Giriş
Toplumların gündelik yaşamında belirleyici olan sağduyu, genel olarak bireylerin paylaştığı yaygın düşünce ve kabulleri, “akl-ı selim” olarak görülen ortak anlayışı ifade eder. Felsefe tarihinde sağduyu kavramı genellikle olumlu bir anlamda kullanılmıştır. Örneğin, René Descartes Yöntem Üzerine Konuşma’sına “Sağduyu dünyada en iyi paylaştırılmış şeydir” diyerek başlar ve burada sağduyuyu tüm insanlarda eşit bulunan doğru yargılama ve akıl yürütme yetisiyle özdeş sayar. Günlük dilde de sağduyu, aceleci ve uç davranışlardan kaçınan, makul ve ölçülü tutumu tanımlamak için övülen bir erdemdir. Ancak modern eleştirel düşüncede sağduyu kavramı, bu masum görüntüsünün ötesinde, ideolojik ve tarihsel bir olgu olarak tartışmaya açılmıştır. Özellikle Marksist kuramcı Antonio Gramsci, sağduyuyu sıradan insanların dünyaya dair kendiliğinden fikirleri bütünü olarak ele almış ve bunu toplumsal hegemonya ve ideoloji kavramlarıyla ilişkilendirerek çözümlemiştir.
Bu raporda “sol duyu” kavramı, akademik ve kavramsal bir çerçevede incelenecektir. Öncelikle sağduyunun tarihsel gelişimi ele alınarak, Gramsci’nin sağduyu kavrayışı ve sağduyunun hegemonik ideolojiyle ilişkisi ortaya konacaktır. Ardından, sağduyuya alternatif bir halk bilinci veya karşı-hegemonya biçimi olarak ileri sürülen “sol duyu” kavramının ne anlama geldiği tartışılacak; bu kavramın akademik ve politik çevrelerde nasıl üretildiği ve savunulduğu analiz edilecektir. Bu çerçevede eleştirel teori, kültürel çalışmalar ve siyaset felsefesi alanlarında “sol duyu”ya denk düşen tartışmalara değinilecek; kavramın güncel örneklerle nasıl somutlandığı incelenecektir. Tartışma boyunca kavramsal açıklamalar, tarihsel arka plan ve güncel tartışmalar bir arada sunulacak; rapor, açık ve akademik bir Türkçeyle, başlıklar altında yapılandırılmış şekilde verilecektir.
Sağduyu Kavramının Tarihsel Arka Planı
Sağduyu kavramı, felsefe tarihinden günlük dile uzanan serüveninde genellikle “ortak akıl” veya “iyi sense”anlamlarında değerlendirilmiştir. Antik dönemde Aristoteles, sensus communis terimiyle sağduyuyu duyuların ortak algı kapasitesi olarak tanımlarken, Yeniçağ’da Descartes sağduyuyu insan aklının doğru ile yanlışı ayırt etme gücüyle bir tutmuştur. Descartes’a göre le bon sens (sağduyu), bütün insanlara eşit dağıtılmıştır ve kimse kendi sağduyusunun eksikliğinden şikâyet etmez. Aydınlanma düşünürleri de sağduyuyu aklın ve pratik yararın bir göstergesi saymış; Thomas Paine 1776’da yazdığı ünlü Common Sense (Sağduyu) broşüründe terimi siyasi bilinç uyandırmak için kullanmıştır. Kısacası, tarihsel olarak sağduyu uzun süre eleştirel olmayan bir iyi akıl anlamında olumlanmış; bireylerin “normal” ve “doğru” kabul edilen yargılarına zemin teşkil eden bir ortak dünya görüşü olarak görülmüştür.
Ne var ki 19. ve 20. yüzyıllarda toplumsal teoride sağduyu kavramı yeniden değerlendirilmeye başlanmıştır. Karl Marxve Friedrich Engels, egemen sınıfların fikirlerinin her çağda egemen fikirler olduğunu belirtirken, sıradan insanların bilinçlerinin de bu egemen ideolojinin etkisi altında şekillendiğine işaret ediyorlardı. Engels’in kullandığı “yalancı bilinç” (false consciousness) kavramı, işçi sınıfının gerçek çıkarlarının farkına varamamasını açıklamak üzere geliştirilmişti ve aslında günlük sağduyu algılarının, kapitalist düzenin meşrulaştırılmasına hizmet edebileceğini ima ediyordu. Bu bağlamda, sağduyu artık sadece masum bir “ortak akıl” değil, bir ideolojik bilinç formu olarak da anlaşılmaya başlanmıştır. Özellikle Lenin, işçi sınıfının kendiliğinden bilincinin ancak “sendikacı bilinç” düzeyine varacağını, devrimci bir bilinç için dışarıdan sosyalist fikirlerle donanmanın (parti aracılığıyla) şart olduğunu savunarak, egemen ideolojinin sağduyu düzeyinde etkili olduğuna dikkat çekmiştir.
Bu eleştirel yeniden değerlendirme, sağduyu kavramını felsefi bir akıl yetisi olmaktan çıkarıp, tarihsel ve siyasi bir olguolarak ele alan Antonio Gramsci ile doruğa ulaşmıştır. Gramsci, hapiste yazdığı Prison Notebooks (Hapishane Defterleri) boyunca, sağduyu kavramını modern toplumlarda hegemonya olgusuyl
Antonio Gramsci: Sağduyu, “İyi Duyu” ve Hegemonya
Gramsci, sağduyuyu (senso comune) sıradan insanların dünyaya dair kendiliğinden geliştirdiği düşünceler bütünüolarak tanımlar. Bu anlamda sağduyu, toplumda yaygın olarak “herkesçe doğru kabul edilen” inançlar, değerler ve alışkanlıklar toplamıdır. Gramsci’ye göre sağduyu, felsefi bakımdan dağınık, tutarsız ve eleştirel olmayan bir bilinç biçimidir; içinde bilimsel bilgi kırıntıları kadar boş inançlar ve folklorik öğretiler bir arada bulunur. Sağduyu, çoğu zaman dinsel ve geleneksel düşüncelerden beslenen bir “halk felsefesi” niteliğindedir ve “ebedi gerçekler” gibi sorgulanmadan kabullenilen yargıları içerir. Bu niteliğiyle sağduyu, mevcut toplumsal düzeni doğal ve değişmez görmeye yatkındır; insanlara içinde bulundukları koşulları kaderleriymiş gibi benimseterek pasiflik ve kabullenme eğilimi doğurur. Nitekim Gramsci, egemen sınıfların sağduyu içerisindeki bu edilgenliği kendi rızaya dayalı yönetimlerini pekiştirmek için kullandıklarını belirtir. Sağduyu, bu yönüyle, hegemonik ideolojinin kitleler nezdindeki taşıyıcısıişlevini görür; egemen dünya görüşü sağduyunun içinde “olağan, akla yatkın” bir algı olarak kök salar.
Gramsci’nin sağduyu kavramına getirdiği önemli bir katkı, onun tamamen olumsuzlanmaması gerektiğini vurgulamasıdır. Sağduyunun içinde, “iyi duyu” (İtalyanca buon senso) adını verdiği sağlıklı ve rasyonel bir çekirdek bulunduğunu ileri sürer. Bu “iyi duyu”, insanların günlük pratik deneyimlerinden kaynaklanan gerçekçi ve tutarlı eğilimlerdir. Gramsci’ye göre sıradan insanların yaşam pratikleri, mevcut düzene dair eleştirel bir kavrayış potansiyelini de içerir; ancak bu potansiyel, sağduyunun kaotik ve dogmatik unsurları arasında gizlenmiştir. “İyi duyu” sağduyu içinde bir “sağlıklı çekirdek” oluşturur ve eğer bu çekirdek geliştirilebilir, sistematik bir dünya görüşüyle birleştirilebilirse kitlelerin gerçekten kendi çıkarlarının bilincine varması sağlanabilir. Gramsci, devrimci teoriye düşen görevin, halkın içkin çelişkili bilincini (hem düzene uyum gösteren sağduyu hem de düzene aykırı pratik sezgiler barındıran bilinç) tespit etmek ve bu bilinci eleştirel bir bütünlük haline getirmektir.
Bu noktada Gramsci, organik aydınların rolüne dikkat çeker. Toplumsal dönüşümü hedefleyen entelektüellerin görevi, soyut bir üst düzey felsefe geliştirmek değil, zaten var olan sağduyuya dayalı bilinci “eleştirel” ve tutarlı hale getirmek, yani halkın dağınık bilincini dönüştürerek ona yeni bir yorum kazandırmaktır. Gramsci şöyle der: “Hegemonik bir dünya görüşü, gündelik hayatın içine nüfuz etmek için mutlaka ‘basit’ olana bağlanmalıdır.” Başka bir deyişle, yeni bir ideoloji eğer kitleler tarafından benimsenmek isteniyorsa, onların diline, değerlerine ve pratiklerine yani sağduyu düzeyine hitap etmelidir. Bu nedenle devrimci bir atılım, ancak mevcut sağduyuyu dönüştürme mücadelesi (“konum savaşı”) başarıya ulaştığında mümkün olabilir. Gramsci’ye göre egemen sınıflar, kilise, okul, aile, medya gibi sivil toplum kurumlarını kullanarak kendi dünya görüşlerini sağduyu düzeyinde yerleştirmeyi başarmışlardır; benzer şekilde, ezilen sınıflar da yeni bir “ortak duyu” geliştirerek hegemonik mücadeleyi kazanabilir. İşte burada “iyi duyu”nun geliştirilmesi, sağduyunun o pasifleştirici unsurlarından arındırılarak, eleştirel ve eyleme geçirici bir halk bilincinedönüştürülmesi görevi ortaya çıkar.
Gramsci’nin bu analizleri, sağduyuyu tarihsel olarak egemen ideolojinin bir bileşeni olarak görmesi bakımından devrimci bir kavrayış sunar. Egemen sınıflar, kendi değer ve normlarını, geniş kitlelerin sağduyusu haline getirerek rıza üreterek hükmetme (hegemonya) olgusunu tesis ederler. Hegemonya, Gramsci’ye göre kaba kuvvetle değil, büyük ölçüde rıza ve konsensüs yoluyla işler; bu rızanın zemini ise sağduyudur. Sağduyu, bir toplumda “normal” ve “mantıklı” addedilen şeyleri tanımlar. Dolayısıyla, iktidardaki sınıfın ideolojisi kitleler tarafından sağduyu olarak benimsendiğinde, mevcut düzen sorgulanmaksızın meşru görülür. Gramsci, egemen ideolojinin bu görünmez gücüne dikkat çekerek, devrimci stratejinin kültürel boyutunu vurgular: Kültürel hegemonya kırılmadan, salt ekonomik ve siyasi mücadeleyle kalıcı bir dönüşüm sağlamak imkânsızdır. Bu görüş, Marksist teoriye önemli bir açılım getirerek, sonraki pek çok kuramcıya esin kaynağı olmuştur.
“Sol Duyu” Kavramı: Karşı Hegemonyanın İnşası
Gramsci’nin sağduyu eleştirisi ve “iyi duyu” vurgusu, bizleri “sol duyu” olarak adlandırabileceğimiz kavrama yaklaştırır. “Sol duyu” terimi, literatürde doğrudan Gramsci’nin kullandığı bir ifade olmamakla birlikte, onun kuramsal mirası doğrultusunda ve özellikle Türkiye gibi ülkelerin sol söylemlerinde sağduyuya karşıt bir halk bilincini tanımlamak için ortaya atılmıştır. En genel anlamıyla “sol duyu”, halkın çıkarlarından ve eleştirel akıldan beslenen, sorgulayıcı ve adalet arayışına dayalı ortak bilinç demektir. Bu, basitçe sol ideolojiye sahip bireylerin aklı değil; geniş kitlelerin gündelik hayatında kökleşmiş egemen fikirlere alternatif oluşturan bir **karşı-hegemonik “ortak akıl”**dır. Bir başka deyişle sol duyu, kitlelerin mevcut düzene rıza gösterme eğilimini tersine çeviren, onları kendi yaşam koşullarını sorgulamaya ve değiştirmeye sevk eden toplumsal sağduyu modelidir.
Sol duyuyu daha somut tarif etmek gerekirse, bu kavram “işçi sınıfının sağduyusu”, “ezilenlerin ortak aklı” veya “devrimci toplumsal bilinç” gibi anlamları içerir. Nasıl ki sağduyu mevcut durumu doğal ve değişmez kabul etmeye yatkınsa, sol duyu da tam tersine, mevcut durumu tarihsel ve değiştirilebilir olarak görür. Sol duyu, eşitlik, özgürlük, dayanışma gibi değerlere dayalı bir “halk hikmeti” olarak düşünülebilir. Buradaki “hikmet”, egemen ideolojinin dayattığı düşünce kalıplarının dışında, halkın öz deneyimlerinden ve mücadelelerinden damıtılan bir kavrayışı ifade eder. Karşı-hegemonya kavramıy
Sol duyu bir anlamda, Gramsci’nin sağduyu içindeki “iyi duyu” çekirdeğinin filizlenip genişlemesiyle ortaya çıkacak yeni bir ortak duyudur. Gramsci’nin terminolojisiyle, devrimci bir hareket “yeni bir hegemonya” inşa etmek istiyorsa, bunu mevcut sağduyuyu dönüşüme uğratarak yapmak zorundadır. İktidar mücadelesi bir bakıma “zihinleri ve gönülleri kazanma” mücadelesidir. Gramsci’nin ünlü ayrımıyla, doğrudan doğruya cepheden çarpışmayı ifade eden manevra savaşı (savaş ve devrim anlarındaki açık çatışma), ancak uzun soluklu bir mevzi savaşı (sivil toplum alanında düşünceler, değerler ve kültür uğruna verilen mücadele) sonucunda başarılı olabilir. Mevzi savaşı, egemen ideolojinin kurduğu sağduyu duvarını yıpratma ve kendi karşı-hegemonik anlatısını halkın bilincine yerleştirme çabasıdır. Bu noktada sol duyu, devrimci hareketin toplumda yaratmaya çalıştığı yeni “common sense” olarak görülebilir. Nitekim Gramsci’nin fikirleri, sonraki kuşak sol aydınlara bu konuda ilham vermiştir: Egemen düzene karşı mücadele sadece sokakta değil, kültürel ve entelektüel alanda, dilde, değerlerde ve “kendiliğinden doğru” kabul edilen fikirlerde verilmelidir.
Türkiye özelinde bakıldığında, “sol duyu” ifadesi özellikle sol entelektüeller tarafından zaman zaman kullanılmıştır. Bu kullanım, çoğunlukla “halkın devrimci sağduyusu” anlamında, yani geniş kitlelerin gerçekte çıkarlarına uygun olanı sezme ve dayanışma göstermesi şeklinde olumlu bir umudu yansıtır. Öte yandan pratik gerçeklik çoğu zaman bu umutla örtüşmez. Örneğin bir değerlendirmede, kitlelerin zannedildiği gibi “sol duyulu” olmadığı, tersine sağduyunun, yani mevcut düzenin değerlerinin, geniş kitleler üzerinde hakim olduğu belirtilir. Bu analizde, siyasi arenada başarılı bir liderin, halkın sağduyusunu temsil etme ve yönlendirme becerisiyle ölçüldüğü vurgulanır. Nitekim sağduyu, kendiliğinden oluşan bir bilinç olduğu için, çoğu zaman egemen ideoloji tarafından şekillendirilir ve “hâkim paradigmaya” uygun bir içerik taşır. Sol duyu ise kendiliğinden ortaya çıkmaz; bilinçli bir çabanın, örgütlü bir ideolojik mücadelenin ürünüdür. Bu mücadele, mevcut sağduyunun her gündelik tezahürüne (örneğin medya söylemine, atasözlerine, popüler kültür mesajlarına) karşı alternatif bir bakış açısı geliştirmeyi gerektirir.
Özetle, sol duyu kavramı sağduyu kavramının eleştirel bir dönüşümünü temsil eder. Egemen ideolojinin “mış gibi görünen” doğallığına karşı, ezilenlerin hakikatini ve çıkarlarını yansıtan yeni bir doğal algı yaratma çabasıdır. Bu çaba, yalnızca teorik düzeyde kalmaz; eğitimden sanata, medya pratiklerinden günlük hayatın diline kadar geniş bir alanda yürütülür. Aşağıda, sol duyu fikrinin farklı disiplinlerde nasıl tartışıldığına ve somut pratiklerde nasıl hayata geçirildiğine daha yakından bakacağız.
Eleştirel Teoride Sağduyu ve Karşı-Hegemonya
Eleştirel teori (özellikle Frankfurt Okulu geleneği), sağduyu kavramını ve kitle bilincini tartışırken, Gramsci’nin mirasını farklı bir eksende sürdürmüştür. Frankfurt Okulu’nun önde gelen isimleri –örneğin Theodor Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse– kapitalist toplumda **“kültür endüstrisi”**nin ve kitlesel iletişim araçlarının, bireylerin eleştirel düşünme yetilerini körelttiğini ve onları pasif bir tüketime koşullandırdığını savundular. Bu bağlamda “sağduyu”, eleştirel teorinin gözünde, yanıltıcı bir bilinç durumuna dönüşmüştür. Adorno ve Horkheimer, modern kitle kültürünün yaydığı basmakalıp yargıların insanların dünyayı sorgulamadan kabullenmelerine yol açtığını, bir nevi “toplumsal hipnoz”yarattığını ileri sürerler. Marcuse ise “Tek Boyutlu İnsan” kavramıyla ileri sanayi toplumlarında muhalif ve eleştirel düşüncenin nasıl sistem tarafından soğurulup etkisizleştirildiğini anlatır. Bu eleştirmenlere göre, kitlelerin sağduyusu haline gelen birçok fikir aslında “yanlış ihtiyaçlar” ve “sahte bilinç” üretir; insanlar gerçek çıkarları yerine sistemin onlara empoze ettiği arzuların peşine düşerler.
Frankfurt Okulu, Gramsci’nin iyimser tonu yerine daha karamsar bir tespitle, modern toplumda aklın araçsallaştığını ve eleştirel düşüncenin geri plana itildiğini vurgular. Bununla birlikte, eleştirel teorinin amacı da “uyanış” yaratmaktır: İnsanların mevcut durumu doğal kabul eden düşünce kalıplarını kırıp, dünyayı değiştirilebilir ve eleştiriye açık görmelerini sağlamak. Bu yönüyle, Frankfurt Okulu’nun kültür eleştirileri bir karşı-hegemonya arayışıdır
Gramsci’nin etkisi bu noktada dolaylı da olsa hissedilir. Zira eleştirel teorisyenler açıkça Gramsci’yi referans almasalar bile, onun vurguladığı “hegemonik ideolojiye karşı bilinç geliştirme” misyonunu farklı araçlarla sürdürmüşlerdir. Özellikle 1960’lardan itibaren, Paulo Freire gibi Brezilyalı pedagoglar Gramsci’den esinle **“ezilenlerin pedagojisi”**ni geliştirmiş; okuma yazma kampanyalarını bilinç yükseltme ve eleştirel farkındalık kazandırma seferberliklerine dönüştürmüşlerdir. Freire’nin amacı, yoksul ve okuma yazma bilmeyen köylülere sadece harfleri öğretmek değil, onların dünyayı okumasını, yaşadıkları adaletsizlikleri kavramasını sağlamaktı. Bu, tam anlamıyla sol duyunun eğitim alanındaki uygulamasıydı. Yine Latin Amerika’da Kurtuluş Teolojisi adı verilen akım, Katolik din adamlarının Hristiyanlık öğretisini yoksulların bilinçlenmesi ve zulme karşı direnmesi için yorumlamasıyla ortaya çıktı; bu da egemen dini sağduyuya karşı devrimci bir inanç sağduyusu yaratma çabası olarak görülebilir. Görüldüğü gibi, eleştirel teori eksenindeki yaklaşım, ideoloji eleştirisi ve bilinçlendirme y
Kültürel Çalışmalar ve “Hegemonik Sağduyu”ya Meydan Okumak
Kültürel çalışmalar alanı, 20. yüzyılın ikinci yarısında özellikle İngiltere’de gelişen ve popüler kültürün ideolojik boyutunu inceleyen disiplinlerarası bir yaklaşımdır. Bu alanın öncü isimlerinden Stuart Hall, Gramsci’nin hegemonya kavramını medya ve popüler söylem analizlerine uygulayarak önemli sonuçlar elde etmiştir. Hall, 1970’ler Britanyasında Margaret Thatcher liderliğindeki yeni sağın, ekonomi politikalarında neoliberal bir dönüşüm gerçekleştirirken aynı zamanda bir “otoriter popülizm” dalgası yaratarak kendi ideolojik çerçevesini topluma yeni sağduyu olarak kabul ettirdiğini belirtir. Örneğin “There is no alternative” (Başka alternatif yok) söylemi, neoliberal sağduyunun özeti haline gelmiştir. Thatcher dönemi politikaları, serbest piyasanın ve bireysel inisiyatifin kutsanmasını, sendikaların ve kolektivizmin şeytanlaştırılmasını içeren bir ideolojik anlatıyı kitlelere benimsetmiştir. Stuart Hall, bu başarıyı Gramsci’nin hegemonya kuramıyla açıklar: Yeni sağ, kendi dünya görüşünü gündelik hayatın diline ve duygularına tercüme ederek meşrulaştırmıştır. Örneğin “ev ekonomisi gibi devlet bütçesi” benzetmesi ya da “asi gençlik” korkuları üzerinden otorite söylemi, medya aracılığıyla geniş kesimlerce sağduyusal bir gerçeklik gibi kabul edilmiştir.
Kültürel çalışmalar, tam da bu nedenle, popüler kültür metinlerinde (televizyon programları, filmler, müzik, moda vs.) hangi ideolojik anlamların kodlandığını ve izleyicilerin bunları nasıl alımladığını inceler. Hall’ın kodlama/çözümleme modeli, kitle iletişiminde egemen kodların ya onaylandığını ya da müzakere edilip reddedildiğini gösterir. Bu yaklaşım, aslında sıradan insanların tamamen pasif olmadığını, egemen sağduyuya direnme kapasitesine de sahip olduklarını ortaya koyar. Örneğin bazı izleyici kitleleri, televizyon haberlerindeki resmi söyleme eleştirel yaklaşabilir veya popüler bir dizide sunulan cinsiyetçi bir normu kendi deneyimiyle uyuşmadığı için reddedebilir. Dick Hebdige gibi kültürel çalışmalar yazarları, gençlik altkültürlerinin (punkçılar, reggae dinleyicileri vs.) giyim tarzı ve müzik gibi araçlarla egemen kültürün anlamlarına meydan okuyup onları altüst ettiğini göstermişlerdir. Bu, sağduyunun kültürel alandaki mikrodüzey mücadeleler yoluyla çatlaklar aldığına işaret eder.
Kültürel çalışmalar literatüründe, sol duyu kavramına doğrudan atıf yapılmasa da, esasen yapılan şey egemen sağduyunun “doğal” görünümünü bozmak ve alternatif anlamlar sistemini görünür kılmaktır. Örneğin Hall, “halkın iyi duygusu var ama bu, politikanın başlangıcıdır, sonu değil” diyerek, kitlelerin içindeki *“iyi duygu”*ya bel bağlamanın yeterli olmadığını, bunun üzerinde çalışmak gerektiğini belirtir. Bu tespit, Gramsci’nin “iyi duyu” kavramını yankılamaktadır: Halkın pratik zekâsı ve adalet duygusu vardır ama bunlar çelişkili bilinç içinde bastırılabilir; bu potansiyeli açığa çıkarmak örgütlü bir çabayı gerektirir. Kültürel çalışmalar, medya okuryazarlığı ve kültürel direniş pratikleriyle halkın bu potansiyelini ortaya çıkarmaya katkı sunmayı amaçlar. Bu, örneğin feminist kültürel çalışmaların attığı adımlarda görülür: 1970’lerden itibaren feminizm, toplumda “kişisel olan politiktir” sloganıyla, ev içi yaşama dair sağduyusal kabulleri (kadının yerinin evi olduğu, aile içi şiddetin mahrem bir mesele sayılması gibi) sorgulatmış ve kadınların bilinç yükseltme grupları aracılığıyla kendi deneyimlerini politik bağlama oturtmalarını sağlamıştır. Sonuçta pek çok konuda (kadın hakları, ırkçılık karşıtlığı, çevre duyarlılığı vb.) geçmişte marjinal görülen bakış açıları, bugün kısmen geniş kitlelerce sağduyusal bir doğruluk gibi benimseniyorsa, bunda eleştirel kültürel mücadelelerin payı büyüktür. Bu dönüşümler, “sol duyu”nun toplumsal bilinçte yer bulmasına örnek teşkil eder.
Siyaset Felsefesinde İdeoloji ve Karşı-Hegemonya Arayışı
Siyaset felsefesi ve sosyal teori alanında da sağduyu ve sol duyu kavgasını andıran tartışmalar mevcuttur. Fransız filozof Louis Althusser, 1970’lerde geliştirdiği ideolojik devlet aygıtları kuramında, devletin sadece zor aygıtlarıyla değil, okul, aile, din, medya gibi kurumlardan oluşan ideolojik aygıtlarla da işlediğini belirtir. Althusser’e göre ideoloji, bireyleri çağırarak (interpellation) kendi öznesi haline getirir ve bunu yaparken onlara görünmez bir biçimde “kendiliğinden apaçık” gelen bir dünya algısı sunar. Bu “apaçıklık”, aslında sağduyunun ta kendisidir: Bize doğal görünen, sorgulamaksızın doğru bildiğimiz fikirler bütünü. Althusser, bireyin ideolojiye “evet” demesiyle özneleştiğini, dolayısıyla mevcut düzenin sürdürülmesine katkıda bulunduğunu söylerken, Gramsci’nin sağduyu ve rıza kavramlarına benzer bir zeminde durur. Althusser sonrası Fransız düşünür Guy Debord da Gösteri Toplumu kavramıyla modern dünyada gerçekliğin yerini imgelerin ve sahte bilinçlerin aldığını, insanların bu gösteri bombardımanı altında gerçek ihtiyaç ve çıkarlarını göremez hale geldiğini savunmuştur. Tüm bu yaklaşımlarda, sol duyu diyebileceğimiz eleştirel bilinç, mevcut ideolojik sis perdesini yırtma edimiyle özdeşleşir.
Öte yandan, 1980’lerden itibaren siyaset felsefesinde hegemonya kuramını geliştiren Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, Gramsci’nin fikirlerini post-Marksist bir yorumla güncellemişlerdir. Laclau ve Mouffe, toplumdaki siyasal mücadelenin söylemsel bir mücadele olduğunu, farklı toplumsal taleplerin bir araya getirilerek hegemonya oluşturulduğunu ileri sürerler. Örneğin çeşitli ezilen grupların (işçiler, kadınlar, etnik azınlıklar vb.) talepleri ortak bir “karşıt” etrafında birleştirilip “halk vs. elit” gibi bir söylem çatısı kurulabilir; bu da sol bir popülist stratejiyle yeni bir hegemonya anlamına gelir. Onlara göre radikal demokrasi projesi, toplumun farklı kesimlerini eşitlik ve özgürlük ortak paydasında buluşturan yeni bir ortak duyu yaratmayı hedeflemelidir. Bu görüş, “sol duyu” kavramına oldukça yakındır: Toplumun çoğunluğunu kapsayan ve adalet fikri etrafında kenetleyen bir halk sağduyusu inşa etmek. Örneğin Latin Amerika’da 2000’li yıllarda yükselen sol popülist liderler (Chávez, Morales gibi), neoliberal sağduyuya karşı kamucu ve halkçı bir söylemi kitleselleştirmeye çalışmış, yoksul kesimlerin kendi deneyimlerinden hareketle sistemi sorgulamasını sağlayacak basit ama güçlü mesajlar kullanmıştır (Chávez’in “21. yüzyıl sosyalizmi” söylemi gibi).
Günümüz siyaset felsefesinde ayrıca Slavoj Žižek gibi düşünürler, ideolojinin modern biçimlerini eleştirirken halkın bilinç durumuna özel önem atfederler. Žižek, günümüzde insanların ideolojinin farkında olup yine de ona uymaya devam etmelerini “sinik akıl” olarak tanımlar; yani bir yandan sistemi eleştirirken öte yandan gereklilik bahanesiyle kabullenmek. Bu da aslında sağduyunun yeni bir biçimi sayılabilir: “Evet düzen adaletsiz ama yapacak bir şey yok, bu iş böyle geliyor böyle gider” şeklindeki kayıtsız kabulleniş. Žižek’e göre bu sinizmi aşmak, radikal bir olay veya söylem kırılması gerektirir ki insanlar gerçekliği yeni bir gözle görsün. Bu bakış açısıyla sol duyu, bireylerin içten içe bildiği gerçekleri kolektif bir doğruluk haline getirmek demektir.
Genel olarak, siyaset felsefesi alanındaki bu tartışmalar, ideoloji eleştirisi ve kolektif bilinç inşası ekseninde dönmektedir. Hepsinde ortak payda, egemen toplumsal bilincin (sağduyunun) sorgulanması ve dönüştürülmesi gerektiği fikridir. Bu dönüşüm, devrimci pratik kadar entelektüel ve etik bir mücadeleyi de zorunlu kılar. Gramsci’nin “her insan filozof olabilir” sözü, burada anlam kazanır: Sol duyu, fildişi kulede birkaç aydının imal edeceği bir formül değil; bizzat halk kitlelerinin kendi yaşantılarından yola çıkarak üretecekleri ve sahiplenecekleri bir bilinçtir. Aydınların rolü ise “kolektif iradenin inşası” sürecinde katalizörlük yapmaktır. Bu nedenle, siyaset felsefesi çerçevesinde sol duyuyu, “halkın pratik-yargısının felsefeye dönüşmesi” şeklinde tanımlayabiliriz.
Güncel Tartışmalar ve Örnekler
Sol duyu kavramı, soyut teorik tartışmaların ötesinde güncel pek çok toplumsal harekette ve entelektüel pratikte karşılık bulmaktadır. 21. yüzyılın özellikle ikinci on yılında dünyada art arda yaşanan kitlesel halk hareketleri –“Arap Baharı”, İspanya’daki Indignados (Öfkeliler) hareketi, ABD’deki Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) eylemleri, Yunanistan’daki meydan protestoları vb.– aslında küresel kapitalizmin yarattığı eşitsizlik ve adaletsizliklere karşı yeni bir ortak duyunun filizlenmesine işaret ediyordu. Örneğin Occupy hareketinin sloganı olan “Biz %99’uz”, hegemonik düzende normalleştirilen uçurumları (toplumun %1’lik kesiminin servetine karşı %99’un mahrumiyeti) görünür kılan ve geniş kitlelerce benimsenen bir çerçeve sunmuştur. Bu slogan, pek çok insana sistemin işleyişine dair “sağduyusal” bir gerçeklik gibi gelmeye başladı ve gelir eşitsizliği, borç köleliği gibi konular kamuoyunda meşru bir tartışma zemini kazandı. İşte bu, sol duyunun somut bir örneğidir: Daha önce dağınık rahatsızlıklar şeklinde var olan duyguların, kolektif bir bilinç ifadesine dönüşmesi. Nitekim bu hareketler, her ne kadar iktidarı doğrudan değiştirmese de, dilimizde ve zihinlerimizde izler bıraktı; “%99’un hakları” gibi kavramlar siyaset sözlüğüne girdi.
Benzer biçimde, iklim adaleti hareketi de sağduyunun dönüşümüne örnek teşkil ediyor. Uzun süre çevre sorunları elit bir kesimin meselesi veya teknik bir konu olarak görülürken, son yıllarda genç kuşakların öncülüğünde iklim krizinin aciliyeti geniş halk kesimlerince kabul görmeye başladı. İsveçli genç aktivist Greta Thunberg’in başlattığı okul grevleri dalgası, “Gelecek için Cumalar” eylemleriyle milyonları sokaklara çekti ve “Gezegenimiz yanıyor”, “Başka dünya yok”gibi sloganlar yaygın bilince kazındı. Bugün artık iklim değişikliğinin gerçekliği ve fosil yakıtlara bağımlı ekonominin sürdürülemezliği, birçok toplumda yeni bir sağduyu normu haline gelmektedir. Hatta şirketler ve hükümetler bile söylemlerinde iklim krizini ciddiye aldıklarını vurgulamak zorunda kalıyorlar. Bu dönüşüm, kuşkusuz ki yılların birikimi olan çevreci mücadelenin ve bilimsel uyarıların sonunda, kitlelerin vicdanında ve günlük düşüncesinde yer etmesiyle mümkün oldu – yani sol duyunun çevre alanındaki zaferine örnektir.
Bir diğer güncel örnek, feminist hareketin toplumsal sağduyuda yarattığı değişimlerdir. Geçmişte cinsiyet eşitliği fikri marjinal bir talepken, bugün pek çok toplumda kadın-erkek eşitliği, kadına yönelik şiddetin kabul edilemezliği gibi hususlar genel ahlakın ve sağduyunun parçası haline gelmiştir. Elbette ki bu noktaya mücadeleyle gelinmiştir: #MeToo hareketi küresel ölçekte kadına yönelik taciz ve istismarın yaygınlığını ifşa ederek, daha önce sağduyunun görmezden geldiği veya kadının suçu gibi lanse ettiği olguları yeni bir bakışla topluma gösterdi. Sonuçta birçok çevrede “erkek egemen davranış normaldir” diyen eski sağduyu yerine, “kadınların beyanı esastır” diyen yeni bir toplumsal mutabakat filizlendi. Keza LGBTQ+ hareketi, eskiden yaygın ön yargılara dayalı sağduyu kalıplarını kırarak, eşcinsel yönelimin bir hastalık olmadığı, ayrımcılığın yanlış olduğu yönünde önemli ölçüde kamuoyu bilinci yarattı. Bu süreçler, sol duyunun farklı toplumsal alanlarda nasıl tezahür ettiğinin altını çizer.
Türkiye’den de güncel bir misal vermek gerekirse, 2013 Gezi Parkı eylemleri sırasında ortaya çıkan dayanışma ve yaratıcılık, bir süreliğine de olsa toplumda alışılmadık bir ortak duygu ve bilinç yaratmıştır. Farklı hayat tarzlarından on binlerce insanın “Yaşam tarzımıza müdahale istemiyoruz”, “Bu şehir hepimizin” diyerek bir araya gelmesi, otoriter muhafazakâr sağduyuya karşı seküler ve katılımcı bir vatandaşlık sağduyusu örneği üretmiştir. Gezi eylemleri sırasında mizahın ve yaratıcı protesto biçimlerinin ön plana çıkması da, aslında sol duyunun bir unsuru olarak görülebilir: Sağduyunun buyurgan ve korkuya dayalı diline karşı, halkın neşeli ve özgüvenli bir dille kendini ifade etmesi, mevcut değerler sistemini altüst eden bir etki yaratmıştır. Her ne kadar Gezi sonrasında siyasi atmosfer tekrar farklı yönlere evrilse de, orada yaşanan ortak deneyim pek çok bireyin zihin haritasında kalıcı değişiklikler yapmıştır.
Bütün bu örnekler göstermektedir ki, “sol duyu” dediğimiz olgu, hayata geçirilebilir ve geçirilmektedir. Bu, kendiliğinden değil, mücadeleyle olmaktadır. Sosyal hareketler, sendikalar, sivil toplum inisiyatifleri, alternatif medya organları ve eleştirel entelektüellerin çabaları sayesinde, egemen sağduyunun ötesinde bir bilinç filizlenir. Gramsci’nin ifadesiyle, bu çaba bir **“karşı-hegemonik mücadele”**dir: Egemenlerin normal ve meşru saydığı şeylere karşı alternatifler geliştirme mücadelesi. Bu mücadele bazen eğitim seferberliğiyle (Freire örneğinde olduğu gibi), bazen siyasal bir hareketle (Occupy gibi), bazen de kültürel üretimlerle (edebiyat, sinema, müzik yoluyla) yürütülür. Ama her durumda amaç, insanların dünyaya baktıkları merceği değiştirmektir. Sol duyu, bir kez kökleştiğinde, toplumun büyük kısmı için yeni bir “kendiliğinden doğrular” seti oluşturur. Örneğin emeğin sömürüsüne karşı olmak, savaşa hayır demek, farklı kimliklere saygı göstermek gibi tutumlar geniş kitleler için adeta refleks haline geldiğinde, sol duyu egemenlik kurmuş demektir.
Elbette, bu süreç dümdüz ilerleyen bir çizgi izlemiyor. Tarihsel anlarda geriye dönüşler, sağduyunun tekrar gericileşmesi de mümkündür. Nitekim son yıllarda dünyada yükselen sağ popülizm dalgası, zaman zaman ırkçı veya cinsiyetçi eski sağduyu öğelerini geri getirme çabasındadır. Bu da sol duyunun sürekli olarak canlı tutulması ve yenilenmesi gerektiğini hatırlatır. Karşı-hegemonya, hegemonya gibi, süreklilik isteyen bir uğraştır. Antonio Gramsci’nin ünlü deyişiyle, “eski dünya ölüyor, yenisi doğmakta zorlanıyor; bu arada canavarlar ortaya çıkıyor.” Sol duyu, işte bu sancılı doğum sürecinin ışığıdır; yeni bir dünyanın mümkün olduğunu halka hissettiren ortak akıldır.
Sonuç
“Sağduyu” ve “sol duyu” kavramlarının analizi, bize toplumsal bilinç ve ideoloji arasındaki ilişkiye dair derin bir kavrayış sunmaktadır. Sağduyu, tarihsel olarak akıl ve pratik bilgelik anlamında övülse de, modern eleştirel kuram bu kavramı mevcut toplumsal düzenin gizli taşıyıcısı olarak ifşa etmiştir. Antonio Gramsci’nin katkılarıyla anlıyoruz ki sağduyu, egemen ideolojinin kitlelerce “kendiliğinden” ben
“Sol duyu” ise, bu iyi duyu çekirdeğinin filizlenip gelişmesi, sağduyunun pasif kabullenilmişliğine karşı, halkın çıkarlarını ve özgürlük özlemini yansıtan yeni bir ortak aklın inşa edilmesidir. Sol duyu, hegemonya mücadelesinin kültürel cephesini tanımlar: Egemenlerin normalleştirdiği “doğru”ları sarsarak, ezilenlerin hakikatini normal ve makul hale getirme çabasıdır. Bu çaba, eleştirel teoriden kültürel çalışmalara, siyaset felsefesinden popüler hareketlere dek farklı alanlarda teorileştirilmiş ve pratiğe dökülmüştür. Eleştirel kuramcılar kitlelerin yanılsamalarını gidermeye, kültürel çalışmalar egemen söylemi çözmeye ve alternatif anlamlar üretmeye, siyaset felsefecileri yeni hegemonik projeler tasarlamaya odaklanmışlardır. Bütün bu birikimler, günümüzün toplumsal mücadelelerinde karşılığını bulmaktadır: İklim krizinden toplumsal cinsiyet eşitliğine, ekonomik adaletsizlikten demokrasi taleplerine kadar çeşitli alanlarda yeni “sağduyular” ortaya çıkıyor. Bu yeni sağduyular aslında sol duyunun yaygınlaşmasından ibarettir – yani bir zamanlar marjinal olan hakikatlerin, kitlelerin ortak bilinci haline gelmesi.
Son tahlilde, sol duyu kavramı bizlere şunu öğretmektedir: Hiçbir toplumsal düzen, kendini “akla uygun” gösteren bir sağduyu üretmeden kalıcı olamaz. Ve hiçbir toplumsal dönüşüm de, kendi alternatif sağduyusunu –yani sol duyusunu– yaratmadan başarıya ulaşamaz. Bu nedenle mücadele yalnız ekonomik veya politik cephede değil, kültürel ve ideolojik cephede de verilmelidir. İdeolojinin en derinlerde işlediği, insanların dünyayı anlamlandırma şeklinde gizlendiği düşünüldüğünde, sol duyu için verilen mücadele aynı zamanda insan özgürleşmesi için verilen mücadeledir. Gramsci’nin de öngördüğü gibi, herkesin içinde bir filozof vardır; sol duyu, bu içsel filozofun kolektif bir uyanışa dönüşmesidir. Sağduyunun tarihsel uykusundan uyanan kitleler, kendi dünyalarını kurma iradesini de eline alacaktır. Sol duyu, işte bu uyanışın kavramsal ifadesidir – eşitlikçi, adil ve özgür bir toplum tahayyülünün, “herkesçe bilinen” yeni gerçeklik haline gelmesidir.
Kaynaklar:
-
Descartes’ın sağduyu tanımı ve günlük kullanımı
-
Gramsci’nin sağduyu ve “iyi duyu” kavramsallaştırması
-
Gramsci’ye göre hegemonya, rıza ve sağduyu ilişkisi
-
Karşı-hegemonya mücadelesinin önemi ve yeni bir ortak duyu yaratma gereği
-
Gramsci’nin fikirlerinin popüler eğitim ve bilinç yükseltme pratiklerine etkisi
-
Toplumsal analizde sağduyu ve sol duyu ayrımına dair bir örnek
--
Muratcan IŞILDAK