Trajedinin Dayanılmaz Dinginliği: Bir Film
Yakın zamanda izlediğim ve beni çok etkileyen bir filmden bahsedeceğim size. Filmin adı Yaşamın Kıyısında, orijinal adıyla Manchester by the Sea.
Kenneth Lonergan tarafından yazılıp yönetilen 2016 Amerikan yapımı dram filmi. Filmin başrollerinde Casey Affleck, Michelle Williams, Kyle Chandler, Gretchen Mol ve Lucas Hedges yer almaktadır.
Film, Boston'da apartman görevlisi olarak yaşayan, soğuk ve her an kavgaya hazır bir adam olan Lee Chandler'ın etrafında ilerliyor. Lee, abisinin ölüm haberini Manchester'da alır. Abisi, vasiyetinde yeğeninin velayetini ve tüm mal varlığını Lee'ye bırakmıştır. Ergenlik döneminde olan yeğeni ile ne yapacağını şaşırır. Manchester, Lee'nin sadece abisinin ölümüne ve yeğenine değil, aynı zamanda geçmiş travmalarıyla da yüzleşmek zorunda kaldığı bir yerdir.
Lee çocuklarını kaybetmiştir ve bu kaybın sorumlusu kendisidir. Suçluluk duygusu ve yasın ağırlığı altında ezilirken, yaşadığı bu trajedinin de esiri olmuştur. Filmde ara ara geçmişe gider; abisi ve yeğeni ile ilişkisi, eski eşi ve çocuklarını hatırlar Lee.
Manchester her şeyin yaşandığı ve küllerin hala savrulduğu yerdir onun için. Ölmek istemiş, bunu başaramamış ve cezalandırılmamıştır. Bu nedenle kendi cezasını kendisi kesmeye çalışır. İlk fırsatta insanlarla kavga çıkarır, dayak atmalarına izin verir. Bedenen yorucu ve pis işlerle uğraşır; tuvalet temizler, kalorifer kazan dairesinde borularla uğraşır, tıkanan boruları açar, kar kürer.
Abisinin kendisine bıraktığı tekne ve konforlu ev yaşamı Lee'ye iyi gelmez. Onun için geçmişiyle yüzleşmek yeterince zorken bir de ergenlik döneminde olup kendi sürecinin sancılarını yaşayan, uyum sağlayamadığı yeğeni de zorlayıcı olur. Lee, sorumluluk üstlenecek durumda değildi. Belki de hiçbir zaman sorumluluk alamayan biriydi; ne evliliğinin ne de çocuklarının sorumluluğunu taşıyabilmişti. Lee kimseyle bağ kuramaz veya kurmak istemez. İnsanlarla olan ilişkileri kısa ve tamamen mecburiyetten ibarettir. Bu durum, onun ses tonundan ve diyaloglardaki isteksiz ifadelerden anlaşılır.
Beni en çok etkileyen kısımlardan biri de eski karısı Randi ile olan yüzleşmeleri oldu. Randi, trajik olay yaşandığında Lee’ye sarf ettiği acımasız sözlerden dolayı pişmanlık duyuyor ve onu hâlâ seviyor; belki de "Seni affettim" demek istiyor. Ama Lee, bunların hiçbirini duymak istemez, konuşmayı keser. Çünkü bu acıların hepsini hak etmiştir ya da ağırlığı onu ezdiği için de olabilir. Belki de affedilmeyi istemiyor, bunu duymaya katlanamıyordur ya da en önemlisi, kendisini affedemiyordur. Sahnedeki o acıdan konuşamama hali, Randi’nin ağlamaklı sesi ve derinlerden gelen gözyaşları insanın içine işliyor.
Filmin en büyük özelliği: Derin keder ve yas duygusunu, yaşamın doğal akışını, kendiliğindenlik içinde vermesi. Film, karmaşık ve gerçek duyguları abartıdan uzak, doğal ve derinlikli bir şekilde hissettiriyor. Travmatik yaşantıyı feryatsız bir sessizliğin içinde sunarken, konuşma ve mimiklerin sadeliği içinde derin acının izleyiciye geçmesini sağlıyor. Böylesine ağır bir konuyu işlerken bile hayatın sıradanlığını ve mizahı anların içinde yedirmesi, filmi daha da gerçekçi kılıyor. Bu da filmi sarsıcı bir hale getiriyor.
Lee’nin yeğeni Patrick de ilgi uyandırdı bende. İki farklı kuşak, birbirine uzak ama derin yakınlığı olan iki insan, Lee ve Patrick… Annesi alkol bağımlısı olduğu için babasıyla yaşayan Patrick, babası öldüğü halde yas sürecini atlar. Gündelik yaşamını, kızlarla sürdürdüğü cinsellik temelli ilişkilerini aynı rutinle devam ettirir.
Annesi, dindar bir adamla evlenerek yeni bir düzen kurmuştur. Bu adam, hassas dengeler üzerine kurulu hayatına kargaşa getirecek olan Patrick'i istemez. Kısacası, Patrick yalnızdır ve amcasından başka kimsesi yoktur. Lee, abisinin avukatı ile vasiyet konuşması yaptığında, çıkışta Patrick amcasına yetimhaneye mi verileceğini sorarak bu durumunu trajikomik hale getirir.
Babasının ölümü ile yüzleşmekte zorlanır. Hayatı bırakamaz… Acısını kendisine bile göstermez; babasının cenaze işlemleri ve vasiyet gibi konularda amcasının yanında isteksiz ve mesafeli kalır. Ergenlik çağında çocuk duyguları ile gençlik istekleri arasında kalmış bir haldedir aslında. Hayatının akışının bozulmasını istemeyen ve bunun telaşını yaşayan Patrick ile amcası arasındaki ilişkide, başlangıçta sessiz bir otorite savaşı hissedilir. Aralarındaki gerilim, yaşadıkları acı ile iç içedir. Patrick bize yasın başka bir biçimini sergilemektedir: yaşama sıkıca tutunma mücadelesi.
Alışık olduğumuz dram filmlerinden farklı olarak, yas sürecini kocaman ağlama sahneleri veya ajite diyaloglarla değil, sessiz ve naif bir şekilde sunar film. Keder sadece büyük bir patlama anı değildir, aynı zamanda hayatın sıradanlığı ve akışı içinde görünmez bir yük, ağırlıktır. Gündelik yaşam devam etmektedir: Lee’nin çalışması, market alışverişi yapması, yemek yenmesi, arızalı teknenin tamir edilmesi, Patrick’in okula gitmesi, spor takımında oynaması, müzik grubunda çalması… Gündelik hayat devam etmelidir; yas bu akışları, anları gölge gibi takip eder.
Filmde ara sıra komik gelebilecek aksaklıklar da olur ama bu anlarda gülmekle gülmemek arasında kalınır. Her şey o kadar doğal akıştadır ki yürürkenki konuşmalar, yanlarından geçerken sataşan adam, Lee’nin arabayı park ettiği yeri bulamaması ve geri dönmesi… Her şey çok doğal; kendi gündelik hayatımızdaki farkına varmadığımız detaylara kadar doğal bir akıştadır.
Filmin dış mekân seçimleri ve ara sıra boşluk bırakarak izleyiciyi dramın yaşandığı coğrafyaya yöneltmesi, duyguların derinliğini artırıyor. Uçsuz bucaksız deniz manzarası, havanın kasvetiyle birleşerek bir önceki sahnenin duygusunu adeta bize söylüyor. Bazı sahnelerde deniz durgunken, bazı sahnelerde kendi içinde kaynayan bir hınç halini yansıtıyor. Lee’nin dışarıya aktaramadığı ya da aktarmadığı duygularını haykıran bir manzara ile karşılaşıyoruz. Bu manzara kullanımı Nuri Bilge Ceylan filmlerini hatırlattı. Kışın solgun ışığı, karla kaplı arazi, donmuş deniz manzaraları ve uçsuz bucaksız görünen sahiller… Buna eşlik eden klasik müzik…
Film içimde derin duygu ve düşüncelere kapı araladı. Filmdeki kederin ve acının sessiz işlenişi, ister istemez bizim toplumumuzdaki travmaları ve bu travmalara verdiğimiz tepkileri düşünmeme yol açtı. Yas ve trajediye verilen tepkiler, coğrafyadan coğrafyaya, kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişkenlik gösteriyor. Peki ya toplumsal travmalarımız? Bizler sürekli bir trajedinin içinde yaşıyor ve kişisel travmalarımızla toplumsal travmalarımızın iç içe geçtiğini görüyoruz. "Neden kimse tepki vermiyor? Neden halk başına gelenlere bu kadar ilgisiz?" diye sorup şaşırıyoruz. Belki de Patrick gibi hayatta kalmaya ve yaşama tutunmaya direniyoruzdur. Ya da belki de, yaşadığımız trajedilerin ağırlığı altında Lee gibi kendi içimize gömülüyoruzdur. Ne olursa olsun, taşınamaz yükleri taşıyor olduğumuz kesin…