ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:

Öğretmenlik Mesleğindeki Sorunlar, Çözümler ve Laiklik

Söyleşi serimizin birinci ve ikinci bölümlerinde Öğretmen Mehmet Göl'ün anılarına değinmiştik. Üçüncü ve son bölümde ise kendisinin öğretmenlik mesleği ve laiklik üzerine görüşlerini öğreneceğiz.

Mehmet Göl, engin tarih bilgisiyle, Kurtuluş Savaşı sürecinde din adamlarıyla ilgili gerçekte yaşananları bize kısaca aktaracak.

Keyifli okumalar dileriz.

(Hilal Bal): Biraz da öğretmenlik mesleği üzerine konuşalım. Sizin döneminizde öğretmenlik nasıldı? Sizin için öğrenci ne ifade ediyordu? Bakış açınız neydi?

Mehmet Göl: Benim görev yaptığım dönemde, öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişki tek taraflı değildi. Öğretmen, otoriter veya diktatör bir konumda durmazdı. Örneğin; sınıfta yaptığım bir yanlışı öğrencim açıkça yüzüme vurup, "Hocam, o öyle değil," diyebiliyordu. Bunu dediklerinde onlara kızmazdım. Anlayışımız bu minvaldeydi.

Ancak 12 Eylül öncesi dönem, Erkek Lisesi'nde görev yaptığım süreç, anarşinin kol gezdiği dönemdi. O dönemde öğrenciler artık dejenere olmuştu, sınıflara hâkim olmak zordu.

(Hilal Bal): Yani sınıf hakimiyeti zorlaşmıştı.

Mehmet Göl: Evet, genel olarak sınıf hâkimiyeti kurmak çok zordu. Ancak kendi girdiğim sınıflarda en ufak bir disiplinsizlik yaşandığını anımsamıyorum.

(Hilal Bal): Tam da bu noktada şunu sormak istiyorum hocam. Ben 2003 yılında atandım. O dönemde, Öğretmen Okulu mezunu öğretmenlerle çalışma fırsatım oldu, şimdi emekli onlar… Bu öğretmenler, 50-60 kişilik "hayta" diye tabir edilen zorlu sınıflarda bile inanılmaz bir hakimiyet kurabiliyorlardı. Başka öğretmenlerin ağlayarak çıktığı o sınıflarda, onlar bambaşka bir otorite sağlardı. Bunu nasıl başardıklarına hep şaşırırdım.

Ayrıca dikkatimi çeken bir diğer nokta şuydu: Benim branşım Psikolojik Danışma ve Rehberlik (PDR). Öğretmen Okulu mezunu bu öğretmenler her bir öğrenci hakkında bana en ince detayına kadar bilgi verirdi. Diğerler arkadaşlarda bunu göremezdim. Peki, aradaki bu fark neyle ilgili? Sizi bizden ayıran, o hakimiyeti ve ilgiyi sağlayan şey neydi?

Mehmet Göl: Zamanla sistem öğretmeni yıprattı, ekonomi de buna tuz biber ekti. Öğretmen hem zihinsel hem de fiziksel olarak liderlik vasfını ve sınıf hakimiyetini kaybetti. Düşünebiliyor musun? Sınıfa mantolu, başı bağlı bir kadın veya kara sakallı bir erkek giriyor. Öğrenci, kılık kıyafeti böyle olan birini baştan ciddiye almıyor; "Bu nasıl öğretmen?" diye sorguluyor. Açıkçası, Öğretmen Okulları kapandıktan sonra eğitimin şirazesi bozuldu, kalite düştü.

Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde ders verdiğim dönemde, Doçent Müfit Gömleksiz (şu anda İzmir'de profesördür) öğrencilerle ilgili bir anket yaptı. Ankette şunu soruyordu: "Hangi öğretmenden verimli bilgi alıyorsunuz? Hangi öğretmenle iyi iletişim kuruyorsunuz?" Düşünün; fakültede profesörler var, doçentler var, kıdemli hocalar var. Bir de benimle beraber çalışan, Düziçi Öğretmen Okulu mezunu öğrencim Ömer Aslantaş var. Sonuç ne oldu biliyor musun? İletişim kategorisinde birinci sırayı %80 küsürle Mehmet Göl, ikinci sırayı ise Ömer Aslantaş aldı. Dekan arkadaşım Prof. Dr. Adil Türkoğlu şaşkınlıkla sordu: "Hocam, sen bu çocuklara ne yaptın da sonuç böyle çıktı?"

Yine üniversitede, üçüncü sınıfta derse başlayacağım sırada, arkada oturan keçi sakallı bir adam dikkatimi çekti. "Kimsiniz, polis misiniz?" diye sordum. Güldü, "Yok hocam, ben doktorum," dedi. Meğer apartmanlarında bir öğrencim varmış. "Gece gündüz sizi, o 'Din Dersi Öğretmenini' öve öve bitiremiyor. Merak ettim, bu çocuklara ne yapıyorsunuz diye dersinizi dinlemeye geldim," dedi. Ders bitince kol kola çıktık. "Nasıl buldun Sevgili Doktor?" diye sordum. "Hocam, dediği kadar varmış," dedi.

Peki, ben bu niteliği nereden aldım? Düziçi İlk Öğretmen Okulu'ndan... Bana rehberlik eden müdürüm Akif Korkaz’dan, meslek dersleri öğretmenim Sıtkı Saraçoğlu'dan aldım. Sınıfa ilk adımımı attığımda nasıl durmam gerektiğini, öğrenciyle nasıl ilişki kuracağımı onlardan öğrendim. Bizde kızmak, küsmek, ceza vermek yoktu. Eğitim Şefi ve Disiplin Kurulu Başkanı olmama rağmen, öğrencilere kolay kolay ceza vermezdim. Sorunlu öğrenciyi hemen rehber öğretmenimiz Rahmetli Ahmet Bıçakçı'ya gönderirdim. O çocukla konuşur, sohbet eder, gerekirse doktora yönlendirirdi.

Öğrencilerin demokratik gelişimi için her yıl Öğrenci Örgütü seçimleri yapardık. İnanın, bir siyasi partinin propagandası kadar iddialı ve nitelikli etkinlikler olurdu. Devrimci Grup, Yeşiller Grubu, Esmer Kızlar Grubu gibi gruplar kurulur; yayın evimizden herkese eşit konuşma hakkı verilirdi. Seçilen Örgüt Başkanı bir yıl görev yapar, Öğretmenler Kurulu toplantılarına katılarak arkadaşları adına önerilerini sunardı. Orada bir öğretmen kadar yetkisi ve etkisi olurdu. Her Cumartesi bayrak töreninde Örgüt Başkanı kürsüye çıkar, haftanın başarılı öğrencisini sahneye davet eder ve ona kitap hediye ederdi. Bana hediye ettikleri kitap hâlâ kütüphanemde duruyor: Hasan İzzettin Dinamo’nun ‘Kutsal İsyan’ı. Ayrıca törenlerde Beden Eğitimi öğretmeni yerine komutları son sınıf öğrencileri verir, İstiklal Marşı'nı da bir öğrenci yönetirdi.

(Hilal Bal): Aslında bu uygulamalarla davranış gelişiyor ve öğrenci kişilik kazanıyor.

Mehmet Göl: Kesinlikle, kendine güven geliyor.

(Hilal Bal): Ve kazandığı o kişilikle, sonradan öğretmen olup sınıflara giriyor.

Mehmet Göl: Hem de nasıl! Ayrıca her mezuna mutlaka bir Nutuk hediye ederdik. Mezunlarla bağımız hiç kopmazdı. Örneğin Ağrı'nın bir köyünde çalışırken okulla ilgili bir sorun yaşasa bize bildirirdi; biz de ona yardımcı olurduk.

(Hilal Bal): Yani dayanışma mezuniyetten sonra da devam etmiş.

Mehmet Göl: Bu dayanışma hâlâ devam ediyor. Her yıl 17 Nisan'da Düziçi’nde toplanırız. Öğrenciler arasında kesinlikle ırk, dil, din, soy ayrımı yoktur. Arap öğrencilerim de var, Kürt öğrencilerim de...

(Hilal Bal): Siz her öğrenciyle temas kurup o bağı oluşturabilmişsiniz.

Mehmet Göl: Türkçe bilmeyen bir grup çocuk gelmişti. Hepsi öğretmen oldu. Biraz önce onlardan birinden, Mersin'de yaşayan Ömer Özmen'den mesaj geldi. Bana, "Hocam seninle dünya görüşlerimiz ters ama sana saygım sonsuz, ellerinden öperim," diye yazmış. Bizde Alevi, Sünni ayrımı asla olmadı, olamazdı.

(Hilal Bal): Oysa biz bugün sınıflara önyargıyla giriyoruz.

Mehmet Göl: Bu çok yanlış. Sınıf kırk kişi diyelim... Kuşkusuz öne çıkan öğrenciler olur. Ama onların başarısı diğerlerini gölgelememeli. Amaç, diğerlerini de o seviyeye yaklaştırmak olmalı.

(Hilal Bal): Ama bizde öyle değil, biz çocukları yarıştırıyoruz.

Mehmet Göl: Günümüzde varlıklı ailelerin çocukları önde tutuluyor; "Tamam kızım, güzelim, aslanım..." Bizde böyle bir şey yoktu. Herkes eşitti.

(Hilal Bal): Eğitim sistemi içerisinde biz çocukları sürekli yarıştırıyoruz. Sınav kazanmak, takdir-teşekkür almak... Her şey bir yarış sebebi.

Mehmet Göl: Bu sistem yanlış.

(Hilal Bal): Kendi yetişme biçimimiz de öyle olduğu için biz de öğrenciyi öyle yetiştiriyoruz aslında.

Mehmet Göl: Evet, sistem yanlış. Çocuk ezberlemeyecek, kavrayacak. Öğrenmek başka, kavramak başkadır. Bakın, bir şeyi yüz kere anlatsanız olmaz, ama bir kere gösterir, uygulatırsanız… Yaparak-yaşayarak öğrenme yani.

(Hilal Bal): Ortaokul yıllarımdan hatırlıyorum: Laboratuvarda deney tüplerini elimize alır, deney yapardık. Sadece deney de değil; büyük, detaylı haritalarımız ve zengin eğitim materyallerimiz de mevcuttu.

Oysa bugün okullarda durum ne yazık ki çok farklı. Bırakın uygulamalı bilimsel deney yapmayı ne yeterli bir laboratuvar ne de öğrencileri araştırmaya teşvik edecek bir kütüphane, materyal bulmak mümkün. İlerlemek yerine, eğitim sistemimizde eskisinden bile daha geriye düşmüş durumdayız.

Mehmet Göl: O devir kapandı... Laboratuvar, kütüphane dedin, yarama bastın. Benim öğrencilerim o laboratuvarlarda radyo istasyonu kurardı. Bir öğrencim, Düziçi İlk Öğretmen Okulu'nun fizik laboratuvarında kurduğu istasyona beni davet etti. "Hocam, radyomuzdan bir türkü söyler misin?" dedi. "Ceren" bozlağını istediler, ben de söyledim. Ceren, Çukurova'nın ünlü bir bozlağıdır.

Öğle vakti anons geçtiler: "Şimdi Eğitim Şefimiz Gâvur Dağı bozlağını söyleyecek, dikkat!" diye. Ve ben başladım: "Şu Ceren’in sulakların gezmeli..." İşte çocuklar laboratuvarda böyle, hayatın içinde yetişiyordu. Öğretmenlik böyle bir şeydi.

Düziçi Eğitim Enstitüsü Müdürü'yken bir karar aldık: Her öğrenci her dönem bir kitap okuyup tahlil edecek ve o kitabı okul kitaplığına bağışlayacak. İki senede dört bin kitaplık bir kütüphane kurduk. Maalesef o kütüphane, Enstitü'nün kapandığı gün kundaklandı. Binamızı yaktılar, o dört bin kitap da kül oldu.

Orayı yakan çocuk şu an Kozan'da. Bir yıl, üç ay, on gün hapis yattı; sonra öğretmen oldu, emekli bile oldu. Yıllar sonra Kozan'daki konferansıma geldi. "Bu adamın elini öpeceğim!" diye bağırıyordu. Bir baktım, tanıdım…"Sen misin?" dedim. "Hocam benim," dedi ve zorla elimi öptü. Sonra gitti. Ama kitaplar gitti, bina gitti...

Olayın mahkemesine gideceğim günlerde bir mektup aldım. İçinde "Öleceksin... Öleceksin..." yazıyordu. O mektubu hâlâ saklarım. Savcıya gidip, "Mahkemeye katılacağım," dedim. Savcı beni tanıdığı için olay çıkmasından korktu; "Mehmet'im gelme, senin güvenliğini sağlayamam" dedi. Ben de, "Geleceğim! Ben güvenliğimi kendim sağlarım; arkamda otuz tane Eğitim Enstitüsü öğrencim var." dedim. Bu öğrenciler benim has öğrencimdir, içlerinden birisi Hasan Kütük’tür. Onlar o gün Osmaniye'yi, Adliye binasını kordona aldılar. Savcıya, "Bakın, öğrencilerime dokunmayın, ben bu mahkemeye geleceğim" dedim. Ve o öğrencilerin oluşturduğu koridorun arasından, adeta bir Genelkurmay Başkanı edasıyla mahkemeye girdim. Maalesef onlardan biri geçenlerde vefat etti. Biri şu an Osmaniye'de. Çoğuyla ilişkim hâlâ devam ediyor; hepsi yaşlandı tabii. İki tanesi de şu an Kozan'da yaşıyor.

(Hilal Bal): Sizce öğretmen yetiştirmek ile ilgi sorunlar nasıl çözülür?

Mehmet Göl: Benim önerim şu: Ankara merkezli bir "Öğretmen Üniversitesi" kurulmalı ve büyük illerde buna bağlı eğitim fakülteleri açılmalı. Eğitim Yönetimi Fakültesi kurulmalı. Hiçbir idareci, bu fakülteden mezun olmadan yönetici olamamalı. Aynı şekilde, Din Dersi öğretmeni de bu üniversiteye bağlı Din Eğitimi Fakültesi'nden mezun olmalı. Bunun dışında İmam Hatip Okulu vs. kesinlikle olmamalı. Bu sistemi değiştirmek çok uzun sürmez; 6 yılda devrim yaparım. Kalıbı tamamen değiştiririm.

Köy Enstitüleri ile İlk Öğretmen Okullarının müfredatını harmanlayarak yeni bir program oluştururum. İlk Öğretmen Okullarını yeniden açar ve Öğretmen Fakültesi'ne sadece buradan öğrenci alırım. Başka yerden öğrenci kabul etmem. İşin başka çaresi yok.

Bakın, kalitenin nasıl düştüğüne dair size çarpıcı bir örnek vereyim. Düziçi Eğitim Enstitüsü'ne müdür olduğumda, Mustafa Dayanık adında Pazarcıklı bir Sosyal Bilgiler öğretmeni vardı. Bu ismi unutmayın. Bu adam elinde zincir sallayarak dolaşırdı. Derste öğrencilere, "Bacağımda çelik var, beni komünistler yaraladı, doktor ağabeyleriniz taktı," diye hikayeler anlatırmış.

Bir gün benden üç gün izin istedi. "Bir dilekçe yaz," dedim. Koskoca Sosyal Bilgiler öğretmeni, "Müdürüm, ben dilekçe yazmayı bilmem," demez mi! Şok oldum. Mecburen Türkçe öğretmenini çağırdım, dilekçeyi ona yazdırdım ve izin verip gönderdim.

O gittiği gün, Bakanlıktan "Çok Gizli" ibareli, kırmızı mühürlü bir yazı geldi. Açtım, listede 47 isim var. Yazıda, bu şahısların üniversite mezunu olmadığı halde öğretmenlik yaptığı saptanmış ve derhal işlem yapılması isteniyordu. Listeye bir baktım; on yedinci sırada bizim Mustafa Dayanık! Hemen Kaymakamı arayıp durumu bildirdim. Olayı duymuş olacak ki, Mustafa Dayanık bir daha geri dönmedi.

(Hilal Bal): Diplomasız birini o göreve nasıl atamışlar? Oraya kadar nasıl gelebilmiş?!

Mehmet Göl: Şu an diplomasız öğretmen yok mu sanıyorsunuz? Maalesef bir sürü var. Kalite işte böyle düştü. İnsan sormadan edemiyor: "Bu memlekete nasıl kıydılar?" Sonradan öğrendim ki Mustafa Dayanık, Almanya'ya kaçmış ve Alman vatandaşı olmuş. Biz, işte böyleleriyle ve bu zihniyetle mücadele ederek bugünlere geldik.

(Hilal Bal): Sizin Laiklik ile ilgili görüşlerinizi çok merak ediyorum.

Mehmet Göl: Laiklik konusunu ele alanlar, genelde akademik bir dille yazmışlar. "Laiklik ilk Fransa'da doğdu, 1789'da şunlar oldu... Parlamentonun sağında, solunda oturanlar..." Geç bunları. Bunların konuyla doğrudan ilgisi yok. Tanımlar, hep inançla ilgili araştırma yapanların görüşlerinden, örneğin Marx'ın ve Lenin'in ne dediğinden yola çıkılarak anlatılmış.

Kardeşim, ama laikliğin pratiğini köydeki Ali Amca'ya, Mehmet Amca'ya kimse anlatmamış. Benim derdim tam olarak bu. Ben de bu nedenle "Türkiye'nin Laiklik Pratiği" kitabını yazdım, inşallah yakında yayımlanacak. Bu kitap, büyük ölçüde bu konudaki tüm sorularınızı çözecektir.

Akademik eserler, laiklik üzerine araştırma yapan akademisyenler için güzel bir kaynaktır, ona bir şey demiyorum. Ama sorun şu: Laikliğin köy yerindeki anlatımı ne? Köyde sadece İmam var. İmam camide cuma namazından sonra kürsüden "Bu laikler dinsizdir!" dediği an, olay orada bitiyor kardeşim.

(Hilal Bal): Sen istediğin kadar tepeden anayasada laiklik var de…

Mehmet Göl: Bu sorunu çözmek için en temel noktadan başlamak zorundayız. Uzun süredir Facebook’ta yayınladığım “Bizim İmam” başlıklı yazılarımda da bunu anlatıyorum: Laiklik dinsizlik değildir; tam tersine, inanca ve imana sahip olan insan için yararlıdır.

Anlatmamız gereken şudur: "Sen şöyle inanacaksın, ben böyle. Ayrı inançlara sahip olmamız, düşman olmamızı gerektirmez. Barış içinde yan yana yaşayacağız." Nokta! Laiklik özünde budur. Sen Hristiyansın, ben Müslümanım, öbürü Musevi. Üçümüz ayrı dindeniz ama aynı toprakta, aynı havayı teneffüs ediyoruz.

Neden düşman olalım ki? Bizim güvenle (sarmaş dolaş) yaşamaya devam etmemizin yegâne güvencesi laikliktir. Laik düşünce bize başkasının inancına saygılı olmayı öğretir; yargılamayı ve kınamayı yanlış bularak bizi bu gibi düşüncelerden arındırır.

(Hilal Bal): Aslında bunun tam tersi de oluyor. Yani laik yaşadığını düşünen bazı kişiler de başörtülüye ya da camiye giden birine karşı önyargı gösterebiliyor.

Mehmet Göl: Bu sorunun çözümü için Türkiye’nin en ücra noktalarına ulaşmak gerek. Orada kim var? Öğretmen, İmam ve Muhtar. Ne yazık ki, laikliğin güvencesi olan öğretmeni o mevkiden çektiler; Muhtar ise genellikle okumamış. Geriye İmam kaldı.

Çözüm, daha önce bahsettiğim Öğretmen Üniversitesine bağlı Din Eğitimi Fakültesi’nden geçiyor. İmamlar, İlahiyat Fakültesinden, İslam Enstitüsünden, İmam Hatip Okulundan değil, sadece Din Eğitimi ve Öğretimi Fakültesi'nden mezun olmalıdır. İmamı, laik cumhuriyetten yana, Atatürkçü düşünceye sahip, aydın bir insan olarak yetiştirmek durumundayız. Eğer böyle bir İmamı köye gönderirsek, sorunu büyük ölçüde çözmüş oluruz.

Benim "delişmen düşlerimden" (radikal hayallerimden) biri de budur: Laik cumhuriyete inanmış bir Diyanet İşleri Başkanı, 81 il müftüsü ve tüm ilçe/köy İmamları. Başka türlü çözüm yolu yok.

Bu altyapıyı hazırlamak için İmam Hatip Okullarını ıslah etmeli ve din eğitiminde pedagojik ve didaktik kurallara uymalıyız. Pedagojiye göre, çocuğa belirli bir yaşa gelmeden dinsel konular verilemez.

Şu anki durum çok tehlikeli: Diyanet'in, Millî Eğitim Bakanlığı ile yaptığı anlaşma gereği, bir köyde 4 yaşında 4 kız çocuğu varsa, o köyde Kız Kur'an Kursu açılmasına karar verilmiş.

Kız Kur'an Kurslarının amacı, Kız İmam Hatip Okullarının altyapısını hazırlamaktır; oraya eleman yetiştirir. Koşullanmış beyinleri alıp İlahiyat Fakültesi'ne gönderiyor, aynı kafayla yetiştiriyor ve sonra Adana'nın merkezindeki bir ortaokula din dersi öğretmeni olarak atıyorsun. Peki, bu öğretmen çocuklara ne anlatır? Bütün sorun buradadır.

(Hilal Bal): Bu, bilinçli yapılan bir şey zaten.

Mehmet Göl: Gayet tabii, bilinçli yapılıyor.

(Hilal Bal): Aslında herkesin bildiği gibi din, tarih boyunca hep mevcut iktidarın işine yaramıştır. Bu durumu Osmanlı döneminde miladını Yavuz Sultan Selim döneminden kabul edersek, Nakşibendi tarikatıyla birlikte hâlâ devam ediyor.

Mehmet Göl: Devam ediyor ve Alevi’yi Müslüman kabul etmiyorlar, Müslüman olarak görmüyorlar.

(Hilal Bal): Benim en çok tuhafıma giden, “Milliyetçi” olduklarını iddia eden bazı kesimlerin Alevilerden nefret etmesi.

Mehmet Göl: Oysa ben ilahiyatçı olarak söylüyorum: İslam’ı otantik olarak yaşayan tek grup Alevilerdir. Onların ana ilkeleri, Kur’an’daki öğretilerin özüne o kadar uygun ki! Ancak bu anlamsız dayatmalar insanları ayrıştırdı. Köy yerinde yaşayan Alevilerin çoğu, kendini horlanmış ve toplumun dışına atılmış olarak görüyor. Tehlike de buradadır.

(Hilal Bal): Yani horlanmış, ezilmiş durumdalar oysa özgüvenli bir şekilde çıkıp "Ben buradayım!" demesi gerekiyor.

Mehmet Göl: Gayet tabii.

(Hilal Bal): Ne var ki 1517 Ridaniye'den beri hep yakılmışlar, yıkılmışlar; bu yüzden kendini gizlemek zorunda kalmış.

Mehmet Göl: Bu yanlış uygulama devam ediyor. Oysa laik Cumhuriyet, özgür insan olmanın, demokrasinin ve en önemlisi eşitliğin ve adaletin güvencesidir. Cumhuriyet laik olmazsa adalet olmaz; Cumhuriyetin bireyleri laik düşünceyi özümsemiyorsa, hiçbirinin anlamı kalmaz.

(Hilal Bal): Başörtülü kadın öğretmenin 'dini temsiliyet' taşıdığı argümanı, erkek öğretmenlerin duruşu ve kıyafetleri söz konusu olduğunda neden geçerliliğini yitiriyor? Eğer mesele temsiliyet ise, bu durumu sadece kadın öğretmenin başörtüsü üzerinden tartışmak bir eksiklik değil midir? Acaba asıl problem, bir kumaş parçasında (başörtüsü) mı, yoksa öğretmenin sahip olduğu eğitim felsefesi ve zihniyetinde mi aranmalıdır? Unutmamalıyız ki, zihinsel açıklık ve vizyon, giyim tarzından bağımsızdır; bazen başı açık bir meslektaşından çok daha çağdaş ve aydın bir bakış açısına sahip başörtülü öğretmenler mevcuttur.

Mehmet Göl: Biliyorum. Bu durumun temelinde yatan nedenler ya aile baskısıdır ya toplumsal baskıdır ya da basitçe gelenekler ve tercihtir. Benim de tanıdığım pek çok insan başı bağlı; ancak bu, annelerimizin, ablalarımızın örttüğü geleneksel başörtüsü değil de 'türban' olarak nitelenen, özellikle dinsel bir simge olarak anlaşılıyor ki, bu yanlıştır.

(Hilal Bal): Evet.

Mehmet Göl: Bu simgeyi gören erkekler de "Kadın başını örttüğüne göre, benim sakalım da gerekli" diyor. Örneğin, Cübbeli Ahmet'in, "Sakalı kestirmek zinhar günahtır, sakal şarttır" diye fetva verdiğini görüyoruz. Oysa Hz. Muhammed'in çoğu zaman sakalını kesmeyi tavsiye ettiğini bilmiyorlar. Bilseler de bu durumdan nemalanıyorlar. İslam'ı Cübbeli gibi, ataları İskilipli Atıf Hoca gibi isimler temsil ettiği müddetçe, laik cumhuriyet sağlıklı işlemez. 1950 sonrası laik cumhuriyet sağlıklı işleseydi, bugünkü tarikatlar ve cemaatler bu duruma gelmezdi.

(Hilal Bal): Peki, siz gerçekten yaşayan bir tarihsiniz, o yüzden soracağım: Dinci/gerici çevreler Mustafa Kemal’i sevmezler ve ısrarla Müslümanların çok “zulüm” gördüğünü iddia ederler. Oysa tarihsel sürece baktığımızda hep aydınlık insanlar öldürüldü veya işkenceye maruz kaldı. Bu çevreler hangi zulme uğradı?

Mehmet Göl: Zulüm gördükleri iddiaları gerçekçi değildir. Kendilerinin yayınladığı bir kitap var: Diyanet İşleri Başkanlığı'nın "Kurtuluş Savaşı'nda Din Adamları" başlıklı yayınını okusunlar. Orada, Kurtuluş Savaşı'nda Mustafa Kemal'e omuz veren Din Adamlarını göreceklerdir.

(Hilal Bal): Peki, "Mustafa Kemal asmış kesmiş" deniyor ya, kimi astı, kesti?

Mehmet Göl: Kimi astı kesti, biliyor musun? Örneğin İskilipli Atıf Hoca... İskilipli, yaşadığı sürece Yunan’ı dost görüp, Yunan istilasını haklı bulan ve Mustafa Kemal ile arkadaşlarını hain ilan eden adamdır. Bildirilerinin uçaklardan dağıtıldığını biliyoruz. İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp 'şapkadan dolayı astılar' diye yalan söylüyorlar.

Esasında şapkadan dolayı beraat etmiştir. O, Yunan yanlısı ihanet içinde olduğu için idam edilmiştir. Buna benzer, Edirne Müftüsü ve Bursa'daki bazı din adamları da vardı. Ama şunu da sorun: Atatürk, Kuva-yi Milliye lideri olan Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Bey'i neden asmadı? Çünkü Ahmet Hulusi Bey vatanseverdi.

(Hilal Bal): Din adamıydı değil mi?

Mehmet Göl: Din adamı, Müftü tabii. Bunlar, İzmir’de Hoca Nasrullah Efendi'yi bilirler mi? Vali Kambur İzzet (Menemen olayındaki Derviş Mehmet’in akrabası), Hoca Nasrullah’ı çağırıyor ve 'Yunanlara karşı sakın tepki göstermeyin, onlar dostumuzdur' diyor. Nasrullah Efendi ise o an, 'Vali Bey, yarın huzur-u mahşerde Allah’ın elçisi, 'Toprağın işgal edildiğinde sen işbirlikçi mi oldun?' derse ben ne derim?' diyerek cevabını veriyor. Dediğini kabul etmeyip Kuva-yi Milliye’nin saflarında vuruşuyor.

Amasya Müftüsü Hacı Tevfik Efendi’yi de tanımazlar. Mustafa Kemal Amasya’ya geldiğinde 'Paşam, buyurun, emrinizdeyiz' diyen odur. Peki, Türkiye’nin ilk Diyanet İşleri Başkanı olan Rıfat Börekçi'yi bilmezler mi?

Rıfat Börekçi, Sivas’tan zor koşullarda İsmet Paşa ile Ankara’ya geliyor. Akşam yorgun bitkin otururken, Mustafa Kemal, 'İsmet, kahve içelim,' diyor. Askeri çağırıyor, 'Bize bir kahve yap.' Asker, 'Paşam, şeker yok,' diyor. Tam o sırada kapı çalınıyor. İçeri giren Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi! Elindeki keseyi masaya koyup, 'Paşam, bu benim ve hanımın cenaze masrafı, kefen paramızdı. Buyurun,' diyor. İçinden 900 lira çıkıyor. Mustafa Kemal, 'Hayatımda bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum,' demiştir.

Bu saygısızlar bu vatansever din adamlarını tanıyorlar mı? Din eğitimi ve öğretimi ile laiklik konusunda söyleyeceğimiz daha çok ve önemli sözler var. Gazi Mecliste laiklik tartışılırken bir molla, Mustafa Kemal'e soruyor: 'Paşam, ne demek oluyor bu laiklik?' Mustafa Kemal yanıt veriyor: 'Adam olmaktır, Hocam, adam olmak!’

Kemalist İlahiyatçı ve Öğretmen Mehmet Göl ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi serisinin sonuna geldik.

Ancak ben, bu sonun aynı zamanda bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendisinden edineceğimiz daha çok bilgi var; özellikle laiklik konusunda konuşacak çok şeyimiz olduğuna inanıyorum. Bu nedenle, Mehmet Göl ile görüşmelerime devam edeceğim.

Geleceğe miras bırakabileceğimiz değerlerimizin olabilmesi için, bize bırakılan mirasa sahip çıkılması gerektiğine inanıyorum. Unutmamalıyız ki; bizler ancak köklerimizden beslenerek büyür, yenilenir ve çiçekleniriz.

Öğretmen Mehmet Göl de bu kökleri besleyen, mücadeleci bir aydın olarak bize hala ışık oluyor. Kendisine sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.

Başka bir söyleşide veya yeni bir yazıda buluşmak üzere...