Türkiye’de “hep yenik başlama” duygusu, kişisel özgüven eksikliğinden ziyade tarihsel olarak katılaşmış ayrımcılık düzeneklerinin bireylerin omuzlarına yüklediği görünmez ağırlıktan beslenir. İnsanlar daha ilkokul çağında, mahallesinin posta kodundan öğretmeninin önyargı diline, evde konuştuğu anadilden ailesinin mesleki statüsüne kadar pek çok değişkenin oluşturduğu fırsat asimetrisiyle tanışır. Bu asimetri, sosyo-ekonomik merdivenin alt basamaklarını işaret eden “gösterge levhaları” gibi, daha yolun başında nereye kadar tırmanabileceğinizi zihninizde çepeçevre kuşatır. Bir öğrencinin penceresinden görünen manzara—kimi zaman lüks siteler, kimi zamansa sıvasız duvarlar—yalnızca maddi değil, sembolik dünyaların da ayrıştığını hatırlatır; böylece “başarı” kavramı, bazıları için ulaşılması zor bir ideal değil, neredeyse sosyolojik istisna hâline gelir.
Bu sistematik eşitsizliğin ilk katmanı, sınıfsal ve bölgesel ayrımcılıktır. İstanbul’un en merkezî ilçesiyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun kırsal ilçeleri arasındaki kişi başı gelir farkı, TÜİK verilerine göre dört-beş kata ulaşır. Yükseköğretime yerleşme istatistikleri incelendiğinde, “en yoksul” gelir diliminden gelen her 100 öğrenciden ancak 12’sinin dört yıllık fakülteye girebildiği görülür; oysa en varlıklı dilimde bu oran %80’e dayanır. Görünürde “tek ve merkezi” bir üniversite sınavı modeli olsa da hanelerin eğitim harcama kapasitesi, özel ders imkânı, kültürel sermaye birikimi ve sınav stratejisi gibi parametreler, aynı maratonu bambaşka pistlerde koşmayı dayatır. Bu nedenle “çalışırsam başarırım” cümlesi, çoğu zaman sosyolojik koşullara meydan okuma iddiası taşır ve gerçek hayatta ağırlaşan eşitsizlik duvarına çarpar.
İkinci katman, etnik ve inanç temelli ayrımcılıktır. Kürt, Alevi, Arap, Roman veya Rum kimlikleri, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında resmî “tek kimlik” ideolojisinin gölgesinde var olmaya çalıştı. 21. yüzyılda yasal düzeyde eşit yurttaşlıktan söz edilse de gündelik pratiklerde önyargılar hâlâ güçlüdür: Kürtçe ağızla devlet dairesinde işlem yapmak hâlâ “resmî dil dışı” kabul edilip, uzayan işlem sürelerine yol açabilir; Alevi yurttaş mezhep sorusu ile karşılaştığında bile hak arayışının “fırsat eşitliği” çerçevesinde değerlendirilmediğini hisseder; Roman yurttaşların üçte ikisi, en az bir iş başvurusunda açıkça geri çevrilmiştir. Bu durum yalnız istihdam gelirlerine değil, toplumsal aidiyet duygusuna da darbeler indirir. Ayrımcılığın kültürel serumu, bireyin “nerede yaşamalıyım, nerede çalışmalıyım?” sorularına bile coğrafî otosansür uygular.
Üçüncü katman, toplumsal cinsiyet ve LGBTI+ ayrımcılığıdır. Kadınların işgücüne katılımı hâlâ OECD ortalamasının yirmi puan gerisinde seyreder; aynı işi yapan kadın ve erkek arasındaki ücret farkı resmî rakamlarda %15-20 civarında görülse de kayıt dışı emek havuzları bu uçurumu çok daha büyütür. LGBTI+ yurttaşlar ise “açık kimlikli” olduklarında terfi beklentilerinin düşeceği, emlak ve sağlık hizmetlerinde ayrımcılığa uğrayacakları kaygısıyla gönüllü görünmezlikgömleği giymeye zorlanır. Bu baskı, hem ekonomik hem psikolojik sermayeyi eritir; “kendin olma” bedeli, çoğu zaman maddî güvenceyi riske atmak anlamına gelir.
Dördüncü katman, engellilik ve sağlık temelli ayrımcılıktır. Kent mimarisi, erişilebilirlik kriterlerinden hâlâ uzaktır; rampalar, asansörler, sesli sinyalizasyon ve körler için kılavuz izler istisna olmaktan çıkamamıştır. Engellilik kotası hukuken var olsa da denetim zayıflığı ve şirketlerin “göstermelik istihdam” çözümlerine başvurması, düzenlemeyi etkisiz kılar. Ruh sağlığı tanısı taşıyan bireyler söz konusu olduğunda istihdam erişimi %6 gibi dramatik bir seviyeye düşer; bu da ayrımcılığın yalnız fiziki değil, zihinsel “etiketleme” boyutunun da güçlü olduğunu gösterir.
Bu katmanlar üst üste binecek şekilde örgütlendiğinde sarmal ayrımcılık ortaya çıkar. Örneğin doğudan göç etmiş, Kürtçe konuşan, yoksul bir ailenin engelli kızı; sınıfsal, etnik, cinsiyet temelli ve fiziki bariyerlerin tamamıyla aynı anda mücadele etmek zorundadır. “Yenik başlama” hissi böylesi vakalarda yalnızca bir duygusal refleks değil, toplumsal yapının bireye aktardığı kurumsal kader hâlini alır.
Bu noktada, sosyal demokrasi ayrımcılığı çözecek kapsamlı bir zihniyet ve politika çerçevesi sunar. Öncelikle, “başlangıç çizgisini eşitleme” hedefi eğitimde tam gün okul, okul öncesi ücretsiz kreş ve kapsamlı burs sistemleri üzerinden inşa edilir. Bu, piyasa öncesi (pre-distribution) eşitlemenin temel ayağıdır. Ardından, progresif vergi ve güçlü sosyal güvenlik ağı devreye girer; piyasa sonrası (redistribution) gelir dağıtımında adaleti sağlar. Sağlık hizmetlerinin evrensel erişimi, anadilde kamusal hizmet ve ücretsiz birinci basamak bakım gibi uygulamalar, kimlik temelli bariyerleri azaltır.
Sosyal demokrat politikalar yalnız “hak” değil, kurumsal güç dağılımı yaratmayı da hedefler: Sendikal özgürlük, kolektif pazarlık ve işyeri demokrasi kurulları, ücret eşitsizliğini azaltarak alt gelir gruplarının pazarlık gücünü artırır. Yerel katılımcı demokrasi araçları—mahalli meclisler, tematik konseyler, bütçe forumları—etnik, inanç ve cinsiyet farklılıklarını temsili kota ve pozitif ayrımcılık yoluyla karar süreçlerine taşır. “Benim mahallemden kimse üst düzey yönetimde yok” hissi yerini “karar masasındayım” gerçeğine bırakır.
Bu zihniyet, kimlik körlüğünü çözüm olarak gören evrenselci tutuma mesafeli durur; çünkü körlük, çoğu zaman ayrımcılığın görünmez kalmasına zemin hazırlayan bir perdeye dönüşür. Sosyal demokrat yaklaşım, tam tersine kimlik duyarlılığına dayanır: Dezavantajlı grupların ihtiyaçlarını özelleştirir, pozitif önlemlerle görünmez engelleri tespit eder ve ortadan kaldırır. Örneğin Roman yurttaşların barınma ve eğitim erişiminde mahalle-temelli kotalar, Kürtçe dil desteğinin yerel yönetimler ve sosyal hizmetlerde kurumsallaştırılması, Alevi cemevlerinin ibadet yeri statüsüyle kamu bütçesinden pay alması gibi somut adımlar, eşitliğin salt kâğıt üzerinde değil, günlük hayatta hissedilmesini sağlar.
Güçlü, tarafsız kurumlar ise bu politik mimarinin sigortasıdır. İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’na bağlayıcı cezai yaptırım yetkisi verilmesi ve ayrımcılık davalarında “ispat yükünün ters çevrilmesi” gibi hukuki düzenlemeler, mağdurların önünde duran yargısal bariyerleri indirir. Böylece ayrımcılık yalnız “ayıp” değil, cezai sonuç doğuran bir ihlâl hâline gelir.
Tüm bu adımların nihai amacı, “yenik başlama” hissini “birlikte başarma” umuduna dönüştürmektir. Türkiye’nin tarihsel çeşitliliği, sosyal demokrat perspektifte bir tehdit değil; dayanışmayı zenginleştiren toplumsal sermayedir. Neoliberal rekabet paradigmasının “her koyun kendi bacağından” anlayışı yerine, dayanışmacı refah kavramı öne çıkmalıdır. Böylece bireyin kaderi sadece kendi performansına değil, toplumsal koruma ağlarının adaletine ve ortak kamusal yatırımların kapsayıcılığına bağlanır.
Son tahlilde, ayrımcılığın kronikleştiği her gün, yalnız bireyin değil, ekonominin verimliliği ve demokrasinin meşruiyeti de aşınır. Sosyal demokrasi; başlangıç çizgisini eşitleyen eğitim, yeniden dağıtımı adil kılan vergi, temsil krizini gideren katılımcı demokrasi ve hak ihlallerini caydıran güçlü kurumlar yoluyla, toplumun tamamı için şansın eşitlendiği bir zemin kurar. Bu zeminde, başarı artık sosyo-ekonomik piyango değil, yetenekle azmin adil bir buluşması olur. Böylece “hep yenik başlama” duygusu, tarihin tozlu raflarına kaldırılır; yerini, farklılıkların dayanışma içinde güçlenip ortak geleceği inşa ettiği bir toplumsal ufka bırakır.
--
Muratcan IŞILDAK