Çelikkaya: Tabii, herkes yeteneği doğrultusunda yönlendiriliyordu. Mesela sağlıkçı olmak isteyenler sağlık alanına gidiyordu. Sporcu olmak isteyenler ise ancak okulu bitirdikten sonra Gazi Eğitim Enstitüsü gibi yerlere devam edebiliyordu.
(Hilal Bal): Yani herkes öğretmen olmadı. Siz de beden eğitimine çok yatkınmışsınız.
Kazım Çelikkaya: Tabii, ben de beden eğitimi öğretmenliği istiyordum. Sınıf öğretmeni oldum. Her sabah yarım saat spor vardı, çevre temizliği vardı. Eğitimsel çalışmalar çoktu. İhsan Akev adında bir arkadaşımız, hazırlık sınıfı da okumuştu; onlar ikinci sınıfken biz birinci sınıftaydık. İhsan Akev'in sesi çok güzeldi, baritondu. Yaz aylarında Adana'da baktık ki, açık gazinolarda (o zaman Adana'da yazlık sinema ve açık gazino çoktu ) tango falan okuyor, sahne alıyordu. Yıllar sonra Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'ndan emekli oldu. İhsan Akev, Hüseyin İleri'nin yeğeniydi. Hüseyin İleri'nin adı, radyoda eskiden 'Yurttan Sesler' programında, sanatçı okuduktan sonra çalınan enstrümanların arasında tek tek söylenir ve sıkça duyulurdu. Millet bunu ezberlemişti.
(Hilal Bal): Daha önce Âşık Veysel'in okulunuza geldiğinden ve bir süre okulda sizlerle kaldığından bahsetmiştiniz. Bu anıyı detaylı anlatır mısınız?
Kazım Çelikkaya: Âşık Veysel'i önceden taş plaklardan tanıyordum. Köyde ya bir ya iki radyo vardı; herkes ajans haberlerini dinlemek için radyoya koşardı. Atatürk’ün ölümünün yankıları ve Erzincan depremi üzerine çıkan taş plakları ben de almıştım, onu bu plaklardan dinlerdim. Okulda da tesadüfen kapı nöbetçisiydim. İki kişi geldi, birinin gözleri görmüyordu, hemen önlerine düştüm ve müdürün kapısını çaldım. Müdürümüz, Azmi Gökmen (rahmetli, Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nde gelmişti) odasındaydı. İçeri girip, "Efendim, ziyaretçiniz var" dedim. O da "Tamam, gelsin" dedi. Misafir içeri girer girmez, müdürümüz: “Veyseeeel!” diye seslendi. Ben bunu duyar duymaz onun Âşık Veysel olduğunu anladım. O zamana kadar kendisini hiç görmemiştim sadece sesini duymuştum. Atatürk’e Ağıt ve Erzincan Depremi ile ilgili plaklarından dinlediğim türklerini hiç unutmam. Çok heyecanlandım, hemen koşup teneffüsteki çocuklara, "Vallahi Âşık Veysel geldi!" dedim. Herkes çok sevindi. Okulumuzda 10 gün kadar kaldı. Akşamları konser verirdi; özellikle bir konserini hiç unutmuyorum. Sınıflarda gezer, dışarıda bizimle konuşurdu. Ne yazık ki o zaman bir fotoğrafçı gelmediği için fotoğrafımız olmadı. Bir gün sohbetimizin birinde ona, "Veysel Amca, varlıklı biri sizi ameliyat ettirsen de gözleriniz açılsa daha iyi olmaz mı?" dedim. "Yok!" dedi, "Ben iç dünyamda şu anda o kadar rahatım ki, gözüm açıldığı zaman tahmin ettiğim gibi çıkmazsa, hayal kırıklığına uğrarım." dedi. Hatta biz aramızda, "Acaba rüya görüyor mu? Görüyorsa renkleri nasıl görüyor?" diye birbirimizi dürterdik ama utancımızdan soramazdık. Tarsus'ta Şadırvan Hanı'nda parasının nasıl çalındığını da anlatmıştı. Yanında gezdiği adam, samimi arkadaşıydı ve her şeyi ona emanetti. Konser sonrası toplanan parayı alıp yatıyorlar. Sabah kalktığında arkadaşı bakıyor ki, "Kapı kilitli, cüzdanı cepte, ama içinde para yok." "Bileydim gelmez idim ben bu Tarsus'a!" şiirinin hikâyesiydi.
Bilsem gelmez idim ben bu Tarsus’a
Bu gamlı gönlümü koymazdım yasa
Haber verdim inzibata, polise
Kapı kilitli, cüzdan cepte, para yok.
Öğretmen Kazım Çelikkaya ile birlikte çıktığımız tarih yolculuğunun ilk bölümünü burada noktalıyoruz. Ancak hikâye bitmedi. İkinci ve son bölümde; Düziçi Köy Enstitüsü’nün Düziçi İlk Öğretmen Okuluna dönüşümü, kendisinin mesleğe adım atışı, Fakir Baykurt ile kesişen yolları ve Büyük Öğretmen Boykotu anılarını konuşacağız.
Böylece tarihin izlerini sürmeye devam edeceğiz, ikinci bölümde buluşmak dileğiyle.