Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda tanınmasını sağlayan Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923), modern Türkiye’nin adeta kurucu belgesi kabul edilir. Kurtuluş Savaşı’nın askerî zaferlerini diplomatik başarıyla taçlandıran Lozan, sadece yeni devletin sınırlarını ve bağımsızlığını tescil etmekle kalmamış, aynı zamanda kurulacak Cumhuriyet’in ideolojik ve yapısal çerçevesini de şekillendirmiştir. Bu yazıda Lozan Antlaşması’nın tarihsel ve siyasal önemi ele alınmakta; Lozan’la temelleri atılan Cumhuriyet’in sosyal demokrasi ilkeleriyle olan bağları incelenmektedir. 1923’ten günümüze Türkiye’nin siyasal rejimi, anayasal ilkeleri ve yurttaşlık tanımı üzerinde Lozan’ın rolü değerlendirilerek, sosyal devlet anlayışı ile laik, demokratik bir hukuk devleti ilkesinin Lozan eksenindeki yeri tartışılacaktır. Yazı, günümüz siyasi aktörlerine hitaben kaleme alınmış olup, Lozan’ın mirasının bugünün yöneticilerine ne gibi sorumluluklar yüklediğine dair çıkarımlarla son bulacaktır.

Lozan Antlaşması’nın Tarihsel ve Siyasal Önemi

1923 yılında Lozan Barış Antlaşması’nın imza töreni öncesinde delegeler salonda yerlerini alıyor. Bu antlaşma, Osmanlı’yı parçalamayı hedefleyen Sevr’in hükümsüz kaldığını tescil eden büyük bir diplomatik zaferdir.

Lozan Barış Antlaşması, I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti’ne dayatılan Sevr Antlaşması’nı geçersiz kılarak Türk ulusunun tam bağımsızlığını dünyaya ilan eden belgedir. Mustafa Kemal Atatürk, Lozan’ı “Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme girişiminin yıkılışını bildirir bir belge” olarak tanımlamıştır. Gerçekten de Lozan, Anadolu’yu parçalama emellerine son vermiş; kapitülasyonların kaldırılmasıyla ekonomik ve hukuki tam bağımsızlığı sağlamış; Misak-ı Milli’de çizilen sınırların büyük ölçüde kabul edilmesiyle yeni Türk devletinin toprak bütünlüğünü tescil etmiştir. Bu antlaşmayla Türkiye, tüm dünya devletlerince “bağımsız ve egemen” bir devlet olarak resmen tanınmış; emperyalizmin Anadolu’yu bölme planları sona ermiştir. Nitekim Lozan, Osmanlı’nın son yüzyılında imzalanan diğer antlaşmalardan farklı olarak, Ankara Hükümeti’nin eşit şartlarda müzakere ettiği ve taleplerini kabul ettirdiği bir anlaşma olmuştur. Bu yönüyle Lozan, “Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş siyasi bir zafer” sayılır.

Lozan Antlaşması’nın kapsamı, Türkiye’nin yeni devlet düzenini kurarken ihtiyaç duyduğu hemen her meseleyi içermekteydi. Sınırlar konusunda antlaşma, Misak-ı Milli hedeflerine yakın bir sonuç getirmiş; güneyde Suriye sınırı (1921 Ankara Antlaşması’na göre) çizilmiş, Musul meselesi ileriki tarihe bırakılmış (1926’da Ankara Antlaşması ile Musul Irak’a bırakıldı); batıda Meriç nehri sınır kabul edilmiş, Kıbrıs dahil bazı topraklar fiilen Osmanlı’dan çıkmış olmasına rağmen yeni Türkiye tarafından Lozan’da resmen terk edilmiştir. Boğazlar meselesinde Lozan geçici bir rejim öngörmüş, Boğazlar askerlerden arındırılıp uluslararası komisyon denetimine verilmişse de bu hüküm 1936 Montrö Sözleşmesi ile Türkiye lehine değiştirilmiştir. Osmanlı borçları paylaştırılmış; savaş tazminatı olarak Yunanistan’dan sadece Karaağaç bölgesi alınmıştır. En önemlisi, Lozan kapitülasyonları kesin olarak kaldırarak Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığını pekiştirmiştir. Böylece genç Türkiye Cumhuriyeti, siyasi egemenliğinin yanı sıra ekonomik ve hukuki egemenliğini de kazanmış; “içte ve dışta tam bağımsız” bir devlet olarak uygar dünya milletleri arasına katılmıştır.

Lozan’ın bir diğer kritik yönü, azınlık hakları ve vatandaşlık rejimi konusundadır. Antlaşma, “azınlık” kavramını sadece gayrimüslimler için kullanmış; Müslüman olmayan vatandaşlar azınlık kabul edilirken, din veya ırk farkı gözetmeksizin tüm Türkiye halkının Türk uyruğu sayıldığı vurgulanmıştır. Lozan’ın 40. maddesiyle gayrimüslim Türk vatandaşlarının, diğer Türk vatandaşlarıyla kanun önünde aynı hak ve güvencelerden yararlanacağı hükme bağlanmıştır. Azınlıkların kendi okullarını, dini ve sosyal kurumlarını kurup yönetmeleri, kendi dillerini ve dinlerini özgürce kullanmaları güvence altına alınmıştır. Ayrıca Lozan protokolü gereği Türkiye ve Yunanistan arasında nüfus mübadelesigerçekleştirilmiş; Anadolu’daki Ortodoks Rumlar ile Yunanistan’daki Müslümanlar karşılıklı yer değiştirmiş, böylece yeni ulus-devletin daha homojen bir demografik yapıya kavuşması hedeflenmiştir (İstanbul Rumları ve Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuştur). Tüm bu düzenlemeler, Türkiye’de tek bir egemen ulus yaratma idealine hizmet etmiş; hukuken tüm vatandaşların eşit ve ortak bir kimlikle “Türk” olarak tanımlandığı yeni bir rejimin önü açılmıştır. Nitekim 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde “Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı olmaksızın, vatandaşlık itibarıyla Türk denir” ifadesi yer almış; bu Lozan’da benimsenen vatandaşlık anlayışının anayasal bir yansıması olmuştur. Böylece Lozan, hukuki eşitlik ve ortak yurttaşlık ilkesini Cumhuriyet’in temel taşlarından biri haline getirmiştir.

Cumhuriyet’in Kuruluş Felsefesi: Lozan ve Sosyal Demokrasi İlkeleri

Lozan Antlaşması’yla uluslararası meşruiyet kazanan Türk devleti, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetini ilan ederken, ulusal egemenlik ilkesini ve halkçı bir yönetim anlayışını temel aldı. Osmanlı’da egemenlik “Halife-Padişah” şahsında ilahi kaynaklı sayılırken, yeni Türkiye’de egemenlik kayıtsız şartsız millete geçti. TBMM hükümetinin Lozan’daki başarısı, zaten bu yeni milli egemenlik iddiasının kabulü anlamına geliyordu. Bu dönüşüm, Cumhuriyet’in ideolojik çerçevesini belirlerken Batı’nın demokratik ve sosyal değerlerini de içselleştirmeyi hedefleyen bir atılım niteliğindeydi. Ankara hükümeti Lozan görüşmelerinde dahi, laik ve çağdaş bir devlet olma kararlılığını ortaya koymuştu. Öyle ki, Türk heyeti Lozan’da “Türkiye laik bir devlet olacak!” diye ısrar ettiğinde, bazı İtilaf Devletleri “Hayır, Osmanlı din devleti idi, öyle kalmalı!” diye direnç gösteriyordu. Batılı emperyal güçler, Osmanlı’daki çok hukuklu, din temelli sistemi (şeriye mahkemeleri, gayrimüslim cemaat mahkemeleri, yabancı konsolosluk mahkemeleri vb.) kendi çıkarlarına uygun buldukları için Türkiye’nin laikleşmesini başlangıçta istememişlerdi. Fakat Türk delegasyonu, ulusal bağımsızlığın vazgeçilmez şartının hukuk birliği ve laiklik olduğunu savunarak bu dayatmalara karşı durdu. Sonuçta Lozan Antlaşması, Türkiye’nin laik bir hukuk devleti kurma iradesini de zımnen onaylamıştır. Nitekim Lozan’dan sonra atılan devrimci adımlarla hilafetin kaldırılması, şer’i mahkemelerin kapatılması ve tekke-zaviyelerin kapatılması gibi laikleşme hamleleri hız kazanmış; bu sayede ulusal egemenlik, dinsel vesayetten arındırılmış çağdaş bir yönetim zemini bulmuştur.

Lozan’la kurulan Cumhuriyet’in ideolojisi, halkçılık, milliyetçilik, laiklik, devletçilik gibi ilkelerle tanımlandı ki bunlar sosyal demokrasiyle kesişen yönler taşır. Özellikle halkçılık ilkesi, toplumsal sınıf ayrıcalıklarını reddeden, milletin eşit fertlerden oluştuğunu vurgulayan bir anlayışı temsil ediyordu. Bu ilke, meşhur 10. Yıl Marşı’nda geçen “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” ifadesiyle simgeleşmiştir. Atatürk’ün halkçılık anlayışı, Osmanlı’dan kalma kulluk düzenine son vererek, halkın egemen olduğu ve bütün vatandaşların ortak bir kimlikte buluştuğu bir toplum yaratmayı hedefliyordu. Fransız Devrimi’nin “Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik” ideallerine dayanan bu yaklaşım, farklı sınıf veya zümre ayrıcalıklarını reddetmiş; milleti “sınıfsız ve kaynaşmış” bir ortak kader topluluğu olarak tanımlamıştır. Bu yönüyle halkçılık, sosyal adalet ve dayanışma prensiplerini içerir ve sosyal demokrasinin temel değerleriyle örtüşür. Erken Cumhuriyet elitleri, toplumda keskin bir sınıf mücadelesi olmamasıyla övünmüş; milli birliğin sınıf çıkarlarının üzerinde tutulduğunu vurgulamışlardır. Elbette ki Cumhuriyet’in ilk döneminde fiilî tek parti yönetimi söz konusuydu ve tam manasıyla çoğulcu bir demokrasi bulunmuyordu. Ancak uzun vadede hedeflenen, millet egemenliğine dayalı demokratik bir düzen kurmaktı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin altı ok ideolojisi içinde “Cumhuriyetçilik” ve “Milliyetçilik” kadar “Halkçılık” ve “Devletçilik” ilkeleri de vardı. Devletçilik, o dönemde özel sermayenin zayıflığı nedeniyle kalkınma için devletin öncülük etmesini öngören, sosyal refahı artırmaya matuf bir politika olarak benimsendi. Bu çerçevede genç Cumhuriyet, köylünün kalkındırılması, eğitim seferberliği, sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması gibi sosyal devlet niteliğine uygun adımlar da atmıştır. Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyerek ulus kavramını kapsayıcı biçimde tanımlarken, “Biz hiçbir kişiye veya zümreye imtiyaz tanımayız” sözleriyle de eşitlikçi bir toplumsal düzen arzusunu ifade etmiştir. Bütün bu ilkeler, Lozan’la elde edilen bağımsızlık zemini olmasa hayata geçirilemezdi. Lozan’ın sağladığı tam egemenlik sayesinde Türkiye, kendi iç reformlarını özgürce yapabilmiş, teokratik imparatorluktan laik ve halk egemenliğine dayalı bir ulus-devlete dönüşebilmiştir.

Lozan Antlaşması aynı zamanda Türkiye’nin sosyal demokratik gelişimine zemin hazırlayan bir ortam yarattı. Ulusal bağımsızlık, ülkede çağdaş toplumsal politikaların uygulanmasının ön koşuluydu. Lozan’dan sonra milli hükümet, toplumsal alanda köklü dönüşümlere imza attı: Kadınlara siyasi hakların verilmesi, eğitimde birliğin sağlanması (Tevhid-i Tedrisat), yaygın okuma-yazma seferberliği, tekke ve medreselerin kapatılarak aklın ve bilimin rehber alınması gibi devrimler, sosyal ilerlemeyi ve eşit yurttaşlık bilincini güçlendirdi. Bu gelişmeler, sosyal demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan eşitlik, laiklik, hukukun üstünlüğü, toplumsal dayanışma gibi prensiplerle örtüşmektedir. Örneğin, 1930’larda uygulanan bazı halkçılık politikaları, devletin ekonomik ve sosyal alana müdahil olarak halkın refahını artırmayı amaçlayan bir yaklaşımı yansıtır ki bu, sosyal devlet fikrinin erken bir tezahürüdür.

Lozan’ın ertesinde, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi Atatürk tarafından dış politikanın temeline konuldu. Bu ilke, içeride barışı ve halkın huzurunu, dışarıda dostça ilişkileri esas alır. Türkiye’nin Lozan’la kazandığı egemen eşit devlet konumu, ona uluslararası arenada saygın bir yer kazandırdı ve barışçıl bir diplomasi yürütmesinin önünü açtı. Nitekim Lozan Antlaşması’nın imzalanması, sadece savaşın bitimi değil, aynı zamanda bölgesel barış ve işbirliği döneminin başlangıcı oldu. Bu ortam, Türkiye’de demokratik gelişmeler için elverişli bir iklim yarattı.

Özetle, Lozan Barış Antlaşması çağdaş, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yükselmesini mümkün kılan temeli atmıştır. Başbakanlık tarafından yayımlanan resmi bir mesajda da vurgulandığı gibi “Bu antlaşmayla atılan temel üzerinde demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti yükselmiştir.”. Yani Lozan’ın kazandırdığı bağımsızlık zemini, Türkiye’nin ilerleyen yıllarda anayasalarına da yansıyan demokratik, laik ve sosyal devlet niteliğinin ön koşuludur.

1923’ten Günümüze Siyasal Rejim ve Anayasal İlkelerde Lozan Ruhu

Lozan Antlaşması’nın imzalanmasını takiben ilan edilen Cumhuriyet, başlangıçta tek parti rejimiyle idare edildi (1923-1946). Bu dönemde siyasal rejim tam manasıyla demokratik olmasa da, anayasal ilkeler bakımından Lozan’ın ruhu yaşatılmaya çalışıldı. 1924 Anayasası, egemenliğin kaynağını millete vererek milli egemenlik ilkesini pekiştirdi. Devletin dini ilk başta “İslam” olarak belirtilmişse de, 1928’de bu madde anayasadan çıkarıldı ve 1937’de laiklik ilkesi açıkça Anayasa’ya girdi. Böylece lozan’da fiilen temelleri atılan laik hukuk devleti, anayasada da yerini buldu. 1924 Anayasası ayrıca vatandaşlık tanımında Lozan’ın yaklaşımını benimsedi; tüm Türkiye halkının hiçbir ayrım olmadan “Türk” sayıldığını ilan etti. Bu, ulus-devlet inşasında Lozan’dan gelen mirasın hukuki ifadesiydi.

II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye, çok partili siyasi hayata geçerek demokrasi yönünde önemli bir adım attı (1946 seçimleri, 1950’de iktidarın el değiştirmesi). Ancak demokrasi tecrübesi sancılı oldu; ordu, kendini cumhuriyetin kurucu değerlerinin bekçisi görerek 1960’da yönetime müdahale etti. 1961 Anayasası, askeri darbe sonrasında hazırlanmış olmasına karşın, Türkiye’de özgürlükçü demokrasi ve sosyal devlet alanlarında ilerleme sağladı. İlk kez bu anayasada “Türkiye Cumhuriyeti ... sosyal bir hukuk devletidir” ibaresi yer aldı. Yani sosyal devlet ilkesi anayasal statü kazandı, devletin vatandaşlarına karşı sosyal ve ekonomik alanda görevler üstleneceği kabul edildi. Aynı anayasayla Anayasa Mahkemesi kurulması, temel hakların güvenceye alınması gibi hukuk devleti mekanizmaları güçlendirildi. 1961 Anayasası’nın getirdiği bu yenilikler, Lozan ile bağımsızlığını kazanmış bir ülkede, sosyal adalet ve hukuk düzenini tesis etme çabasının parçasıydı. Uzmanlar, Türkiye’nin sosyal devlet uygulamalarıyla tanışmasının 1961 Anayasası ile başladığını ve 1982 Anayasası’nda da (daha sınırlı ölçüde de olsa) devam ettiğini belirtmektedir. Gerçekten de 1982 Anayasası da değiştirilmesi dahi teklif edilemez ilkeler arasında “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir” ifadesine yer vermiştir. Bu hüküm, Lozan’da perçinlenen bağımsız, çağdaş ulus-devlet idealinin, cumhuriyetin temel nitelikleri halinde güvence altına alındığını gösterir.

Soğuk Savaş yıllarında ve sonrasında Türkiye’de siyasal rejim inişli çıkışlı bir seyir izlese de, Lozan’la özdeşleşen temel paradigmadan - ulusal bağımsızlık, üniter devlet, laiklik ve vatandaşların eşitliği paradigmalarından - hiçbir anayasada taviz verilmedi. 1971 muhtırası ve 1980 darbesi gibi müdahaleler, demokrasiye kesintiler getirdi; ancak bu müdahaleyi yapanlar bile meşruiyetlerini Atatürk ilke ve inkılaplarını koruma iddiasına dayandırdılar. Örneğin 1980 sonrası rejimde Atatürkçülük anayasal bir referans haline getirildi, Diyanet İşleri Başkanlığı güçlendirildi ama laiklik ilkesi de korunmaya devam edildi. Anayasanın 2. maddesindeki “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” tanımı, Lozan’ın sağladığı ulusal bağımsızlık zemininde yükselen Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliğini özetlemektedir. Bu tanım, Lozan’da elde edilen kazanımların (örneğin din ve devlet işlerinin ayrılması, hukuk birliği, sosyal refahın gözetilmesi) anayasal düzlemde teyidi anlamına gelir.

Yurttaşlık tanımı konusunda ise, Lozan’ın çizdiği çerçeve Cumhuriyet tarihi boyunca devam eden bir tartışmanın temelini oluşturdu. Lozan, gayrimüslimleri azınlık kabul ederken, Müslüman unsurları Türk kimliği potasında birleştirmesiyasetini kolaylaştırmıştı. Bu durum, özellikle Kürt vatandaşların statüsü meselesinde uzun yıllar tartışıldı. Resmî söylem, Kürtleri ayrı bir etnik azınlık olarak tanımayı Lozan ruhuna aykırı gördü; zira Lozan’ın anlayışına göre Müslüman unsurlar makbul vatandaş sayılacak ve hiçbir etnik ayrıcalığa izin verilmeyecekti. Bu politika, bir yandan ulusal birliğe vurgu yapan üniter vatandaşlık anlayışını güçlendirdi; diğer yandan da etnik kimlik taleplerinin uzun süre bastırılmasına yol açtı. Ancak 1990’lardan itibaren bu alanda bazı açılımlar yaşandı; Kürtçe yayın ve eğitim konularında kısmi serbestiler tanındı. Yine de anayasal vatandaşlık tarifi değişmedi ve Lozan’dan gelen “herkes vatandaşlık bakımından Türktür” ilkesi özü itibariyle korundu. Günümüzde de T.C. Anayasası, vatandaşlığı etnik veya dini aidiyet temelinde tanımlamayı reddeden Lozan anlayışını sürdürmektedir. Bu durum, hukuk önünde eşitlik ilkesinin bir yansıması olarak savunulsa da, pratikte bazı kimliklerin inkarına da zemin hazırladığı eleştirileri vardır. Sosyal demokrasi perspektifinden bakıldığında, tüm vatandaşlara eşit yurttaş statüsü verilmesi olumlu bir ilkedir; ancak bu eşitliğin gerçek hayatta tam karşılık bulması için çoğulcu ve katılımcı demokrasi kültürünün güçlenmesi gerekir. Lozan’ın bize mirası olan yurttaşlık anlayışı, bugün hâlâ ülkemizin birlik ve beraberliği için önemli bir çerçeve sunmaktadır; yeter ki bu çerçevenin içini demokratik değerlerle doldurabilelim.

Lozan’ın Günümüzdeki Rolü ve Sosyal Devlet Perspektifi

Günümüz Türkiye’sinde Lozan Barış Antlaşması, üzerinden bir asır geçmiş olmasına rağmen güncelliğini koruyan bir mihenk taşıdır. 2023 yılında Lozan’ın 100. yıldönümü kutlanırken, bu antlaşmanın getirdiği ilkelerin halen devletimizin bekası ve niteliği açısından belirleyici olduğu vurgulanmıştır. Lozan, Türkiye’nin uluslararası tapu senedi olarak anılmakta; Cumhuriyet’in egemenlik haklarının ve bağımsızlık statüsünün teminatı sayılmaktadır. Ne var ki, son yıllarda Lozan hakkında kamuoyunda çeşitli asılsız iddialar ve komplo teorileri da dolaşıma girmiştir. Örneğin bazı marjinal çevreler, Lozan’ın gizli maddeler içerdiğini veya 100 yıl süreyle imzalandığını, 2023’te süresinin dolacağı gibi temelsiz iddialar ortaya atmışlardır. Oysa bu iddiaların hiçbir tarihi ve hukuki dayanağı yoktur; Lozan süresiz ve kalıcı bir barış antlaşmasıdır ve Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarını sınırlayan gizli bir hüküm barındırmaz. Bu tür komplo teorileri, Lozan’ın değerini bilinçsizce veya kasıtlı olarak gölgelemeye çalışan dezenformasyonlardır. Siyasi aktörlerin, Lozan konusunda toplumun doğru bilgilendirilmesini sağlaması, Cumhuriyetimizin kurucu belgesine sahip çıkması gerekir. Lozan’a sahip çıkmak, esasında Türkiye’nin ulusal bağımsızlığına, ülke bütünlüğüne ve çağdaş karakterine sahip çıkmak demektir.

Lozan Antlaşması’nın günümüzdeki rolü, sadece tarihî bir metin olmasından değil, içerdiği ilkelerin halen Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetim felsefesinin omurgasını oluşturmasından kaynaklanır. Laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti ilkesi, bugün de anayasamızın değişmez maddelerindendir ve bu ilkenin kökleri Lozan’da atılan temelde yatar. Laiklik, Türkiye’de toplumsal barışın ve farklı inançların bir arada yaşamasının güvencesidir; Lozan ise laikliğin devlet yapısına dahil edilmesinin önünü açmıştır (Batılı devletlerin bile isteğine karşı, Türkiye kendi laik hukuk düzenini tesis etmiştir). Demokrasi ise milli egemenlik ilkesinin doğal sonucudur; Lozan’da emperyalist dayatmaları boşa çıkaran milli irade, iç politikada da halkın yönetime katılım hakkının temelini oluşturdu. Her ne kadar demokrasimiz kesintilere uğramış olsa da, bugün çok partili hayatın ve seçimle iktidar değişiminin varlığı Lozan sayesinde mümkün olan bağımsız ve ulusal egemen devlet olma halinin ürünüdür. Hukuk devleti ilkesi keza, Lozan ile kazanılan hukukî bağımsızlığa dayanır. Eğer Lozan kapitülasyonları kaldırmamış olsaydı, Türkiye kendi yasalarını egemen bir şekilde uygulayamaz, yabancı mahkemelerin vesayeti sürerdi. Bugün hukuk devletinde yaşanan kimi sıkıntılar (yargı bağımsızlığı tartışmaları gibi) ortaya çıktığında çare yine Lozan’ın ruhuna, yani tam bağımsız ve tarafsız bir hukuk düzenine dönmekte aranmalıdır.

Sosyal devlet anlayışı, Lozan’ın dolaylı olarak beslediği, Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarda benimsediği bir başka temel ilkedir. Sosyal devlet, vatandaşların ekonomik ve sosyal açıdan korunmasını, devletin fırsat eşitliğini sağlamasını öngören anlayıştır. Türkiye’de sosyal devlet prensibi özellikle 1960’lardan itibaren belirginleşmiş ve anayasal ilke haline gelmiştir. Bu gelişim, Türkiye’nin Lozan sayesinde elde ettiği siyasal bağımsızlık ve toprak bütünlüğü üzerinde gerçekleşebilmiştir. Bugün sosyal devlet ilkesi, dar gelirli vatandaşlara yönelik sosyal yardımlar, eğitim ve sağlık hizmetlerinin kamusal niteliği, çalışan haklarının korunması gibi alanlarda somutlanmaktadır. Ancak zaman zaman bu alanda gerilemeler olduğu, sosyal devletin gereklerinin ihmal edildiği de gözlenmektedir. Örneğin piyasa odaklı politikaların ağır bastığı dönemlerde gelir dağılımı adaletsizliği artmış, işsizlik ve yoksulluk sorunlarına yeterince çözüm üretilememiştir. Bu noktada siyasi aktörlerin hatırlaması gereken, Cumhuriyet’in kurucu felsefesinin halkçı ve sosyal yönüdür. Lozan’da bağımsızlığımızı kazanırken gösterilen kararlılık, bugün sosyal adalet ve refah hedefleri için de gösterilmelidir. Unutulmamalıdır ki, sosyal barışın ve ulusal birliğin temeli, güçlü bir sosyal devlettir – bu da Cumhuriyet’in halkçı karakterinin bir gereğidir.

Günümüzde Türkiye’nin karşı karşıya olduğu bazı meydan okumalar, Lozan’ın savunduğu ilkelerin ne kadar hayati olduğunu tekrar ortaya koymaktadır. Hukuk devletine bağlılık, özellikle son yıllarda sıkça tartışılan yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı konularında rehberimiz olmalıdır. Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmadığı veya hukukun siyasallaştığı yönündeki eleştiriler, bizleri Lozan neslinin çizdiği yola yeniden bakmaya sevk etmelidir. Lozan’ın önderleri, “hukukun üstünlüğü” için uluslararası arenada mücadele vermişken, bugün içeride hukuku egemen kılmak siyasi aktörlerin en öncelikli sorumluluğudur. Laiklik prensibi, giderek kutuplaşan ve dini hassasiyetlerin siyasete malzeme edildiği günümüz ikliminde toplumsal barışın anahtarıdır. Lozan’ın kazanımlarından biri olan laiklik, sadece din ve devlet işlerinin ayrılığı değil, aynı zamanda inanç özgürlüğünün teminat altına alınması demektir. Bugün farklı inanç gruplarının talepleri ya da çoğunluk-dışı inanışların hakları gündeme geldiğinde, Lozan’daki dengeli yaklaşımı hatırlamalıyız: Lozan, azınlıkların ibadet ve okul açma haklarını korurken, onları da kanun önünde eşit vatandaş saymıştı. Bu denge, günümüz Türkiye’sinde de herkesin eşit yurttaş olduğu, kimsenin inancından ötürü ne imtiyazlı ne de mağdur olmadığı bir düzen kurmak için yol göstericidir.

Son olarak, Lozan’ın bize miras bıraktığı “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesi hala devletimizin dış politikasında ve iç huzurunda rehber olmalıdır. Lozan, Türkiye’ye bölgesinde barış elini uzatma imkanı vermiş; komşularıyla eşit şartlarda yeni ilişkiler kurmasına zemin hazırlamıştır. Bugün de gerek komşu ülkelerle sorunlarda (Ege meseleleri, Suriye krizi vb.) gerek küresel barış çabalarında Lozan’ın barışçıl ruhuna ihtiyaç vardır. İçeride de siyasi kutuplaşmaların arttığı, toplumsal uzlaşının zayıfladığı dönemlerde, Lozan’ın temsil ettiği ulusal birlik ve beraberlik ruhuna dönmek gerekir. Lozan’ın başarısı, Türkiye’de farklı görüşten insanların (Misak-ı Milli etrafında) tek yürek olmasıyla mümkün olmuştu. Günümüz siyasi aktörleri de ortak değerler etrafında birleşmenin önemini unutmamalı; Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini parti çıkarlarının üstünde tutmayı bilmelidir.

Lozan zaferinin mimarlarından İsmet İnönü, 1923’te barış antlaşmasının ardından Ankara’da coşkuyla karşılanıyor. Lozan’ın kazandırdığı tam bağımsızlık, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak gelişmesinin yolunu açmıştır.

Lozan’ın Mirası ve Siyasi Aktörlerin Sorumluluğu

Lozan Barış Antlaşması, aradan geçen 100 yıla rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde yükseldiği temel değerleri bizlere hatırlatmaktadır. Bu antlaşma, ulusal bağımsızlığımızın tapu senedi olmanın ötesinde, devletimizin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti niteliğinin de yolunu açmıştır. Bugün Türkiye’nin yöneticileri ve siyasi aktörleri, Lozan’ın mirasını doğru anlamak ve ona sahip çıkmak zorundadır. Bu miras, her türlü dış baskıya karşı tam bağımsız politika izlemek, içeride halkın egemenliğine dayanan demokratik yönetimi güçlendirmek, hukukun üstünlüğünü tavizsiz uygulamak, din ve vicdan özgürlüğünü koruyarak laikliği sürdürmek ve toplumun tüm kesimlerinin refahını gözeten sosyal devlet ilkesine sadık kalmak şeklinde tezahür etmelidir. Lozan’ı imzalayan kuşak, yokluklar içindeki bir milletin onurunu ve haysiyetini korumuş, “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen bir iradeyle yeni devleti kurmuştur. Bu iradenin günümüzdeki temsilcileri olan bizler, Cumhuriyetimizin temel niteliklerini zedeleyecek her türlü girişime karşı uyanık olmalıyız.

Cumhuriyet tarihi göstermiştir ki, demokrasi, laiklik ve sosyal adalet gibi değerler erozyona uğradığında, ülkemiz içeride huzursuzluk ve bölünme tehlikesiyle, dışarıda ise itibar kaybıyla karşılaşmaktadır. Bu nedenle siyasi iktidarların görevi, Lozan’ın getirdiği kazanımları ileriye taşımak, asla geri götürmemektir. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nde uyardığı gibi, bir gün “içeriden gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde olanlar” ortaya çıkar ve milli değerlerimizi zayıflatmaya çalışırsa, bu durumda dahi vazifemiz Cumhuriyet’i ve bağımsızlığı savunmaktır. Günümüz Türkiye’sinde Lozan’ı ve onun kurduğu düzeni hedef alan söylemlere prim verilmemesi, aksine Lozan’ın yılmaz savunucusu olunması elzemdir. Çünkü Lozan’a sahip çıkmak, Türkiye’nin çağdaş dünyadaki onurlu yerini, ülkemizin barış ve istikrarını, yurttaşlarımızın eşitlik ve hürriyet içinde yaşama hakkını savunmak demektir.

Sözlerimizi tamamlarken, Lozan Antlaşması’nın sadece bir tarihi başarı değil, süregelen bir rehber olduğunu bir kez daha vurgulamak isteriz. Lozan’ın ruhu, günümüzde devlet yönetimine ışık tutmaya devam ediyor: Ulusal egemenlikten ödün vermeyen dış politika, içeride kapsayıcı bir ulus tanımıyla birlik ve beraberlik, din ve devlet işlerini ayrı tutarak inançlara saygılı ama kamusal alanda aklı ve bilimi esas alan yönetim, toplumun en dezavantajlı kesimlerini gözeterek herkese insan onuruna yaraşır bir hayat sunma görevi… Tüm bunlar Lozan’ın bizlere bıraktığı dolaylı miraslardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılına girerken, siyasi liderlerimize düşen görev, Lozan’ın bağımsızlık idealini ve Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini rehber edinerek ülkemizi ileri taşımaktır. Lozan’da tecelli eden millet iradesi ve kararlılığı, bugün de karşılaştığımız sorunları aşmamız için en büyük güç kaynağımızdır.

Unutmayalım, Lozan bir uzlaşma belgesi olduğu kadar bir hak belgesidir: Türk milletinin hür ve eşit bir toplum olarak dünya sahnesindeki yerini alma hakkının belgesi. Bu hakkı korumak ve gelecek nesillere güçlü bir şekilde devretmek, bugünün siyasi aktörlerinin tarihsel sorumluluğudur. Lozan’ın 100. yılı vesilesiyle bir kez daha söz verelim ki, “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine bağlı, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni payidar kılacağız. Lozan ruhu, Cumhuriyetimizin ebedi yaşama iradesidir – bu ruhu yaşatmak, hepimizin ortak görevidir.

Kaynaklar:

  1. Cengiz Tatar, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucu Belgesi, Senedi ve Tapusu: 97. Yılında Lozan Barış Antlaşması,”21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü.

  2. Berfin Yeşilyurt, “Lozan Antlaşması: Türkiye’nin Bağımsızlık ve Toprak Bütünlüğü İçin Bir Dönüm Noktası,”Medium.

  3. Vikipedi (Türkçe): Lozan Antlaşması maddesi.

  4. TESUD (Emekli Subaylar Derneği), “Lozan Barış Antlaşması’nın 97. Yıldönümü” makalesi.

  5. Emre Kongar, “Halkçılık İlkesi ve Sosyal Demokrasi,” kongar.org (Aydınlanma Yazıları).

  6. Sinan Meydan, “Lozan’da ‘laik hukuk’ zaferi,” Cumhuriyet gazetesi (2 Ağustos 2023).

  7. T.C. Dışişleri Bakanlığı, “Lozan Barış Antlaşması’nın 93. yıldönümü Mesajı” – Başbakan Binali Yıldırım’ın mesajı (2016).

  8. İstanbul Barosu yayını, “Ulusal Egemenlik ve Anayasalarımız” panel haberi (2013) – Önay Alpago’nun değerlendirmeleri.

  9. Anka Enstitüsü, “Türkiye’de Anayasal Devlet Gelişimine Kısa Bir Bakış” – (sosyal devlet ilkesi üzerine değerlendirme).

--

Muratcan IŞILDAK